Hikmetli
nasihatleriyle destanlaşan Hazret-i Lokman (a.s.), zâhirî ve bâtınî hekimlerin
pîridir. Rivâyetlere göre Eyyûb (a.s.) ile akrabâdır1 ve pek çok peygamberin
hizmetinde bulunmuştur.
Lokman Hakîm, bir
peygamber veya velîdir. Fakat İslâm âlimlerinin çoğu, onun peygamber değil,
hikmet ve takvâ sahibi, tefekkür ehli, sâlih bir zât olduğu kanaatindedir.
Lokman (a.s.)’ın
“hikmet” ehli olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de kendi adıyla anılan sûrede şöyle beyân
edilmektedir:
“Andolsun ki Biz
Lokmân’a: «Allâh’a şükret!» diyerek hikmet verdik…” (Lokman, 12)
Hikmet; eşyânın
hakîkatini ve esrârını idrâk edebilmektir. Hikmet, hakîkatleri idrâk husûsunda
akla aczini kavratmaktır. Akılla kavranamayan nice sırlar, ancak hikmetle
çözülür. Kâinattaki ilâhî tecellîler de hikmet nazarıyla okunabilir.
Eğer hikmet
olmasaydı, sırlar kapalı kalırdı. Şâyet sırlar açılmasaydı, gönüller irfan
ikliminden feyizlenemez; Hazret-i Mevlânâ, Abdülkâdir-i Geylânî, Yûnus Emre,
Şâh-ı Nakşibend, Hüdâyî ve emsâli Hak dostları, yani mü’min gönüller için
müstesnâ bir istikâmet ve takvâ miyârı olan büyük şahsiyetler yetişmezdi.
Hikmet pınarları,
ancak tezkiye olmuş kalpte tecellî eder. Bu itibarla mü’min, hem Allâh’ın hem
de Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz’in tezkiyesi ve terbiyesi altında, iç
âlemini mâsivâdan arındırabildiği, yani tezkiye edebildiği nisbette selîm bir
kalbe nâil olur.
İlmin nihâî hedefi
de, hikmette derinleşmektir. İlâhî sanatın; “Kur’ân, kâinat ve insan”da
sergilediği sonsuz muammâlarını çözmektir. Her zerrede mevcut bulunan, ilâhî
kudret ve azamet tecellîlerini idrâk edebilmektir.
Meselâ tıp bilgisi,
Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kâidelerle ilgilenir. Botanik de,
topraktan biten nebâtâta konulan ilâhî kâideler etrafında faâliyet gösterir.
Hikmet ise, bütün ilimlerin iştigâl ettiği kânun ve kâidelerin sahibini
tanıyabilmekle meşgul olur. Çünkü ilmin gâyesi, bilgileri zihne istiflemek
değil, o bilgilerin ötesindeki sır ve hikmetleri, kalbin idrâk edebilmesidir.
Bu da, kalpte nûr-i ilâhînin tecellîsi ile mümkündür.
Allah Teâlâ buyurur:
“(Allah) hikmeti
dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.
Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (el-Bakara, 269)
Hakîkaten, ilim,
irfan ve mânevî olgunluk neticesinde kula Rabbi tarafından lûtfedilen hikmet;
söz, karar ve davranışlarda isâbet edebilme meziyetini de beraberinde getirir.
Müfessir Zemahşerî, Lokman Hakîm’in hikmetlerine bir misâl sadedinde, şu
ibretli hâdiseyi nakleder:
Bir gün Dâvud (a.s.),
Lokman Hakîm’den bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça getirmesini
istemişti. Lokman Hakîm de ona, kestiği koyunun dilini ve yüreğini getirdi.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Dâvud (a.s.), yine Lokman Hakîm’den bir koyun
kesip bu defa da hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini istedi.
Lokman Hakîm, yine koyunun dil ve yüreğini getirdi. Hazret-i Dâvud, ona bunun
hikmetini sorunca da şöyle dedi:
“–Bu ikisi iyi
olursa, bunlardan daha iyisi; kötü olursa da, bunlardan daha kötüsü olmaz!..”
(Zemahşerî, Keşşâf, V, 18)
Hakîkaten kalp ve
onun tercümanı olan dil, insanın iki cihanda saâdet veya felâketine medâr olan
en hayâtî uzuvlardır. Ebedî saâdetin ilk şartı olan îman; dil ile ikrar, kalp
ile tasdîk neticesinde hâsıl olur.
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) de bir hadîs-i şerîflerinde:
“Haberiniz olsun ki,
bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; o bozuk
olursa bütün beden bozuk olur. İşte o, kalptir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îmân, 39)
Yine Allah Rasûlü
(s.a.v.), fazîlet ehli güzîde sahâbîlerinden biri olan Muâz (r.a.)’a mânevî terakkîsi
ve ebedî kurtuluşu için, her seferinde; “Bu da kâfî değil ey Muâz!” diyerek,
üst üste pek çok emir ve tavsiyelerde bulunmuş, en son olarak da:
“–Sana (saydığım)
bütün bu (fazîletli amellerin makbûl olmasının) kendisine bağlı bulunduğu şeyi
(meselenin can damarını) bildireyim mi?” buyurmuştur.
Muâz (r.a.):
“–Evet, bildir yâ
Rasûlâllah!” deyince Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dilini tutmuş ve:
“–Dilini koru!” buyurmuştur.
Muâz (r.a.):
“–Biz
konuştuklarımızdan da hesâba çekilecek miyiz?” diye sorunca Efendimiz (s.a.v.):
“–Allah iyiliğini
versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin
ürettikleridir!” buyurmuştur.2
Bu sebeple,
sorumsuzca söz söylemekten titizlikle sakınmak gerekir. Söylenen sözlerin
mânâsının nereye çıkacağını çok iyi hesâb etmek îcâb eder. Nitekim diğer
hadîs-i şerîflerde de Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kul, iyice düşünüp
taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından
daha uzak bir yerine düşer.” (Buhârî, Rikâk, 23)
“Kul, Allâh’ın hoşnud
olduğu bir söz söyler, fakat onunla Allâh’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına
gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyâmet gününe
kadar o kimseden hoşnud olur.
Yine bir kul da
Allâh’ın gazabını gerektiren bir söz söyler, fakat o sözün kendisini Allâh’ın
gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü söz sebebiyle,
kendisine kavuşacağı kıyâmet gününe kadar gazab eder.” (Tirmizî, Zühd, 12; İbn-i Mâce, Fiten, 12)
Demek ki, his ve
fikirlerin menbaı olan kalbe ve onun tercümanı durumundaki dile sahip olmak,
son derece ehemmiyetlidir.
İşte bunun gibi
sayısız hakîkatlere dikkat çeken Lokman (a.s.)’ın hikmetli sözleri ve bilhassa
oğluna yaptığı nasihatleri, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîfler ve bâzı mûteber
kitaplar vesîlesiyle günümüze kadar ulaşmıştır. İşte zâhirî ve bâtınî
hekimlerin pîri olan Lokman Hakîm’den, ebedî saâdet reçetesi olan birkaç nasihat:
Lokman (a.s.)
buyurur:
“...Ey oğulcuğum! Allâh’a ortak koşma!
Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” (Lokman,
13)
[Kâmil bir mü’min,
Allâh’ın varlık ve birliğine şeksiz-şüphesiz îmân etmiş kimsedir. Dolayısıyla
kâinattaki bütün tasarruflarda Cenâb-ı Hakk’ın yegâne hükümrân olduğunun şuur
ve idrâki içinde yaşar. Zira tevhîd inancının ortaklığa tahammülü yoktur.
En büyük zulüm olan
şirk, kulu ebedî olarak cehenneme dûçâr eder. Şirk koşmak, inkâr etmek veya
münâfıklık yapmakla kul, Rabbine ve tevhîd ehline hiçbir zarar veremez. Fakat
kendisini ebedî azâba müstahak ettiği için, nefsine en ağır şekilde zulmetmiş
olur. Bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulur:
“İnsanlardan bâzıları
da vardır ki, inanmadıkları hâlde; «Allâh’a ve âhiret gününe inandık.» derler.
Onlar (kendi akıllarınca) güyâ Allâh’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar.
Hâlbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.”
(el-Bakara, 8-9)
“Şüphesiz ki Allah
insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar, kendi nefislerine
zulmederler.” (Yûnus, 44)
Öte yandan, ibadet ve
sâlih amellerde Allah rızâsından başka gâyeler taşımak ve ihlâsı yok eden riyâ
ve gösterişe kaçmak da gizli şirke düşmek demektir. Yapılan amellere fânîleri
veya nefsânî menfaatleri ortak etmek, o amellerin boşa çıkmasına sebebiyet
verir.
Allah Teâlâ bir
hadîs-i kudsîde şöyle buyurur:
“Ben, ortak koşulmaya
en ihtiyaçsız olanım. Kim bir amel işler de bu amelde Bana başkasını ortak
koşarsa, o kimseyi koştuğu ortakla başbaşa bırakırım.” (Müslim, Zühd, 46)
Allah Rasûlü (s.a.v.)
de ashâbına:
“Dikkat ediniz;
hakkınızda Deccâl’den daha çok korktuğum şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi?”diye sormuştu.
Sahâbîler:
“–Buyur yâ
Rasûlâllah!” dediler.
Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“–Korktuğum bu şey,
gizli şirktir. Meselâ namaza duran birini düşününüz. Bu kimse bir başkası
tarafından gözetlendiğini fark ettiği için namazını özenerek kılıyor.” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)
Demek ki Cenâb-ı Hak,
ibadetlere fânîlerin ortak edilmesini istemiyor. Hak’tan gayrıyı hedefleyen bir
ibadet, artık bir ibadet değil, bilâkis bir cürümdür. Gösteriş için kılınan
namaz, dıştan ne kadar hoş görünse de, içi gizli şirkle bulanık olduğundan,
Allah katında değersizdir, üstelik Hakk’ın gazabını da celbeder. Nasıl ki,
içine bir damla necâset düşen bir menbâ suyu, bütün lezzet ve sâfiyetini
kaybederse, niyetine fânî menfaatleri ortak eden hasta ve gâfil kalplerin
ibadetleri de böyledir.
Gizli şirk olan riyâ
ve gösteriş için kullukta bulunmanın çok hazin bir aldanış ve fecî bir âhiret
iflâsı olduğu, şu hadîs-i şerîfte ne kadar da ibretli bir şekilde ifâde
edilmektedir:
“Kıyâmet gününde
aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır:
Birincisi şehîd
edilen kimsedir. O, Allâh’ın huzûruna getirilir. Allah ona bahşettiği nîmetleri
anlatır. O da, bunları îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Öyleyse bunlara
karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–Yâ Rabbî! Sen’in
uğrunda şehîd edildim.» der.
Allah Teâlâ buyurur
ki:
«–Yalan söyledin!
Sen, yalnızca korkusuz ve cesur denilsin diye harbettin. Gerçekten öyle de
denildi.»
(Sonra) onun hakkında
emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
İkincisi; ilim
öğrenen, başkalarına da öğreten, ayrıca Kur’ân da okuyan adamdır. O huzûra
getirilir. Allah kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da îtirâf eder. Cenâb-ı
Hak:
«–Bunlara karşı ne
yaptın?» diye sorunca adam:
«–İlim tahsîl ettim.
Onu başkalarına da öğrettim. Sen’in uğrunda Kur’ân da okudum.» der.
Allah Teâlâ buyurur ki:
«–Yalan söyledin! Sen
ilmi, ancak âlim denilsin diye öğrendin; Kur’ân’ı da, ancak o kārîdir, kırâat
ehlidir denilsin diye okudun. Gerçekten, öyle de denildi.»
Sonra hakkında
emrolunur ve ateşe, yani cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
Üçüncüsü; Cenâb-ı
Hakk’ın kendisini (imkân bakımından) genişlettiği, malın her çeşidinden verdiği
adamdır. O getirilir. Allah ona verdiği nîmetlerini anlatır. O da bunları
îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Öyleyse bunlara
karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–Hakkında infâk
edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak Sen’in yolunda
harcadım.» der.
Cenâb-ı Hak buyurur:
«–Yalan söyledin!
Onları ancak, cömerttir denilesin diye yaptın. Nitekim öyle de denildi.»
Sonra hakkında
emredilir ve cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.” (Müslim, İmâre, 152)
Demek ki gizli şirk
olan riyâ, en makbûl amelleri bile boşa çıkarıp sahibini ilâhî gazaba dûçâr
eder. Bu sebeple mü’min, ibâdet ve tâatlerinde şu ilâhî hitâbın muhtevâsı
içinde bulunmaya azmetmelidir:
“…Artık her kim
Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibadette (kullukta)
hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (el-Kehf, 110)]
Lokman (a.s.)
buyurur:
“Ey oğulcuğum! Yaptığın iş (iyilik veya
kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde
veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin
karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden
haberdardır.”(Lokman, 16)
[Yine âyet-i
kerîmelerde buyrulur:
“Ey Rabbimiz!
Şüphesiz ki Sen, bizim gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilirsin. Çünkü ne
yerde ne de gökte hiçbir şey Allâh’a gizli kalmaz.” (İbrahim, 38)
“Kim zerre miktarı
hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse, onu görür.”
(ez-Zilzâl, 7-8)
Cenâb-ı Hak, bütün
hayırlara tevessül edelim diye ilâhî af, rızâ ve muhabbetinin hangi hayırda
olduğunu gizlemiştir. Rabbimizin rızâsı bâzen çok büyük bir amelde, bâzen orta,
bâzense küçük gibi görünen bir amelde gizlidir. Bu sebeple hiçbir hayır küçük
ve önemsiz değildir. Cenâb-ı Hak, gizli-açık, büyük-küçük, yapılan hiçbir hayrı
zâyî etmez. Mü’min, dâimâ Allah için iyilik yapabilme, hayırların anahtarı,
şerlerin kilidi olabilme arzu ve heyecanıyla, elinden gelen gayreti
göstermelidir.
Öte yandan Cenâb-ı
Hak, bütün günahlardan sakınalım diye gazabının hangi günahta tecellî edeceğini
de gizlemiştir. Gazab-ı ilâhî de bâzen büyük, bâzen orta, bâzense küçük bir
günahta tecellî edebilir. Dolayısıyla küçük günahları hafif görüp önemsememek,
büyük bir aldanıştır. Zira Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Küçük görülen
günahlardan sakının! Çünkü o (küçük günah)lar bir kimsede birikirler de
neticede onu helâk ederler.” (Ahmed, I, 402-403;
V, 331)
Bunun içindir ki Hak
dostları:
“Küçük günahlar terk
edilmeyip ısrarla işlendikçe, artık küçük olarak kalmaz, büyük günah hâline
gelir.” buyurmuşlardır.
Tâbiînden Bilâl bin
Sa‘d g’in şu îkâzı da ne kadar mânidardır:
“Günahın küçüklüğüne
bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”]
Lokman (a.s.)
buyurur:
“Ben hikmeti körlerden öğrendim. Çünkü
onlar değnekleriyle, bastonlarıyla bir yeri yoklamadan adım atmazlar.”
[Hayatın her
safhasında karşılaşılan sayısız günah tuzakları, dikkatli olunmadığı takdirde,
kıyâmet günü elde patlayacak birer bomba mesâbesindedir. Cenâb-ı Hakk’ın
rızâsına uygun olup olmadığına bakmadan, helâl mi haram mı olduğu düşünülmeden
yapılan her hareket böyledir. Mü’min, yapacağı her işi, önce ilâhî ölçülerle
mîzân etmeli, dünyâsına ve ukbâsına faydalıysa yapmalı, aksi hâlde uzak
durmalıdır. Helâl olup olmadığını kontrol etmeden, hiçbir gıdâyı ağzına
koymamalıdır.
Mevlânâ Hazretleri; “Köpek
bile atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.” buyurur. Demek
ki helâl-haram, hayır-şer, hak-bâtıl ayrımı yapmadan menfaatleri peşinde
şuursuzca koşmak, insanı hayvanlardan da aşağı bir duruma düşüren, derin bir
gaflettir.
Yine Mevlânâ
Hazretleri, “Âmâ olan bir kimse bile, noksansız bir Güneş’in doğduğunu
harâretinden anlar.” buyurarak ilâhî ölçülere karşı alık, abus ve
duygusuz kalmanın, en fecî idrâk körlüğü olduğunu ifâde eder. Böyle bir gaflet
ve şaşkınlığa ise kalbi ölmüş olanlardan başkası düşmez. Nitekim Ömer bin
Abdülazîz (r.a.) buyurur ki:
“Haramlar bir
ateştir. Ona ancak kalbi ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o
ateşin acısını muhakkak duyarlardı.”
Velhâsıl mü’min,
ilâhî bir imtihan mekânı olan bu dünyada, âdeta mayınlı bir arazide
yürüyormuşçasına, adımlarına dikkat etmek zorundadır. Zira Rabbimizin bizden
istediği “takvâ hayatı” da bu hassâsiyet ile yaşamayı îcâb ettirir. Şu misal,
takvânın mâhiyetini ne güzel hulâsa eder:
Hazret-i Ömer (r.a.),
bir gün Übey bin Kâ‘b (r.a.)’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey (r.a.) da ona:
“–Sen hiç dikenli bir
yolda yürüdün mü ey Ömer?” der.
Hazret-i Ömer:
“–Evet, yürüdüm.”
karşılığını verince bu sefer:
“–Peki, ne yaptın?”
diye sorar. Hazret-i Ömer (r.a.):
“–Elbisemi topladım
ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını
verir.
Bunun üzerine Übey
bin Kâ‘b (r.a.):
“–İşte takvâ budur.”
der.
Takvânın en güzel
tezâhürü; küfür, nifak ve şirkten, tıpkı ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmak,
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini hakkıyla edâ etmek ve yasaklarından titizlikle
sakınmaktır.]
Lokman (a.s.)
buyurur:
“Ey oğlum! Gönlünü kederlerle ve
üzüntülerle meşgul etme! Aç gözlülükten sakın! Takdîre rızâ göster! Allah
tarafından sana verilene kanaat et ki hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla
dolsun ve hayattan zevk alasın.”
[Rabbimiz buyurur:
“İnsan var ya, Rabbi
kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde
(sevinir); «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını
daralttığında ise (üzülür); «Rabbim beni önemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)
Gönle sevinç veren
tecellî ve hâdiseler karşısında râzı olup, buna mukâbil gam ve keder veren
hâdiseler karşısında hoşnutsuzluk göstermek, kulluk âdâbıyla bağdaşmaz. İnsan,
mânevî olgunluğun zirvesine varmadıkça, bu beşerî zaaftan kolay kolay
kurtulamaz. Nefsini tezkiye edip “Râdıye” makâmına ulaştığında ise, ilâhî
irâdenin hayır veya şer şeklinde tecellî eden bütün kazâ hükümlerine
tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterir, şikâyet ve sızlanmayı unutur. Böyleleri
hakkındaki ilâhî müjde ne büyüktür:
“Ey huzura kavuşmuş
insan! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarımın
arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
Saâdetin şaşmaz
kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tezyîn etmek ve bu
sâyede hayâtın acı-tatlı sürprizlerine karşı rızâ gösterebilmektir. Yine gerçek
saâdet, hayâtın med ve cezirlerini olduğu gibi kabul etmek, meşakkatlerine
tahammül göstermek, yanlışların düzelmesi için gayret etmek, her şeyin güzel
tarafını görmek, kahır içinde gizli lûtuflardan gâfil kalmayıp dâimâ Âlemlerin
Rabbi’ne teslîm olmakla mümkündür.
Mevlânâ Hazretleri ne
güzel buyurur:
“Senin iç dünyan bir
misâfirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere
aldan, ne de gamları dert edin! Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme! Çünkü
gamlar, -sabredersen- senin için sevinç ve neşe hazırlamaktadır.”]
Cenâb-ı Hak cümlemizi,
nefis ve iblisin hile ve tuzaklarını tanıyıp onlardan Rabbine sığınan; isyânı
nefsine, itaati Rabbine gösteren; ne hâlde olursa olsun Hakk’a teslîmiyetin
huzur ve saâdeti içinde yaşayan sâlih kullarından eylesin.
Âmîn!
Dipnotlar: 1. Bkz. Sa’lebî, Arâis, s. 391. 2.
Hâdisenin tafsîlâtı için bkz. Tirmizî, Îman, 8; İbn-i Mâce, Fiten, 12.
Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2012 - Ocak, Sayı: 311, Sayfa: 032
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder