Lokman (a.s.)
buyurur:
“Yavrucuğum! Hikmet, yoksulları padişahların
meclislerine oturtmuştur.” (Ahmed, ez-Zühd, s. 87, no: 537)
[Hikmet, rûhun
gıdâsıdır. İnsan bedeninin hayâtiyeti için nasıl ki maddî gıdâlara ihtiyaç
varsa, mânevî huzur ve tekâmül için de hikmetlerde derinleşerek gönlü feyz ve
rûhâniyetle ihyâ etmek zarûrîdir.
İnsan, bütün dünya
mülküne sahip olsa bile, hikmetten mahrûmiyetin rûhunda açtığı boşluğu, hiçbir
şeyle dolduramaz. Bunun içindir ki, bilhassa büyük servet sahipleri ve idârî
mevkîlerde bulunup toplumun mes’ûliyetini yüklenmiş olanlar, Hakk’a kulluk
yolunda kalbî muvâzene ve istikâmetlerini koruyabilmek için, hikmet ehli
zâtların himmetlerine, herkesten daha çok muhtaç olmuşlardır. Zira kudret
ve iktidar sahiplerinin çevresindekiler, umûmiyetle bir menfaat beklentisi
veya mevkîlerini kaybetme endişesi içinde olduklarından, doğruları her zaman
cesaretle dile getiremezler.
Hikmet ehli ise,
halkın değil Hakk’ın nazarında mûteber olabilmenin tâlibidirler. Onlar, dünyevî
menfaatlerden müstağnî kalıp hakkı tebliğ yolunda zahmetlere katlanmayı
kendileri için rahmet bilirler. Bu sebeple kudret ve iktidar sahiplerine, yakın
çevrelerini kuşatmış olanlardan hiçbirinin yapamayacağı îkaz ve nasihatlerde
bulunmaktan çekinmezler. Onların âhiretini korumak için, tıpkı bir doktorun
hastasına şifâ olacak acı ilâçlar içirmesi gibi, gerektiğinde acı reçeteler
vermeyi, vazife telâkkî ederler.
Rivâyete göre Abbâsî
halîfesi Hârun Reşid, bir gün yakın dostuna:
“–Gönlüm, şu
saltanatın verdiği debdebeden sıkıldı. Beni öyle bir zâta götür ki; yanında
huzur bulayım.” dedi.
O da halîfeyi Süfyan
bin Uyeyne’nin tavsiyesiyle Fudayl bin İyaz’a götürdü. Fudayl’ın evine varıp
kapıyı çaldılar. Fudayl, içeriden:
“–Kim o!” diye
seslendi. Onlar da:
“–Emîru’l-Mü’minîn!”
dediler. Fudayl:
“–Ümmet-i Muhammed’in
görülecek bunca işi varken Emîru’l-Mü’minîn’in benim yanımda ne işi var?” diye
sordu. Hârun’un yakın dostu:
“–Ülû’l-emr’e itaat vâciptir.
Şimdi söyle; içeriye senin vereceğin desturla mı, yoksa halîfenin emriyle mi
girelim!..” dedi. Fudayl:
“–Destur yoktur, eğer
emirle girerseniz, onu da siz bilirsiniz!..” dedi.
Hârun içeri girdi ve
Fudayl bin İyaz’dan öğüt istedi. Fudayl dedi ki:
“–Rasûlullah
(s.a.)’in amcası olan deden, «Beni bir kavme emir yap!» diye O’ndan ricâ
etmişti. Allah Rasûlü (s.a.) de:
«–Amcacığım! Bir an,
seni sana emir yaptım.» dedi. Yani, «Bir nefes Allâh’ın tâatinde bulunman,
binlerce yıl halkına bîgâne ve gâfil bir hükümdar olmandan hayırlıdır…» demek
istedi.”
Hârun Reşid:
“–Biraz daha öğüt
vermez misin?” deyince de şunu anlattı:
“–Ömer bin Abdülaziz,
hilâfet makamına geçirildiği zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve
Muhammed bin Kâ‘b’ı dâvet ederek:
«–Bana çok ağır bir
vazife verildi, benim âhiret selâmetim için bana tavsiyeniz nedir?» diye
sormuştu da onlardan biri:
«–Eğer yarın, kıyâmet
günü azaptan kurtulmak istersen; müslümanların yaşlılarını baban, gençlerini
kardeşin, çocuklarını evlâdın, kadınlarını da annen ve bacın bil!..» demişti.”
Hârun:
“–Biraz daha öğüt
ver.” deyince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:
“–İslâm diyârı senin
evin, bu diyardaki halk da âile efrâdın mesâbesindedir. Babana, kardeşlerine ve
yavrularına nasıl muâmele ediyorsan, tebaana da o şekilde davran. Baban yerinde
olan yaşlıları ziyaret et, kardeşlerin yerinde olan gençlere iyilik yap,
evlâtların yerinde olan çocuklara da ikramda bulun.” Sonra ilâve etti:
“–Ey Halîfe! Şu güzel
yüzünün, cehennem ateşinde yanıp çirkinleşmesinden korkarım! Nice pırıl pırıl
çehreler vardır ki, cehennemde feryâd ü figân etmekteler! Burada emîr olan
niceleri orada esirdir!”
Hârun Reşid, biraz
daha öğüt vermesini ricâ edince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:
“–Allah Teâlâ’dan
kork!.. Çünkü O, kıyâmet günü müslümanları senden tek tek soracak ve her
birinin hakkını ödemeni sana emredecek. Eğer bir gece, bir ihtiyar kadın,
evinde aç olarak uyumuşsa, (hidâyet bekleyen bir insana îkaz ve tebliğde
bulunmaktan bîgâne kalmışsan), yarın kıyâmet günü onlar da yakana yapışacak ve
orada senden dâvâcı olacak!”
Gözü yaşlı bir hâlde
daha nice nasihatler dinleyen Hârun Reşid, oradan ayrılmadan önce Fudayl bin
İyaz’a:
“–Borcun var mı?”
diye sordu. Fudayl:
“–Evet var! Rabbimin
bu kadar ikram ve ihsânına mukābil, hamd, şükür ve zikir borcum var. O,
lûtfedip bana hidâyeti ihsân etti. Benim vazifem de, bunun şükür borcunu
Rabbime ödememdir. Eğer O, bu borcumu îfâdaki noksanlığım sebebiyle beni
yakalarsa, vay hâlime!” dedi. Hârun:
“–Ben Hakk’a değil,
halka borcunu soruyorum.” dedi. Fudayl:
“–Elhamdülillah!
Hakk’ın nîmetleri içinde yüzüyorum. Halktan hiçbir talebim yok.” dedi.
Bu sözüyle Fudayl
âdeta; “Hakk’ın takdîrinden memnun ve mesrûrum. O’ndan gelen her şey benim
için en hayırlısıdır. Allâh’ın bana takdîr ettiğini, O’nun kullarına şikâyet
etmekten hayâ ederim.” demek istemişti.
Sonra Hârun, içinde
bin altın bulunan keseyi onun önüne koydu ve:
“–Bu, annemden miras
kalmış helâl bir paradır.” dedi. Bunu gören Fudayl dedi ki:
“–Bak Hârun! (Ben,
sana ne anlatıyorum, sen ise ne yapıyorsun?!) Ben senin kurtuluşunu istiyorum,
sen ise bana böylesine ağır bir yük yüklüyorsun! Ben sana; mâlik olduğun her
şeyi hak sahiplerine iâde et! (Tebaandaki yaşlılar baban, gençler kardeşlerin,
kadınlar annen ve bacın, çocuklar da evlâtlarındır; senin üzerinde benden evvel
onlar içindeki yoksul, aç, kimsesiz ve gariplerin hakkı var. Sen benden evvel
onları düşün, onları gözet ve bu hakkı onlara tevzî et!) diyorum; sen ise
tebaandaki muhtaçların hakkını bana vermeye kalkışıyorsun!..”
Fudayl bin İyaz
bunları söyledikten sonra Hârun Reşid’in yanından kalkıp dışarı çıktı. Onun
ardından nemli gözlerle bakan Hârun şöyle dedi:
“–Fudayl gerçek bir
âhiret sultânıdır!”1
İşte Cenâb-ı Hak,
dünyayı ardına atarak yüzünü tamamen Allâh’a ve âhirete dönmüş nice kullarının
gönlüne hikmet nûrunu bahşederek hakîkî saltanatı lûtfetmiş, cihan sultanlarını
onların ardınca yürütmüştür.
Şanlı ecdâdımız da
hikmet ehli âlim ve ârifleri baş tâcı etmiş, onların duâ, himmet ve
öğütlerinden istifâde ettikleri müddetçe ilerleyip yükselmişlerdir. Osman
Gâzi’nin etrafında bir Şeyh Edebali Hazretleri, Yıldırım Hân’ın yanında Emir
Sultan, Fâtih Sultan Mehmed’in yanında Akşemseddin Hazretleri, Sultan Ahmed’in
yanında Hüdâyî Hazretleri ve daha niceleri; madde ile mânâ, dünyâ ile ukbâ
arasında muhteşem bir denge unsuru olmuş, onların kalplerine âdeta bir
istikâmet aşısı yapmışlardır.
Şu hâdise, bu
hakîkatin tipik bir misâlidir:
Yavuz Sultan Selim,
yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere tahammülü olmayan, celâlli bir pâdişahtı.
Ancak bu celâli de, cemâli gibi ilâhî ölçüler dâiresi içinde şekillenmişti. Bir
seferinde ihmallerinden dolayı hazinede meydana gelen hırsızlık sebebiyle
yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Bunu öğrenen Şeyhülislâm
Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden engel olabilmek için, destur bile
almadan alelacele Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan
dinlemek istedi. Yavuz:
“–Efendi Hazretleri!
Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız
yoktur!..” şeklinde sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine
Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle:
“–Sultanım! Ben size
şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zira bizim vazifemiz sizin âhiretinizi
korumaktır!..” diyerek verilmesi gereken kararın doğrusunu izah etti.
Bu sözleriyle Zenbilli
Ali Efendi, kendi âhiret selâmeti için de zarûrî olan îkaz ve irşad vazifesini
îfâ etmiş oluyordu. Zira bunu yapmadığı takdirde kendisinin de vebâl altında
kalacağının idrâki içindeydi. Bu sebeple, gazaplandığında zaptedilmez bir
cengâver olan Yavuz’un huzuruna, âdeta kellesini koltuğuna alarak çıkmış,
hakîkatleri cesaretle dile getirmişti.
Koca orduları dize
getiren Yavuz Sultan Selim Han ise, hiç kimseden görmediği bu sert tavır
karşısında biraz hiddetlendi ise de, ilâhî hakîkatlerin kıldan ince, kılıçtan
keskince ölçüleri karşısında başını önüne eğdi, hakîkati anladı ve
şeyhülislâmın îkâzını kabûl edip ona göre hareket etti. Üstelik Zenbilli Ali
Efendi’den de özür dileyip gönlünü aldı.
Devlet ve memleket
işlerinde hiçbir zaman hatır-gönül dinlemeyen bir cihangirin, ilim, irfan ve
hikmet ehli zâtlara gösterdiği itaat, teslîmiyet ve hürmetin şâheser
misâllerinden bir diğeri de şudur:
Yavuz Selim Han ve
ordusu, Adana civârında şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryâsı
olmuştu. O sırada Selim Han, devrin büyük âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile yan
yana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü
ve ürken atın ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un kaftanını baştan başa boyadı.
Kemâl Paşazâde çok
üzüldü, rengi attı. Yavuz, ona dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının
ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir. Bu
çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine örtün!” buyurdu.
Büyük fetihler
sultânı Yavuz Han, cihan çapındaki zaferleriyle mağrur olmamış, dâimâ nefsine
galebe çalarak hakîkî zaferin, ancak ilim, irfan ve hikmet ehli zâtların
irşâdıyla gönül âleminde vukû bulacağını idrâk etmiş bir pâdişah idi. Onun şu
mısrâları, bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir
kuru kavga imiş;
Bir velîye bende
olmak cümleden âlâ imiş!..
İşte Yavuz Selim Han
da, pek çok Osmanlı pâdişâhı gibi, kendisini hakka ve hayra istikâmetlendirecek
bir velîyi, bütün dünyevî kıymetlerin üzerinde görerek onların himmetlerini
dünya saltanatına tercih etmekteydi.
Hazret-i Mevlânâ
buyurur ki:
“Hak dostu bir
velînin kölesi olmak, pâdişahların başlarına taç olmaktan çok daha iyidir.”
Zira pâdişahların
başındaki taç, bir müddet ihtişam içinde saltanat sürse de neticede
fânîliğe mahkûmdur. Fakat bir Hak dostuna yâr olanların, hikmet dolu îkaz ve
irşadlarla nâil olacakları saâdet ve saltanat ise ebedîdir.
İşte bu şuur ve idrâk
içinde olan Osmanlı sultanları da, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar,
maaşlı askerlerine her Cuma selâmlığına gidip gelirken yüksek sesle:
“Mağrûr olma
pâdişâhım, senden büyük Allah var!..” diye söyleterek, kendilerine yapılan
mânevî îkazların bu şeklini resmîleştirme yoluna bile gitmişlerdir.]
Lokman (a.s.)
buyurur:
“Ey oğlum! Âlimlerin (ve âriflerin)
meclislerinde bulun! Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allah Teâlâ,
yağdırdığı bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbi de hikmet
nûruyla diriltir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 125)
[Her insan, kendisini
hakka ve hayra ulaştıracak bir firâset ve basiret nûruna muhtaçtır. Bu nûra
yeterince sahip olamayanlar ise, sahip olanların rehberliklerine tâbî olarak
doğru yolu bulabilirler.
Bilhassa günümüzün
materyalist/maddeci dünyasında, nefsânî câzibeler tahrik edilmekte, nice
insanlar mânevî tehlikelere karşı kendilerini îkaz ve irşâd edecek bir
rehberden mahrum oldukları için, selde sürüklenen kütükler misâli istikâmetini
kaybetmektedir. Nice menbâ suyu sâfiyetindeki gönüller, ilâhî hikmet ve
hakîkatlerle yönlendirilmediği için, bataklıklara akarak zâyî olmaktadır.
Dünyevî ve nefsânî câzibelere aldanarak gaflet ve dalâlete sürüklenenlerin
hazin hâlini, Mevlânâ Hazretleri şöyle tasvîr eder:
“Allâh’ın imtihan
tuzağı, dünya malı (ve saltanatı)dır. Dünya gâfili sarhoş eder, aldatır.
Dünyaya gönlünü kaptıranların kalp gözü âmâlaşır. Çünkü onlar (gafletlerinden
dolayı menbâ suları dururken) balçıktaki acı ve tuzlu suyu içerler.”
Yanlış mecrâlara
kayan, yorulan ve bunalan ruhların tedâvisi, hakkı ve hayrı görecek olan gönül
gözlerinin açılması ve kalplerin ihyâ olması ise; ilâhî hikmet ve hakîkatlerle
müzeyyen, diri bir gönül âlemine sahip olan Allah dostlarının izini tâkip
etmekle mümkündür. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati de şöyle ifâde
eder:
“Allah ile beraber
olmak isteyen kişi, velîlerin huzûrunda bulunsun. Velîlerin huzûrundan uzakta
kalırsan, helâk oldun gittin demektir.”
“Gönlün yitirdiği
hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.”
İşte gönüllere mânevî
bir diriliş vesîlesi olan hikmet ise, içinde yaşadığımız bu sebepler âleminin
her varlığında ve vukū bulan her hâdisedeki sebeplerin kendisine bağlı
bulunduğu aslî ve sırrî sebebi fark edebilmek; böylece eserden müessire,
sanattan sanatkâra intikal edebilmektir. Her şeyde mevcut olan ilâhî mesajları
alabilmek, böylece ilâhî imtihanın şifrelerini gönül âleminde çözebilmektir.
Müsebbibü’l-esbâb, yani bütün sebepleri halk eden Cenâb-ı Hakk’a varamayan her
idrak hamdır, her anlayış noksandır. İdrâkin olgunluğu da, her varlık ve
hâdisedeki murâd-ı ilâhîye dikkat kesilmeye bağlıdır.
Bunun için, hikmetli
söz ve davranışlarla tefekkürde derinleşerek iç âlemi ihyâ etmek zarûrîdir.
Mü’min, bu sâyede kulluk şuurunu canlı tutabilir. Yine bundan dolayıdır ki
peygamberlerin tebliğ ve tezkiye ile birlikte en mühim vazifelerinden biri de,
Kitap ve “Hikmet”i tâlim etmektir.
Hikmetin mutlak
menbaı, Hakîm olan Cenâb-ı Hak’tır. Hikmetlerin gönle ilhâm olunup ifâdeye dökülmesinin
yolu ise, takvâ tezâhürü sâlih amellerle, kalben Cenâb-ı Hakk’a yakın olmaktır.
Zira bir hadîs-i kudsîde Peygamber Efendimiz (s.a.), Allah Teâlâ’nın şöyle
buyurduğunu bildirir:
“…Kulum kendisine
farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık
kazanamaz. Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan
yaklaşır. Nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten
kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili
olurum…” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed,
VI, 256; Heysemî, II, 248)
Yine bir hadîs-i
şerîfte de şöyle buyrulur:
“Kırk sabah ihlâsla
Rabbine yönelen kimsenin kalbinden diline hikmet pınarları akar!” (Süyûtî,Câmiu’s-Sağîr, II, 137/8361)
Dolayısıyla Hakk’a
yakınlıkta yüksek bir seviye kazanmış, takvâ ehli sâlih zâtların gönül
âlemleri, ilâhî hikmet ve hakîkat nurlarının aksettiği, mücellâ ve musaffâ bir
ayna hâlindedir. Bu Hak dostları, varlıklara hikmet ve ibret nazarıyla
baktıklarından, diğer insanlardaki, kâinat hârikalarını alelâde görme gafleti,
onlarda bulunmaz. Gerçekten sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklid
ederek yaptığı tabloları takdirle temâşâ ederken, kâinat ve onun Hâlık’ı
karşısında aynı takdir hissini duyamaz. Bütün hârikaları sıradan tabiat
hâdiseleri olarak telâkkî eder. Hikmet ehli Hak dostları ise, bir ressamın sırf
şöhretini sürdürmek için yaptığı tablolar yerine, asıl sanatkâr olan Cenâb-ı
Hakk’ın kudret hârikası eserleri karşısında hayret, dehşet ve heyecan duyarak,
ilâhî sanatın zevkine ererler.
Sermâyesi aynı toprak
terkibi olan milyonlarca çeşitteki bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine,
ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine;
ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki muhteşem
desenlere; bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmelerine;
kumrulardan yayılan “hû hû”lara; insanın yaratılışındaki fevkalâde inceliklere;
gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların
“lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler.
Bu Hak dostları için
bütün bir kâinat, artık okunacak ilâhî bir kitaptır. Onlar, satırdaki ilimleri
aşmış, sadırdaki ilme ulaşmışlardır. Dolayısıyla onların hikmetli sözlerini
dinlemek, ibret dolu davranışlarını dikkatle tâkip etmek, kula müstesnâ bir
mânevî dirilik kazandırır.]
Lokman (a.s.)
buyurur:
“Yavrucuğum! Taş da taşıdım demir
de! Ancak kötü komşudan daha ağır bir şey görmedim!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 86,
no: 533)
[İnsanın gerçek yüzü,
zorluklarla denendiği, nefsinin damarına basıldığı zaman ortaya çıkar. Nitekim
Hazret-i Ömer (r.a.), yanında bir kimse medhedildiği zaman, medhedene şu üç
şeyi sormuştu:
“–Sen onunla hiç
komşuluk, yolculuk veya ticâret yaptın mı?”
Muhâtabı üçünü de
yapmadığını söyleyince:
“–Zannedersem, sen
sadece onun câmide Kur’ân okunurken başını salladığını gördün!” dedi. Adam:
“–Evet, yâ Ömer!
Benim gördüğüm öyle idi.” karşılığını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer
(r.a.):
“–O zaman fazla
medihte bulunma! Zira ihlâs, kulun boynunda yazılı değildir.” buyurdu.
Burada Hazret-i Ömer
(r.a.)’ın verdiği ölçü, zâhire aldanmamaktır. Bir kimse hakkında doğru bir
kanaat sahibi olmak için, onun fiillerine, beşerî münâsebetlerine ve muâmelâtına
da bakmak gerektiğidir. Menfaatinden imtihan verip geçer not almamış bir şahsın
sâlih biri olduğuna şâhitlik etmenin, yanlış bir davranış olduğudur.
Komşuluk da insanın
gerçek hüviyetini ortaya çıkaran bir hâdisedir. İnsan, kötülüğünü gördüğü bir
kişiden uzaklaşıp ondan kurtulabilir. Fakat kötü bir komşudan kurtulabilmek, bu
kadar kolay değildir. Bu sebeple komşuyu iyi seçmek gerekir. Hattâ bu hususta;
“Ev alma, komşu al!” sözü meşhur olmuştur.
Rasûlullah (s.a.)
Efendimiz de:
“Devamlı ikâmet
ettiğiniz yerde kötü komşudan Allâh’a sığınınız! Göçebe olduğunuz yerdeki komşu
nasıl olsa bir müddet sonra sizden ayrılır.” buyurmuştur.
(Nesâî, İstiâze, 44)
Hazret-i Ebû Bekir
(r.a.) da:
“Komşunla kavga etme,
misâfir gider, o kalır.” buyurmuştur.
Bütün insanların,
güzel komşularla yaşamak istediğini düşünerek, evvelâ kendimiz güzel bir komşu
olmalı, daha sonra da sâlih komşular arasında oturmaya gayret etmeliyiz.
Peygamber Efendimiz (s.a.)’in şu beyânı, komşu haklarına riâyetin ehemmiyetini
açıkça ortaya koymaktadır:
“Cebrâîl bana, dâimâ
komşu hakkını tavsiye ederdi. Öyle ki ben, komşuları birbirine mîrasçı kılacak
zannetmiştim!” (Buhârî, Edeb, 28)
Diğer taraftan
komşulara huzursuzluk vermek, büyük bir îman zaafıdır. Komşular, öncelikle
birbirlerinin şerrinden emîn olmalıdırlar. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.) ardı
ardına üç defa:
“–Vallâhi îmân
etmiş olmaz!” buyurmuştu. Sahâbîler:
“–Kim îmân etmiş
olmaz, yâ Rasûlâllah?” diye sordular. Efendimiz (s.a.):
“–Yapacağı
fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73)
Komşuluk o kadar
mühimdir ki, sadece bu dünya ile de sınırlı kalmamaktadır. Hayatta iken sâlihlerle
beraberlik zarûrî olduğu gibi, kabirde de onlara komşu olabilmek çok
ehemmiyetlidir. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Ölülerinizi sâlih
insanların arasına defnediniz.” buyrulmuştur.
(Deylemî, I, 102)
Bu nebevî tâlimâta
riâyet eden ecdâdımız da, Eyüp Sultan, Karacaahmed gibi sâlih zâtların yakınına
defnedilme arzusuyla, bu gibi kabristanları, âdeta birer şehir hacmine
ulaştırmışlardır.
Velhâsıl, müslüman,
komşusundan mes’ûldür. Bu sebeple her şeyden evvel, komşusunu rahatsız edecek
davranışlardan sakınmalı, onun ufak tefek hatâ ve sıkıntılarına katlanmalıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kişilerden birinin de, komşusunun eziyetlerine Allah
rızâsı için katlanan kimseler olduğunu unutmamalıdır.2 “İnsan, ihsâna
mağluptur.” hakîkati mûcibince de; komşusuna iyilik etmeli, böylece
komşusu kendisine düşmansa, onun düşmanlığını hafifletmeli, ne dost ne düşman
ise onu dostluğa yaklaştırmalı, dost ise de muhabbetini artırmalıdır. Nitekim
âyet-i kerîmede buyrulur:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel
yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan
kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34)
Ayrıca kötü komşusunu
ıslah edemeyen kimse, kusuru biraz da kendinde aramalıdır. Tıpkı Abdullah ibn-i
Mübârek Hazretleri’nin şu nefis muhâsebesi misâlinde olduğu gibi:
O büyük Allah dostu,
huysuz biriyle yolculuk yapmıştı. Seyahat sona erip ayrıldıklarında, Hazret
ağlamaya başladı. Dostları, niçin ağladığını sordular. O ince ruhlu Hak dostu,
derin bir iç çekerek dedi ki:
“–O kadar yolculuğa
rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kötü hâllerini düzeltemedim.
O bîçârenin ahlâkını güzelleştiremedim. Düşünüyorum ki; acabâ
benim bir noksanlığımdan ötürü mü ona faydalı olamadım? Şâyet o, benim
hatâ ve kusurlarımdan dolayı istikâmete gelmediyse, yarın (ilâhî
hesap gününde) hâlim nice olur!..”]
Cenâb-ı Hak, bu
hikmet ve hakîkatlerin tefekküründe derinleşerek, zarif, rakik ve ince ruhlu
bir mü’min olabilmeyi cümlemize nasîb ve müyesser eylesin.
Âmîn!
Dipnotlar: 1.
Bkz. Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, İlim ve Kültür
Yayınları, s. 131-133; Erkam Yayınları, s. 230-233. 2. Bkz. Ahmed, V,
176.
Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2012 - Mart, Sayı: 313, Sayfa: 032
Altınoluk - 2012 - Mart, Sayı: 313, Sayfa: 032
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder