Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğulcuğum!
Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış! Başına
gelenlere sabret! Doğrusu bunlar, azmedilmesi îcâb eden işlerdendir.” (Lokman,
17)
[Bu nasihatiyle Lokman Hakîm, Allâh’ın
farz kıldığı çok mühim ameller olan; namaz, iyiliği tavsiye edip kötülükten
sakındırma ve sabra dikkat çekmektedir.
NAMAZ; dînin direği, mü’minin
mîrâcıdır. Vazgeçilmez bir kulluk vazifesidir. Düşmanla muhârebe esnâsında
dahî terk edilemez.
Namaza devam etmek kadar, namazı tâdil-i
erkâna riâyet ederek huşû ile kılmak da son derece mühimdir. Zira makbul bir
namaz, kalp ve beden âhengi içinde, duygu derinliği ile kılınan namazdır.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak
ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur (ebedî kurtuluşa ermiştir): Onlar ki,
namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)
Sahâbeden Abdullah bin Şıhhîr (r.a.),
Peygamber Efendimiz’in namazdaki huşû hâlini şöyle anlatmaktadır:
“Bir keresinde Rasûlullah (s.a.)’in
yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan
sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 158)
Namaz, Mîrac’da farz kılındı. Allah
Rasûlü’nün namazı da dâimâ bir Mîrac hâlinde, yani Cenâb-ı Hak ile târifsiz bir
vuslat mâhiyetinde idi. “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…”1 buyuran
Efendimiz (s.a.), bu tâlimâtıyla biz ümmetine de Mîrac vasfında namazlar
kılmayı emretmiş olmaktadır.
Yine Efendimiz (s.a.) namazın kalbî
cihetini; “…Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül göstermektir…” şeklinde
târif buyurmuştur.2 Demek ki mü’min, namazda Âlemlerin Rabbi’nin huzûruna
durduğunun farkında olmalı, O’ndan gayrısıyla alâkasını kesmeli, kendi
hiçliğini idrâk ederek büyük bir tevâzû, mahviyet, tâzîm, huşû ve ilticâ
hâlinde bulunmaya dikkat etmelidir. Kendisinin zayıf, hakir ve âciz bir varlık
olduğunu ve her nesi varsa hepsinin Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olduğunu îtirâf
duygularıyla rükû ve secdeye varmalı, secdede âdeta benliğini yerle bir ederek
Hak’ta fânî olmalıdır. Namazı, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmakla şereflenmek ve
ilâhî feyizlere nâil olmak iştiyâkıyla edâ etmelidir.
Ayrıca kendimizi tamamen namaza vermek,
namazdaki tekbirlerin, tesbihâtın, okunan duâ ve âyetlerin mânâ iklîmine
girmeye gayret etmek ve böylece bu mühim ibadeti duygu derinliği içinde ve bir
Mîrac heyecanıyla edâ etmek gerekir. Namazla böylesine bir bütünleşmenin misâli
sadedinde, Mîrac’da tecellî etmiş olan Tahiyyât’ın namazda okunma âdâbına dâir
bir ölçüyü, Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle ifâde eder:
“Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in (Mîrac’da)
Allah Teâlâ’ya arz ve takdîm etmiş olduğu tâzîmi, yani Tahiyyât’ı, namaz
kılan kişi kendi hesâbına (yani kendi adına bizzat Cenâb-ı Hakk’a) takdîm
etmelidir. (Kendisini dışta tutarak) başkasının sözünü (veya bir hâdiseyi)
naklediyor gibi okumamalıdır. (Tahiyyât’ın mânâsıyla bütünleşerek Mîrac’daki o
tecellîleri âdeta kendisi yaşarcasına okumalıdır.) Cenâb-ı Hakk’ın
(mukâbeleten) Efendimiz’e buyurmuş olduğu selâmı, Peygamber Efendimiz’in de
ilâhî selâma verdiği cevâbı ve Cebrâîl (a.s.)’ın kelime-i şehâdetini hep kendi
tarafından (kendisi adına) okumalıdır.”3
Namazı yüksek bir kalbî rikkatle îfâ eden
Hak âşıklarının bu ibadetten aldıkları mânevî zevki Mevlânâ Hazretleri şöyle
ifâde eder:
“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın.
Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez; beş yüz bin
vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”
Bizim de bu vuslat lezzetinden bol bol
istifâde etmemiz için Cenâb-ı Hak insanın beden yapısını, secde etmeye en
elverişli şekilde yaratmış ve Yüce Zât’ına yakınlığa vesîle olacak keyfiyette
secde etmemizi emretmiştir.
Rabbimiz, lâyıkıyla edâ edilen bir namaza
dâir şöyle buyurmaktadır:
“...Namazı
(dosdoğru) kıl! (Kâmil mânâda kılınan) namaz, fahşâdan (hayâsızlık, edepsizlik,
fuhşiyattan) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvip etmediği her şeyden
insanı) alıkoyar...” (el-Ankebût, 45)
Dolayısıyla dosdoğru kılınmış makbul bir
namaz, kötülük ve hayâsızlıktan uzak duran kimsenin kıldığı namazdır. Namazın
kişiyi kötülüklerden alıkoyması ise; bu ibadet esnâsında fiilen idrâk edilen
kulluk şuurunun, namazdan sonra da devam ettirilmesine bağlıdır. Eğer bir kimse
hem namaz kılıyor hem de hak-hukuk çiğneyip Allâh’ı gazaplandıracak cürümlere
devam ediyorsa, o, gerçek mânâda namaz kılmıyor demektir. Namazı böyle gâfilâne
kılanlar hakkında Yüce Rabbimiz:
“Yazıklar
olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar!” (el-Mâûn, 4-5) buyurmaktadır.
Lokman Hakîm’in nasihatinde ikinci olarak
dikkat çektiği EMR Bİ’L-MA‘RÛF, NEHY ANİ’L-MÜNKER, yani dînin iyi ve güzel
gördüğü şeyleri tavsiye edip buna mukâbil kötülükten, günahlardan, şer ve
bâtıldan men etmeye çalışmak da, her mü’minin aslî vazifelerindendir.
Mânen belli bir olgunluğa ulaşmış olan bütün
sâlih mü’minler, sırf kendi kurtuluşlarıyla yetinmeyip etraflarında kurtaracak
başka ruhlar ararlar. Zira kendi kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşu
için gayret etmekten geçtiğinin idrâki içinde yaşarlar. Bu vazifeyi, en tabiî
bir îman mes’ûliyeti olarak görürler.
Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine
lûtfettiği -başta îman ve Kur’ân olmak üzere- bütün nîmetleri onlardan mahrum
bulunanlara ulaştırmaya çalışmak, kulun Rabbine en güzel bir şükür ifâdesidir.
Fakat Es’ad Erbilî Hazretleri’nin de ifâde
buyurduğu üzere;
“Şükür sadece «Yâ Rabbi, Sana şükürler
olsun!» demek değildir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lûtfettiği (göz, kulak,
dil, kalp, akıl, sağlık ve hayat başta olma üzere) bütün nîmetleri yaratılış maksadı
istikâmetinde kullanmak demektir. Bununla birlikte şükrün en makbulü ise sârî
olan, yani din kardeşlerine fayda veren (hizmetler ve ictimâî) ibadetlerden
ibârettir.”4
Hakkı ve hayrı tavsiye edip şer ve
bâtıldan sakındırmaya çalışma hizmeti de ictimâî ibadetlerin en başında
gelmektedir. Fakat bu hizmeti îfâ edecek mü’minlerin, şahsiyet, karakter, hâl
ve davranışları itibâriyle İslâm’ı temsil edebilecek keyfiyette olmaları, yani
İslâm’ı evvelâ yaşayışlarıyla sergilemeleri şarttır. Nitekim Mevlânâ Hazretleri
de:
“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden
iyidir.” buyurarak tebliğ ve irşad hizmetlerindeki tesir bereketinin
sırrını hulâsa etmiştir.
Lokman Hakîm’in nasihatinde son olarak
dikkat çektiği SABIR mevzuuna gelince; Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde en çok
durulan hususlardan biri olan sabır, değişen acı-tatlı şartlar karşısında kalbî
muvâzeneyi bozmamak, kulluk dengesini ve gayretini muhafaza etmektir. Hastalık,
fakirlik, felâket ve musîbetlerle, bilhassa dînin tebliği ve gâfillerin îkâzı
sırasında karşılaşılan eziyetlere Allah için katlanmak; kulunu bunlarla imtihan
eden Allah Teâlâ’nın rızâsını celbeder. Böyle durumlarda mü’min, dâimâ
peygamberlerin yaşadıkları ağır imtihanları, geçtikleri çile çemberlerini
düşünerek kalbî muvâzenesini korumalı, azim ve gayretini tazelemelidir.
Mevlânâ Hazretleri, peygamberlerin en
mühim vazifesi olan tebliğ ve irşâdın ne büyük bir sabır işi olduğunu ifâde
sadedinde:
“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir.
Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten (başlı başına bir) belâdır.” buyurmuştur.
Fakat yine Mevlânâ Hazretleri, bu gibi
iptilâlara sabırla tahammül göstermenin insana kazandırdığı kemâlâtı ifâde
sadedinde de:
“Gülün dikene katlanması, onu güzel
kokulu yaptı.” buyurmuştur.
Zira gül, dikene tahammülü sâyesinde
terbiye ve tezkiye olur. Mü’minin mânevî terakkîsinin en mühim şartı da sabır
süzgecinden geçmek, yani Allah yolunda başına gelen sıkıntılara âhiretteki
mükâfâtını düşünerek sabırla katlanmaktır. Şikâyeti, isyânı, sızlanmayı bir
kenara bırakmaktır.
Öte yandan insanı âciz bırakan
musîbetlere, fakr u zarûrete sabır kadar; nefsi palazlandırıp azgınlığa
sürükleyebilecek olan zenginlik, gençlik, sıhhat ve rahatlığa karşı sabır da
çok mühimdir. Hattâ bu durumda, nefis daha kuvvetli olduğundan, onun azgın
ihtiraslarına set çekebilmek ve günahların şiddetli câzibesi karşısında onu
dizginleyebilmek; nefsin zayıf olduğu fakirlik, hastalık veya ihtiyarlık
hâllerine kıyasla çok daha zordur. Dolayısıyla mü’min, hangi şartlar altında
olursa olsun, nezih bir takvâ hayatı yaşama irâdesini sabırla muhâfaza
etmelidir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Mide (fazla)
dolarsa, tefekkür uykuya dalar. Âzâlar da ibadetten geri kalır!”
[Tasavvufta nefsi terbiye edip rûhu
inkişâf ettirme yoluna girebilmenin en mühim düsturlarından üçü;
1) Az yemek,
2) Az uyumak,
3) Az konuşmaktır.
Lokman Hakîm’in bu nasihatiyle dikkat
çektiği az yemek, bütün peygamberlerin, sahâbenin, evliyâullâh’ın ve sâlih
kulların şiârıdır. Günümüzdeki pek çok hastalık ve buhranların sebebini teşkil
eden ve nice azgınlık ve taşkınlıklara yol açan oburluk, yeme-içmede israf ve
her canının çektiğini yemek; takvâ ehli sâlih zâtların tanımadığı bir hayat
tarzıdır.
Vücudu aşırı beslemek, insanın gönül
âlemine kasvet verir, kalbi hantallaştırır, nefsâniyeti azdırır, rûhâniyeti
yaralar, tefekkürü zaafa uğratır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (s.a.)
şöyle buyurmuşlardır:
“…Biz, acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz.
Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.”(Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III,
299)
“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli
bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma
yeter. Şayet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini
yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî,
Zühd, 47)
“Mü’min, bir bağırsağı ile kâfir ise yedi
bağırsağı ile içer.” (Müslim, Eşribe, 186)
Bu sebeple yeme-içme hususunda ölçüyü
kaçırmamak, makbul bir kulluk hayatı için zarûrîdir. Zira aşırı dolu bir
mideyle, Hakk’a kulluğun özünü teşkil eden acziyet, ihtiyaç, hiçlik ve yokluğun
lâyıkıyla idrâk edilmesi, tevâzu ve mahviyet duyguları içinde dergâh-ı ilâhîye
yönelebilmek, Allah korkusu ve sevgisiyle ürperip gözyaşı dökebilmek mümkün
değildir.
Yani aşırı tok bir mideyle zâhiren ne
kadar ibadet edilirse edilsin, onun gönül feyzi ve huşû hâli noksan olur. Bu
ise zâhiren çok gibi görünen nice ibadetin, hakikatte noksan veya kusurlu
olmasına sebebiyet verir. Bu bakımdan ibadetleri huşû ile edâ edebilmek,
tefekkürde derinleşerek ilâhî hikmet ve ibretlerden lâyıkıyla feyz alabilmek
için, helâl ve az bir gıdâ ile iktifâ etmek şarttır.
Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati ne güzel
ifâde eder:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma!
Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye
bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”
“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver.
Çünkü onu gereğinden fazla besleyen kimse, sonunda nefsânî arzulara düşüyor ve
rezil olup gidiyor.”]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Horoz
senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise
uyuyorsun!”
[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az uyumak
düstûruna dikkat çekmektedir.
Ne ibretlidir ki Cenâb-ı Hak bizlere bir
îkaz vesîlesi olsun diye, birçok hayvanâtı bile gecenin en feyizli vakti olan
seherlerde uyandırıyor. Ahsen-i takvîm olarak yaratılıp mahlûkâtın en
şereflisi kılınan insanoğlunun bu vakitten gâfil kalması ne hazindir!
Seher vakitleri, zihnin ve kalbin berrak;
idrak ve ifâdenin keskin; hâfızanın kuvvetli; mânevî yollarda ilerlemenin
sür’atli olduğu müstesnâ zamanlardır.
Cenâb-ı Hak seherlerde îfâ edilen zikre,
sâir zamanlardaki zikirden çok daha fazla kıymet vermektedir. Zira yatağın
âdeta bir mıknatıs gibi insanı kendine çektiği bir vakitte ibadetle meşgûl
olabilmek, diğer zamanlara göre daha zordur. Bu sebeple seherleri ihyâ
-tâbir câizse- her kişinin değil er kişinin kârıdır. Seherler; tatlı uykuyu
sırf Allah rızâsı için terk ederek ilâhî huzûra, yalnızca aşk-ı ilâhî sebebiyle
baş koyma zamanıdır. Bu sebepledir ki kulun Rabbine duyduğu hâlisâne
muhabbetin apaçık bir ifâdesidir. Rabbini kâmil mânâda seven bir mü’minin,
derin bir gaflet içinde sabahlara kadar uyuması düşünülemez!
Seherlerdeki namaz, duâ, istiğfar,
kelime-i tevhid, salevât-ı şerîfe, tefekkür-i mevt ve diğer zikirler, rûha
verilen en feyizli gıdâlardır. Kendimizi gafletten muhâfaza edebilmek için,
gündüzlere de bu mânevî enerji ile girebilmek pek mühimdir.
Gönüldeki Allah muhabbetinin seviyesi
ne kadarsa, muhakkak ki gece namazına ve tesbîhâta rağbet de o derecede
tezâhür eder.
Bir kimse İbrahim bin Edhem
Hazretleri’ne:
“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir
çâre öğret.” deyince şu cevâbı alır:
“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri
O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir.
Günahkârlar bu şerefi hak edemezler!”
Gece ibadetinin mânevî hazzını ve feyzini
tadan sâlih zâtlar, seherlerin hiç bitmemesini arzu etmiş, tefekkür-i mevtte
derinleşmenin getirdiği hissiyât ile de; “Ben ölümden korkmazdım, lâkin o,
benimle gece namazımın arasına girmektedir.” demişlerdir.
Hakîkaten herkes uyurken ibadetle meşgul
olmak, Rabbimiz’in çok husûsî muhabbet ve mârifet meclisine dâhil
olan seçilmiş kullarından olmak demektir. Bu sebeple gönül ehli
nazarında seherlerden daha feyizli bir zaman olamaz. Bu hususta âyet-i
kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Gecenin
bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et! Şu
insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti)
ihmâl ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27)
“(O
muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını
(tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rab’lerine, azâbından korkarak
ve rahmetini umarak duâ ederler...” (es-Secde, 16)
“(O
muttakîler) geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra
devam ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)
Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz de
seherlerin gönül feyzinden mahrum kalmamamız için şu tavsiyede bulunmuşlardır:
“Gece ibadetine dikkat ediniz! Çünkü
o, sizden önceki sâlih kimselerin âdetidir. Şüphesiz gece ibadete
kalkmak, Allâh’a yaklaşmaya vesîledir. (Bu ibadet) günahlardan alıkoyar,
hatâlara kefâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî,
Deavât, 101)
Seher vakitlerini ibadetle ihyâ etmekten
geri kalmak ise, mühim bir kayıp ve hüsrandır. Şu hâdise, bu gerçeğe ne güzel
işâret etmektedir:
Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.)
buyurur:
“Allah Rasûlü’nün sağlığında rüyâ gören
bir kimse, onu Peygamber Efendimiz’e anlatırdı. Ben de bir rüyâ görmeyi ve onu
Efendimiz’e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekâr bir delikanlı idim ve
mescidde uyurdum.
Bir defasında rüyamda iki melek beni
cehenneme götürdüler. Baktım ki o, kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi
iki direği vardı. Şaşırdım, orada kendilerini tanıdığım bir kısım insanlar da
bulunmaktaydı. Ben:
«–Cehennemden Allâh’a sığınırım!
Cehennemden Allâh’a sığınırım!» diye haykırdım. O sırada bir başka melek gelip
bana:
«–Korkma, sana bir şey olmayacak!» dedi.
Bu rüyâyı ablam Hafsa’ya anlattım, o da
Allah Rasûlü’ne anlatmış. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuş:
«–Abdullah ne güzel ve ne iyi bir
adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!..»”
Abdullah (r.a.), o günden sonra gecenin
büyük bir kısmını ibadetle geçirir, çok az uyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 19)
Velhâsıl mü’min, seherlerini Allah ve
Rasûlü’nün tâlimatları istikâmetinde değerlendirebilirse gecesi gündüzünden
daha nurlu, daha aydınlık olur. Nitekim büyük velîlerden Bâyezîd-i Bistâmî
Hazretleri; “Geceler gündüz hâline gelmeden bana hiçbir sır fetholunmadı.” buyurmuştur.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Sükût
ettiğim için aslâ pişman olmadım. Söz gümüşse sükût altındır.”5
“Sükût, hikmettir;
ancak yapanı az bulunur.”6
[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az
konuşmak düstûruna dikkat çekmektedir.
Sükût; âlimlerin süsü, câhillerin
örtüsüdür. Sükût zırhına bürünen insan, pek çok tehlikeden korunmuş olur.
Bilhassa haset ehlinin zehir saçan nazarlarından kurtulur. Bu itibarla insan
çok konuşmaktan ziyâde, bol bol sâlih ameller işlemeli, hayırlı ve güzel işler
ortaya koymalıdır. Yoksa bol bol konuşup da yapacağı güzel şeyleri anlatmaktan,
onları yapmaya fırsat bulamayan bir insan, derin bir gaflet ve aldanış içinde
demektir.
Nefsi dizginleyerek yapılan bir sükût,
yerine göre câhillere verilmiş en fasih bir cevap olur. Nitekim İslâm âlimleri;
“Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur.” demişlerdir. Şu hâdise bunun ne
güzel bir misâlidir:
Bir gün Rasûlullah (s.a.), ashâb-ı
kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebû Bekir’e hakaret etti.
Ebû Bekir (r.a.) cevap vermeyip sükût etti. O kimse ikinci defa aynı şekilde
hakaret etti. Ebû Bekir (r.a.) yine sükût etti. Adam üçüncü defa hakaret edince,
Ebû Bekir (r.a.) daha fazla dayanamayıp ona hak ettiği cevâbı verdi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) hemen oradan kalkıp yürümeye başladı. Hazret-i Ebû
Bekir (r.a.) ardından yetişerek:
“–Yâ Rasûlâllah, yoksa bana darıldınız
mı?” deyince Rasûlullah (s.a.) Efendimiz:
“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek
inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap
veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan
geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd,
Edeb, 41/4896)
Öte yandan, susmak gerekirken konuşmak
kadar, konuşmak gerekirken susmak da ayrı bir hatâdır. Zira hakkın zâyî olacağı
durumlarda yanlışa müdâhale etmeyip sessiz kalmak, ağır bir vebâl sebebidir.
Nitekim Ebû Ali ed-Dekkâk Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Hakkı söyleme mevkiinde olup da susan,
dilsiz şeytan gibidir.”
Konuşmak veya sükût etmek bahsinde mü’minler
olarak hepimizin ölçüsü; Peygamber Efendimiz’in şu tâlimâtına riâyet etmek
olmalıdır:
“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi,
ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îman, 74)
Dolayısıyla insanın mutlakâ konuşması
lâzımsa, sükûttan daha kıymetli olan, kalplere huzur verip ruhları dinlendiren
hikmetli sözler söylemelidir. Böyle güzel sözler söyleyebilmek için de evvelâ,
hikmetli sözleri rûha sindirerek yaşamak îcâb eder. Nitekim Cenâb-ı Hak da
insana, çok dinleyip az ve öz konuşması için iki kulak, bir dil bahşetmiştir.
Bu hakîkate dikkat edilmediği takdirde ise, Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin ifâdesiyle:
“Her kim düşünmeden konuşursa, sözü çoğu
kere yanlış olur.”
Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir
(r.a.) da:
“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne
zaman söylediğini iyi düşün!” buyurmuştur.
Ayrıca sözü haddinden fazla uzatmak,
insanı kısa zamanda gözden düşürür. Zira Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi; “Uzun
sözü, maksadını anlatamayan söyler.” Böyle uzun konuşanı da kısa dinlemek
gerekir.]
Cenâb-ı Hak, sükûtumuzu tefekkür,
bakışımızı ibret, konuşmamızı hikmet eylesin. Ömür sermâyemizi rızâsı
istikâmetinde en verimli şekilde değerlendirme firâsetini hepimize lûtfeylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Buhârî, Ezân, 18. 2.
Tirmizî, Salât, 166. 3. M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 33, no:
10. 4. M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 67, no: 38. 5. Ahmed, ez-Zühd,
s. 44, no: 272. 6. Ahmed, ez-Zühd, s. 88, no: 545.
Osman
Nûri Topbaş
Altınoluk
- 2012 - Nisan, Sayı: 314, Sayfa: 032
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder