Padişah biraz düşünceli sanki.
Ellerini arkasına atmış, bir sola
yürüyor, bir sağa. Bunda bir iş var.
Vezirini çağırıyor. Hâlâ düşünceli el
pençe huzura geliyor vezir. Padişah başını kaldırıyor, bir an duruyor, vezirin
gözlerine bakarak soruyor.
- Hızır hayatta mıdır?
Vezir bir an duraklıyor ve cevap veriyor:
- Söylenenlere göre hayattadır sultanım.
Padişah koltuğuna otururken konuşuyor:
- Hızır’la görüşmek istiyorum. Ne yapıp
edip, bana Hızır’ı bulacaksın!
Yutkunuyor vezir:
- Bu işi benim halletmem çok zor
hünkarım. Ama Şeyhülislam Efendi, onun mutlaka bir bildiği vardır.
Kapıdan bekleşenlerden birisi hemen
dışarı koşuyor. Az sonra Şeyhülislam önde, o arkada, geri dönüyorlar.
Şeyhülislam da çaresiz boynunu büküyor.
- Hızır’ı bulmak kemalat işidir sultanım.
Nice ilim sahipleri onun yüzünü bile görememiştir. Ama öyle gönül ehli zatlar
vardır ki, istedikleri an görüşürler Hızır’la. Bana biraz mühlet verin, Hızır’ı
bulup getirebilecek birini bulayım size…
Ülkenin dört bir yanına tellallar
gönderiliyor. Hızır’ı bulup saraya getirebilenin mükâfatlandırılacağı ilan
ediliyor. Beklemeye başlıyorlar. Nihayet fakir bir zat Şeyhülislam’ın huzuruna
giriyor.
- Hızır’ı aradığınızı duydum, beni
padişahla buluşturun.
Şeyhülislam sevinçle ellerinden tutuyor
mübarek zatın, padişahın huzuruna çıkarıyorlar. Diyor ki o kişi:
- Sultanım, bana kırk gün mühlet verirseniz,
Hızır’ı bulup size getirebilirim.
Padişah kabul ediyor, ama adamın bir
şartı daha var:
- Kırk gün boyunca siz sarayda ne yiyip
içiyorsanız, bir mislini bizim eve de göndereceksiniz…
Evine gelince içini bir endişe kaplıyor
fakir adamın. Bu işin sonunun düşünüp korkmaya başlıyor. Kapı çalışıyor o
esnada. Bir dolu adam kap kap yiyeceklerle kapının arkasında duruyorlar. Evin
hanımı şaşkın. Efendisine bu işin hikmetini soruyor. Gülümsemeye çalışıyor
adam:
- Sorma hanım, kırk gün boyunca biz de
padişah gibi yiyip içeceğiz. Ama kırk gün sonra başımıza neler geleceğini Allah
bilir.
Hadiseyi baştan sonra anlatıyor. Kadın
endişeyle soruyor:
- Sen Hızır’ı bilir misin efendi?
- Bilmem.
Ayağa kalkıyor kadın telaşla:
- Ne cesaretle yaptın bu işi!
Adam kafasını kaldırıp derin bir nefes
alıyor.
- Allah kerimdir hatun, fukaralıktan
bıktım yoruldum artık. Padişahın Hızır’ı bulacak bir adam aradığını duyunca,
ömrümüzde kırk gün olsun saray yemeği yiyelim dedim. Allah’a, Rasulullah’a,
Hızır Aleyhisselam’ın ruhaniyetine sığındım, bir hatadır yaptım işte. Allah
Büyüktür…
Gözleri doluyor adamın. Kadın sofrayı
kurarken kocasına bakıyor:
- Kırk gün çabuk geçer bey, Allah
yardımcın olsun.
Kırk günün sonunda adamın evinin önüne
iki atlı getiriyorlar, biri fakire, diğeri Hızır için. Adam atları getirenlere
biraz beklemelerini söylüyor. Eve dönüp bir güzel abdest alıyor, iki rekat
namaz kılıp ellerini açıyor Rabbi’ne:
- Ey kulunun gönlünü bilen Rabbim,
Habibin’in yüzü suyu hürmetine, beni Sultan’ın huzurunda mahcup etme…
Duasını bitirip, karısıyla helalleşiyor.
Kadın ağlamaklı…
Fakirin yalnız geldiğini görünce adamlar
Hızır’ın nerede olduğunu soruyorlar: “Bu, Sultan’la benim aramdadır, saraya
gidelim.” diyor fakir.
Padişah heyecan içinde. Etrafında bir
sürü kalabalık. Nihayet Hızır’ı görecekler. Bir koşuşturmaca, bir gürültü, bir
heyecan… İşte adam geldi. Padişah onun yalnız olduğunu görünce şaşırıyor.
- Hızır nerede?
Adam iki büklüm, mahcup, gözlerini yerden
kaldıramıyor. Padişaha bir-iki adım daha yaklaşıp konuşmaya başlıyor:
- Sultanım, ben ömrüm boyunca Hızır’ı hiç
görmedim. Fakirlikten perişan haldeydik. Nefsime uydum, kırk gün sizin gibi
yaşamak istedim. Sizin asalet ve sultanlığınızın izzetine sığınıyorum. Beni
hoşgörün, affedin, Allah sizi Hızır’a kavuştursun.
Kalabalık homurdanmaya başlıyor. Padişah
celalli:
- Kırk gün bizi ne diye oyaladın? Niye
hakkından gelemeyeceğin bir işi vaad ettin? Madem fakirsin, gelip bir ihsan
isteseydin bizden! Kırk gün bizi oyalamak olur mu?
Padişah küplere binmiş vaziyette.
Şeyhülislam perdenin arkasında saklanıyor. Fakir başını kaldırıp bakamıyor.
Padişah öfkeyle baş vezirine döndü:
- Şimdi buna ne ceza verelim?
Fakir adam korkuyla cevabı bekliyor. Baş
vezir padişahtan daha kızgın:
- Onu parça parça edelim sultanım. Her
parçasını şehrin bir ucuna dikelim. Herkes anlasın Sultan’a yalan
söylenmeyeceğini…
O sırada bir çocuk ileriye çıkıyor
kalabalığın arasından. Saray erkânından birinin çocuğu olmalı bu. Belki de
misafirlerden birinin yanında gelmiştir. Ne kadar da masum bir yüzü var… Bir
şey söyleyecek sanki. Ve konuşuyor. Bir çocuktan beklenmeyecek bir ses tonuyla
konuşuyor:
- Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Padişah ikinci vezirine dönüyor:
- Sen söyle, ne ceza verelim bu adama?
İkinci vezir Baş vezirden aşağı kalacağa
benzemiyor. Gözlerini kısarak, konuşmaya başlıyor.
- Sultanım, onu parçalayıp ellerini
dibekte dövelim. Keşkek yapıp, şehrin dört köşesine bırakalım sonra. Kimse bir
daha böyle bir şey yapmaya cesaret edemesin.
Aynı çocuk yine ileri çıkıp, aynı şeyi
bir daha söylüyor:
- Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Padişah üçüncü vezirine bakıyor bu kez:
- Sen ne dersin?
Asil bir adama benziyor üçüncü vezir,
gözlerinde merhamet var. Tane tane konuşmaya başlıyor.
- Diğer vezirleriniz doğru söyler.
Sultan’ı kandırıp kırk gün oyalamak elbette az bir suç değildir. Ama bana
sorarsanız, size düşen af ile muamele etmektir. Affetmek peygamberlerin
sıfatıdır sultanım.
Üçüncü vezir sözünü bitirirken çocuk bir
kez daha geliyor:
- Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Çocuğun ortaya gelip sürekli aynı şeyi
söylemesi padişahın dikkatini çekiyor. Adama dönerek soruyor: “Bu çocuk senin
neyin olur?” Yavaşça başını kaldırıyor adam. Üçüncü vezirle göz göze
geliyorlar. Biraz rahatlıyor sanki.
- Ben bu çocuğu tanımam efendim. İlk defa
görüyorum. Herhalde buradakilerden birinin oğludur.
Padişah çocuğa dönüyor bu kez:
- Sen kimsin çocuk? Vezirlerimin üçü de
başka başka şeyler söylediler, ama sen her defasından “aslı aslına, nesli
nesline, hu” dedin. Bu ne demektir?
Çocuk Padişah’a biraz daha yaklaştı.
Kalabalık çocuğu görmek için halkayı biraz daha daralttı. Çocuk konuşmaya
başladı:
- Sultanım, benim kim olduğumdan evvel,
vezirlerinizin kimler olduğunu öğrenin.
Herkes şaşkınlık içinde çocuğa bakarken,
o tane tane konuşmaya devam etti:
- Baş vezirin bir kasabın oğludur. Babası
et kesip parçalardı. O da babası gibi kırmaktan, parçalamaktan başka iş bilmez.
Teklifi buna göre oldu. İkinci vezirin bir aşçının oğludur. O da babasına
benzer; ezmeye, pişirip kaynatmaya meyillidir, teklifi de bu istikamette idi.
Üçüncü vezirine gelince, o bir vezirin oğludur. Yani asil, olgun bir zatın
oğlu. Onun teklifi ise bu asalete uygun oldu.
Bana gelince, ben aramakta olduğun
Hızır’ım. Allah bu fakir adamın hatırına buraya gelmemi emretti. Şimdi sana
nasihatim şudur: Birinci vezirini saraya kasap başı, ikinci vezirini aşçıbaşı
yap. Şu fakir adamdan da ihsanını kesme, o sabırlı ve güzel bir adamdır.
Hızır sözlerini bitirdiğinde herkes
şaşkınlık ve hayret içinde… Kalabalık adeta taş kesilmişken, çocuk birden
ortadan kayboluyor. Sarayın dört bir köşesini arıyorlar, ama nafile…
Satır Arası Hikayeler - Serdar TUNCER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder