Bütün bilgelere danıştı. Nerede bir kitap bulduysa okudu. Ok
atmakta usta olduğunu duyduğu kim varsa, yanına gitti. Büyük bir okçunun
arkadaşı olduğu söylenen ihtiyar bir adamı ölmek üzereyken bulup, isteğini
anlattı.
Konuştuğu herkes, bu işi öğrenmek istiyorsa, dağların ardında
yaşayan o yaşlı adamı, o büyük ustayı bulması gerektiğini söylüyordu.
Adam dünyanın en büyük okçusu olmaya kararlıydı. Karısıyla
vedalaştı, yol hazırlıklarını yaptı, tarif edilen dağın yolunu tuttu. Günlerce
yürüdükten sonra ustanın yaşadığı yere geldi.
Etrafı ağaçlarla çevrili, önünde ufacık bahçesi, yıkılmaya yüz
tutmuş bir kulübeydi burası. Bir-iki seslendi, cevap veren olmadı. Kulübenin
penceresinden içeriye baktı, etrafı inceledi, çiçekleri seyretti, hâlâ
gelen-giden yoktu. Bir ağacın gölgesine uzanıp, hayaller içinde beklemeye
başladı. Yorgundu, az sonra uyuyakaldı.
Gözlerini açtığında, başucunda dikilmiş, kendisini seyreden biri
vardı. Eski ama tertemiz giysiler içinde yaşlı bir adam. Bu Büyük Usta olmalıydı.
Hemen toparlandı, saygıda kusur etmemeye çalışarak kendini tanıttı. Niçin
geldiğini, okçuluğa olan merakını, okuduğu kitapları, her şeyi bir çırpıda
anlattı.
Usta hiçbir şey söylememiş, bir tek soru bile sormamıştı, hatta
onu dinlemiyor gibiydi. Elindeki değnekle yere bir şeyler çiziyor, yüzünü
ekşitiyor, sürekli uzaklara bakıyordu. Sonra birden kalktı, kulübesine doğru
yürümeye başladı. Tam kulübenin önüne geldiğinde bir an durakladı, başını
çevirmeden seslendi:
- Gözlerini kırpmamayı öğren, öyle gel!..
Bunca yolu bunun için mi geldim, diye düşündü adam. Sonra hak
verdi Büyük Usta’ya, bir bildiği vardır herhalde, deyip evine döndü.
Gözlerini kırpmamayı öğrenecekti, ama nasıl? Hayli zaman düşünüp
taşındıktan sonra şöyle bir yol izlemeye başladı: Eşinin dikiş makinesinin
üstüne başını koydu. İğne inip kalktıkça gözlerini biraz daha yaklaştırarak
bakmaya çalıştı. Her gün biraz daha uzun süre gözünü kırpmadan bakmayı
başararak, tam dört sene boyunca bütün vakitlerini böyle geçirdi. Sonunda
başarmıştı. İğne neredeyse kirpiklerine değiyor, ama o gözlerini hiç
kırpmıyordu.
Adam tekrar Büyük Usta’nın ardında yaşadığı dağın yoluna
düştüğünde, şehirdekiler onun iki kirpiğinin arasına ağ yapan küçük örümceği
konuşuyorlardı.
Bu kez Usta’yı kulübesinde buldu. Olanları anlattı. Heyecanlıydı,
fakat bir takdir sözü duymak için boşuna bekledi. Usta ocağa odun atarken o
hayal kurmaya başladı; birazdan, evlat, diyecekti, okunu ve yayını al, peşimden
gel. Birlikte dışarı çıkacaklar, okçuluğun incelikleri üzerine konuşmaya
başlayacaklardı. Usta ona yatacak bir yer gösterecekti sonra. Senelerce
sabahtan akşama kadar çalışacaklardı. Ama sonunda şehre döndüğünde herkes
dünyanın en büyük okçusunu alkışlayacaktı. Ağzı kulaklarına varıyordu adamın.
Karısı onunla gurur duyacak, bir sürü öğrencileri olacaktı, kitaplar yazacaktı
ve daha neler neler...
Usta’nın sesiyle kendine geldi, düşündüklerini belli etmemeye
çalıştı. Büyük Usta gelip adamın karşısında durdu, gözlerini gözlerine dikti ve
dedi ki:
- Şimdi küçük şeyleri büyük, büyük şeyleri daha büyük görmeyi
öğren, sonra gel...
Dağdan aşağı yürürken düşünceliydi adam. Anlaşılan, ok ve yayı
eline alması için birkaç sene daha sabretmesi gerekecekti. Ama bu kez hiç
değilse konuşurken yüzüne bakmıştı büyük usta. Bunu düşününce mutlu oldu. Bu
ilerlediğinin işareti olmalıydı.
Eve geldiğinde karısı hiddetle üzerine yürüdü adamın. Ne zamana
kadar devam edecek, diyordu, vazgeç bu sevdadan artık! Bizim halimiz umurunda
mı, şimdi ne yapacaksın, sırada ne var?
Karısı konuşurken, o ne yapacağını bulmuştu. Bir saman çöpü aldı,
küçük bir böceği taktı çöpün ucuna. Pencerenin önüne koyup seyretmeye başladı.
Aylar boyunca karısıyla kavga etmediği bütün zamanlan böceği uzaktan seyrederek
geçirdi. Nihayet, tam üç sene sonra, saman çöpünü bir ağaç, böceği bir at kadar
görmeye başladı. Üstelik bütün detayları, bütün görünmez çizgileriyle. Bu ders
de tamamdı işte...
Büyük Usta bu kez kapıda karşıladı adamı, içeri buyur etti.
Dikkatle dinledi.
- Tamam, dedi sonra, sen büyük bir okçusun artık!
Adam şaşırmıştı. Beraber bahçeye çıktılar, büyük usta bir ok ve
yay getirip öğrencisine verdi. Uzaktaki bir ağacı göstererek, şu budağı görüyor
musun, dedi, oku oraya atmanı istiyorum senden. Adam oku yerleştirdi, yayı
gerdi ve attı. Ama ne atış! Tam budağın üstündeydi ok.
Sonra bir daha, bir daha... Attığı her ok bir öncekinin arkasına
saplanmış, ağaçtan kendilerine kadar uzanan bir hat olmuştu.
Sevindi adam, teşekkür etti, minnettarlığını ifade edecek kelime
bulamıyordu. Vedalaşıp yola çıktı. Okçuların en iyisi oydu artık.
Daha yarı yola gelmemişti ki, bir kurt düştü içine; Büyük Usta
yaşadıkça ben dünyanın en büyük okçusu olamam ki, dedi. Geri dönmeye karar
verdi, Büyük Usta’yı öldürecekti.
Uzaktan, yaşlı ustanın bahçede çiçeklerle uğraştığını gördü. Bu iş
kolay olacaktı. Sadağından bir ok çıkardı, yayını gerdi, nişan aldı ve yayı
bıraktı. Ama o da ne? Kendisine doğru gelen oku fark eden Usta bir karşı ok
atmış, oklar havada birbirine çarpıp düşmüştü. Okları tükenene kadar bu hal
böylece devam etti. Sonunda öğrencisinin yanma geldi Büyük Usta ve dedi ki:
- Anladım, dünyanın en büyük okçusu olmak istiyorsun. Eğer benden
de iyi olmak istiyorsan, filan dağın ardına gitmelisin. Orada tepedeki mağarada
falan usta var, git, ondan ders al.
Mahcup oldu adam, utanıyordu. Özür dileyecek oldu, ilk defa
güldüğünü gördü ustasının:
- Git haydi, durma!..
Günlerce yol yürüdü, tarif edilen dağa geldiğinde perişan
haldeydi. Nefes nefese tepeye doğru tırmanırken kayalıkların arasında bir
mağara fark etti. Söylenen yer burası olmalıydı. Yeni ustayı merak ediyordu ki,
seksen-doksan yaşlarında, iki büklüm bir adamın titreyerek mağaranın önüne
gelip bir taşın üstüne oturduğunu gördü. Oraya doğru yürüdü. Masa gibi bir
kütüğün üstüne kollarını dayamış, öylece kendisine bakan bu ihtiyar bir ok ustası
olabilir miydi?
Mağaraya iyice yaklaştı, ihtiyara birkaç adım mesafede durdu.
Başını kaldırıp üstlerinde uçan kuşlara baktı. Sadağından bir ok çıkardı,
yayını gerdi ve okunu bıraktı. Okun vınlamasıyla kuşlardan birinin yere düşmesi
bir oldu. Güldü ihtiyar, titreyen elleriyle kütüğün üzerinden bir yay alır gibi
yaptı, oku yerleştirir gibi, gerer gibi yaptı, kuşlardan birine nişan aldı.
Adam bir ihtiyara, bir kuşlara bakıyordu. Elinde hiçbir şey yoktu ki
ihtiyarın... Birden oku bırakır gibi yaptı, fakat o da ne?! Kuşlardan biri
düşüvermişti! Büyük bir şaşkınlıkla olanları seyrederken, ihtiyar usta ayağa
kalktı, yanına geldi, gözlerinin içine dikti gözlerini ve:
- Evlat, dedi, sen hâlâ ok ve yayla mı okçuluk yapıyorsun?
Adam ihtiyar ustanın yanında tam yedi sene kaldı. Şehre döndüğünde
bambaşka biriydi artık. İnsanların dertleriyle ilgileniyor, öfkelenmiyor, az
konuşuyor, herkesin yardımına koşuyor, sürekli tebessüm ediyordu.
Bir gün bir arkadaşıyla otururken, masanın üzerinde duran bir şey
dikkatini çekti adamın. Bu nedir, diye sordu. Şaşırmıştı arkadaşı.
- Usta, dedi, dalga mı geçiyorsun benimle?
- Hayır hayır, dedi, nedir o?
İyice şaşırdı arkadaşı, ne diyeceğini bilemiyordu. Soru üçüncü kez
tekrarlanınca, çaresiz cevap vermek zorunda kaldı:
- Ok ve yay usta, ok ve yay!..
Serdar Tuncer / Hikayeler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder