Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri buyurur:
“«Çalışıp kazanan, Allâh’ın sevgilisidir.» buyruluyor.
Hakîkatte Allâh’ın sevgilisi olan, çalışıp Allâh’ın hoşnutluğunu kazanandır;
yoksa sırf mal biriktirmek için çalışıp dünya serveti kazanan değil.”
[Mü’min, her
hususta Allah rızâsını hedeflemelidir. Kendi alın teriyle maîşetini temin edip
Allah’tan başka hiç kimseye el açmamalı; alan el değil, veren el olabilme
gayretiyle çalışıp, ihtiyacından fazlasını infâk etmelidir. Bu şekilde niyet ve
gâyesini ıslâh eden bir kulun bütün gayretleri, Allâh’ın rızâsını ve
muhabbetini celbeder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş
vaziyette görmeyi sever.” buyrulmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I,
65)
İnfâkı emreden
âyet-i kerîmeler nâzil olmaya başladığı zaman, verecek hiçbir şeyi bulunmayan
fakir sahâbîler bile dağlardan sırtlarında odun getirip satmış, kazandıklarıyla
infâk edebilmenin vicdan huzurunu yaşamışlardır. Böylece infâk ehli olabilmek
için lâzım gelen asıl sermâyenin, gönül zenginliği ve cömertlik olduğunu fiilen
tebliğ etmişler, Allah (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.)’e olan muhabbetlerini bu
amel-i sâlihleriyle ispat ederek, âdeta canlı bir Kur’ân olmaya gayret
göstermişlerdir.
Diğer taraftan,
kendisi ve âilesinin geçimini temin için elinden gelen bütün gayreti
gösterdiği hâlde kifâyet miktarı bir rızık kazanmaya muvaffak olamayan bîçâre
din kardeşlerimizi de görüp gözetmemiz zarûrîdir. Zira mü’min, mü’mine zimmetlidir.
Şeyh Sâdî ne güzel söyler:
“Arkadaş! Merhamet ve şefkat ehli ol da, sâlih
kişilerin yolunu tut! Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için onun
elinden tutuver!”
Muhtaç durumdaki
din kardeşlerini bulup onlara yardımcı olmak, mü’minler için bir vicdan
borcudur. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna
adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen
kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından
tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her
hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)
Demek ki bir
mü’minin gönlü incelip zarifleşerek öyle bir rikkat ve hassâsiyet kazanmalı ki,
âdeta mânevî bir röntgen gibi, karşısındaki mü’minin duruşundan onun hâlini
anlamalı ve kendisini, onun eksiklerini telâfîye mecbur hissetmelidir.
Velhâsıl, âile
efrâdına, civârındaki muhtaçlara infâk etmek ve Allah yolundaki hizmetlere
destek olup rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için çalışan kimse, Allâh’ın sevgili
kuludur. Yoksa bütün gâye ve çırpınışı, mal-mülk ve servet biriktirip ten
rahatlığına ulaşmak olan hodgâm ve hasis kimseler değil.
Hazret-i Mevlânâ, dünya serveti biriktirmekle
yükseleceğini zanneden ve sırf kendisi için mal toplayan cimrileri, infâka
teşvik için şöyle îkâz eder:
“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet
sahibi olmak, rüyâda define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile
aktarılarak yine dünyada kalır.”
Öte yandan,
îmânın en büyük meyvesi olan merhamet; sadece zayıfa, fakire ve kimsesizlere
acımak değildir. Bir zulüm karşısında asıl acınacak hâlde olan, mazlumdan
ziyâde zâlimin taş kesilmiş vicdânıdır. Bu dünyada asıl acınacak kimseler, daha
fazla kazanma hırsıyla işçisinin, müşterisinin hakkını yiyen zâlim
patronlardır. Asıl zavallı durumunda olan, fânî saltanatlarının esiri olmuş
zâlimlerin kirlenmiş ruhlarıdır. Bir zulüm ve haksızlık rejimi olan kapitalist
sistemde mazlum fakirlerden önce, mütekebbir varlıklıların sefih ruhlarına
acımak ve onların âkıbetlerinden ibret almak gerekir.
Ayrıca mü’minlere
düşen, onların gelgeç ihtişâmına gönlünü kaptırmak değil, bilâkis onları
yumuşak ve münâsip bir lisanla îkaz ve irşâd ederek ıslah olmaları için
çalışmaktır. Zira Cenâb-ı Hak, küfürde Firavun derecesinde olan bir kulunun
bile îkaz, irşad ve tebliğden mahrum bırakılmasına râzı olmamış, ona bile Musâ
(a.s.)’ı gönderip “leyyin” yani gönül alıcı, yumuşak bir üslûpla konuşmasını
emretmiştir. Zulme mânî olmak, hakkı tutup yüceltmek, her müslümanın
vazifesidir. Âdeta selde sürüklenen kütükler misâli istikāmetini kaybetmiş
kimselere, suyun akışı gibi ferahlık veren bir lisanla yön vermeye çalışmak,
bir îman mes’ûliyetidir.
Unutmamak gerekir
ki bu fânî dünyanın maddî saltanatına ulaşmak için ilâhî hudutları çiğneyen
servet sahipleri, -hâllerini ıslah etmedikleri takdirde- âhiretin müflis
dilencileri olacaklardır. Böyle muhterisler için şu ilâhî îkazlar ne kadar da
şiddetlidir:
“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda
harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe,
34)
“(Vay hâline o
kimsenin) ki o, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini
ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.
Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça)
tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 1-7)]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Halkın, Hak Teâlâ’nın rızâsından uzak düşmelerinin
sebebi, (gaflete dalarak) kendilerini Hak’tan uzak tutmaları ve ihtiraslarına
meylederek dünyevî sıkletlerin altında perişan olmalarıdır. Yoksa feyz-i
ilâhîde kusur yoktur, o her an tecellî etmektedir.
Seyyid Emir Külâl
Hazretleri şu misâli verirlerdi:
«Dünya sevgisinin
nemli esintilerinden kurtulmadıkça, vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği
pişirmek için sağlam olarak fırına sürerler. Mânevî tasarruf fırınına giren
çömleklerden bâzıları sağlam, bâzıları da kırık olarak çıkar… Biz, kırık çıkan
çömlekler hakkında da ümitvâr oluruz. Çünkü onları hemen toz yapıp başka bir
çamurla birleştirir, çömlek yapıp tekrar fırına verirler. Sağlam çıkana dek
böyle yaparlar.”
[Kulun Rabbinden
gâfil kalmasının en mühim sebeplerinden biri, gönlünü dünya muhabbetlerine ve
fânî lezzetlere esir etmesidir. Cenâb-ı Hak, dünya nîmetlerini, rızâsı yolunda
sarf edip ilâhî mükâfatlara ulaşma vâsıtası ve ebedî saâdet sermâyesi kılalım
diye lûtfetmiştir. Yoksa vâsıtayı gâye edinerek, nefsânî ihtirasların
hoyratlığı içinde dünyanın gelgeç sevdâlarına ve süflî câzibelerine takılıp
kalmamız için değil.
Yaşamakta
olduğumuz dünya hayatı, ilâhî imtihan îcâbı aşmamız gereken çeşitli engellerle
dolu bir yolculuktur. Yolculuğun nereye olduğunu unutarak dünya
misafirhânesinin tezyinâtıyla aşırı alâkadar olan, fânî hayatın süs ve
yaldızlarıyla gereğinden fazla oyalanan bir kul, ebedî yolculuk için gerekli
hazırlığı yapmaktan gâfil kalır. Kendi eliyle başına büyük dertler alır. Yani
kabirde kendisini sıkıntıya sokacak ve ilâhî mîzan önündeki çetin hesapta
müşkül bir duruma düşmesine sebep olacak pek çok meşgaleye, âkıbetini
düşünmeden atılıverir.
İnsanı Hakk’a
vuslat yolunda en çok geri bırakan da, nefsânî arzuları sebebiyle üzerine
aldığı bu nevî fazla yüklerdir. Bu yüklerin altında ezilmiş bir ruhla mânevî
mesâfeler kat edilemez. Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Hazret-i Ömer
(r.a.)’ın halîfeliği zamanında, Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler
fethedilmiş ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil
olmuştu. Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytü’l-mâl’e akmaya başlamış,
mü’minlerin refah seviyesi iyice yükselmişti. Fakat mü’minlerin emîri Hazret-i
Ömer, devletin ihtişâmına, Beytü’l-mâl’in zenginliğine ve ulaşılan refah
seviyesine tamamen müstağnî bir gönül zirvesinde, yamalı elbisesiyle hutbe
okuyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme ettiriyordu. Çünkü
o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı kabul ediyor ve bununla
da zor geçiniyordu.
Ashâbın ileri
gelenleri, onun bu hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını
artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i
Ömer’in kızı ve Allah Rasûlü (s.a.)’in zevcesi Hazret-i Hafsa (r.anhâ) vâlidemize başvurdular. İsimlerini
vermeyerek, babasına bu teklifi, kendileri nâmına arz etmesini istediler.
Hafsa (r.anhâ),
ashâbın bu teklifini babasına arz etti. Rasûlullah (s.a.)’in açlığını giderecek
bir tek hurma bile bulamadığı günlere defalarca şâhid olmuş bulunan Hazret-i
Ömer (r.a.), kızı Hafsa’ya:
“–Kızım!
Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı
(ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca da, sözlerine şöyle devam etti:
“–İki dost (yani
Rasûlullah (s.a.), Ebû Bekir (r.a.)) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya
benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Hazret-i
Sıddîk) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de
arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem!
Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”1
İşte mânevî
tekâmül yolunda, zühd, riyâzat ve mücâhede gibi terbiye usûlleriyle hedeflenen
de, bu kalbî olgunluğun kazanılmasıdır. Yani, lüks, israf ve gösterişten uzak,
kanaatkâr ve sâde bir şekilde yaşamanın îmandan olduğu şuur ve idrâkiyle,
dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devam ettirebilecek bir kalbî
hassâsiyete sahip olmaktır.
Rivâyete göre
hükümdârın biri, ihtişamlı bir saray yaptırır. Bir Allah dostunu dâvet edip
sarayın her yerini kemâl-i edeple gezdirir. Sonra da:
“–Efendim, sarayı
nasıl buldunuz, bir eksiği-kusuru var mı?” diye sorar. O Allah dostu:
“–Sarayın dünyevî
ihtişâmı gerçekten de göz kamaştırıyor. Kısaca her şey mükemmel. Yalnız bir
eksiği var.” der.
Bu cevâbı hiç beklemeyen
hükümdar şaşırır ve hayret içinde sarayın ne eksiği olduğunu sorar. O Allah
dostu, şu ibretli cevabı verir:
“–Bekāsı yok!..”
Ardından da şu
îkazda bulunur:
“–Şâyet sen bu
sarayı kendi mülkünle yaptırmış isen, bil ki Allah israf edenleri sevmez.» Yok
eğer, devlet hazinesinden masraf ederek yaptırdıysan, bu takdirde de unutma ki
Allah zâlimleri sevmez!..”]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Halk, bizim yolumuzda riyâzet olmadığını söyler.
Hâlbuki Allâh’ın gayrısından ilişiğini kesip, huzur-maallâh’a bağlılığını
(yani Allah ile beraberlik ve her an O’nun huzurunda olunduğu şuurunu) muhâfaza
etmekten daha büyük riyâzet mi olur?
Bütün zâhirî ve bâtınî hâllerini sünnete tâbî kılıp,
nefsine dâimâ muhâlefet üzere ol! Nefse muhâlefet, her ne kadar az bir amel ise
de, sâlik onu büyük bilmelidir. Sâlik, nefse muhâlefete kādir ise, onu da Allâh’ın
tevfik ve inâyetinden bilip şükretmelidir.”
[Riyâzet, nefsi
terbiye etmek için onu çok istediği şeylerden mahrum bırakmak veya maddî haz ve
lezzetleri asgarîye indirebilmektir. Zira insanın iç âleminde -tıpkı bir
terazinin iki kefesi gibi- nefsânî arzular asgarîye indirilmeden rûhî
istîdatlar inkişâf edemez.
Nefse muhâlefetle
ulaşılmak istenen hedef ise rûhî istîdatları geliştirip olgunlaştırarak, nefsi
Hakk’a kulluğa râm etmek ve kullukta huzur ve itmi’nân hâline ulaşmaktır. Bunun
neticesinde kul, gafleti bertaraf ederek, dâimâ ilâhî kameralar altında olduğu
şuur ve idrâkine, yani îmandan ihsâna ulaşır. Riyâzetin aslı, özü, hakîkati ve
gâyesi de, îmânın tecellî mekânı olan kalbe bu seviyeyi kazandırmaktır.
Nefsi terbiye ederek
ihsan kıvamına ulaşmak ve o hâlini muhâfaza edebilmek ise, kulluğun zaferidir.
Kul, bu zaferin, Cenâb-ı Hak’tan kendisine müstesnâ bir nîmet olarak
lûtfedildiğini bilip şükrünü daha da artırma cehdi içinde olmalıdır.]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Tevekkül sahibi, nefsini görmemeli ve tevekkülünü
çalışarak gizlemelidir.”
[Gerçek mânâda
tevekkül ehli bir mü’min, yalnız Rabb’ine güvenir, O’na dayanır, O’na sığınır.
Tedbir ve gayretlerinin, ilâhî takdir karşısında bir “hiç” hükmünde olduğunu
bilir. Fakat bununla birlikte, sebepler âleminin şartlarına riâyet için, tedbir
ve gayretten de geri kalmaz. Zira “Takdîr-i ezel, gayrete âşıktır.” hükmünce,
Rabbimiz bizim samimî niyet ve gayretlerimizi -takdîrine muvâfık düştüğü zaman-
âdeta “biri bin kılarcasına” bereketlendirerek başarıya ulaştırır. Bunun aksine
bir iş ve niyet, ilâhî takdire muvâfık düşmediği durumda, bütün dünya seferber
olsa, ona gerçekleşmek veya başarıya ulaşmak nasîb olmaz.
Bu sebeple kâmil
bir mü’mine yakışan, sebeplere sarılarak sabırla gayrette bulunmak ve neticeyi
Allâh’a havâle etmektir. İşin sonunda maksadını elde edemese bile, bunun ilâhî
takdir îcâbı olduğunu ve belki de kendisi için böylesinin daha hayırlı
olacağını düşünüp isyan ve şikâyeti terk etmektir. Muvaffakıyete ulaştığında
da, gurur, kibir ve şımarıklığa kapılmamaktır. Muvaffakıyeti, cüz’î irâdesiyle
gösterdiği gayretinden ve âciz nefsinden değil, Allah’tan bilip O’na hamd ile
şükretmektir.
Gayret ehli kâmil
mü’minlerin bütün ümitleri Cenâb-ı Hak’tandır. Bununla birlikte onlar, makbul
bir kulluğun alâmet-i fârikası olan “tevâzû ve mahviyet” hâlini korumak için,
tevekkül fazîletlerini, azim ve gayretleriyle gizlerler.
Kâmil mü’minler
nazarında her dâim güvenilecek yegâne mercî, Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı
Hak’tır. Aksi takdirde îmânın bir gereği olan Hakk’a tevekkül ve îtimâdın bir
mânâsı kalmaz. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Aslâ ölmeyecek, hakîkî hayat sahibi ve dâimâ diri
olan Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbîh et!..” (el-Furkan, 58)
Halk dilinde yer
etmiş bulunan; “Adama dayanma ölür, duvara dayanma yıkılır.” sözü
de, fânîlere değil, Bâkî’ye dayanıp güvenme zarûretinin ârifâne bir
ifâdesidir.
Hak Teâlâ,
kullarının yalnızca Yüce Zât’ına güvenip dayanmalarını arzu ettiğini, âyet-i
kerîmelerde şöyle bildirmektedir:
“...Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!”
(İbrahim, 11)
“...Allâh’a tevekkül edene, Allah kâfîdir!..” (et-Talâk,
3)
Peygamber Efendimiz
(s.a.) de:
“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz,
sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok dönen kuşların rızıklandığı gibi
rızıklanırsınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 33/2344; İbn-i
Mâce, Zühd, 14)
Diğer taraftan
tevekkülün, ancak sebepler plânında gerekli olan bütün tedbir ve gayretler
gösterildikten sonra Hakk’a dayanmak olduğunu, gayret ve tedbirden mahrum bir
tevekkülün doğru olmadığını şu hâdiseler ne güzel ifâde eder:
Bir bedevî:
“–Yâ Rasûlâllah!
Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı?” diye sormuştu.
Efendimiz (s.a.) cevâben:
“–Önce bağla,
sonra tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2517)
Tevekkülü yanlış
anlayan bâzı Yemenliler de hacca giderken yanlarına yol azığı almaz ve:
“–Biz Allâh’ın
evini ziyârete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?” derlerdi. Mekke’ye varınca da
başkalarından istemek mecburiyetinde kalırlardı. Bunun üzerine; “...Kendinize
yol azığı hazırlayınız…” (el-Bakara, 197) âyeti nâzil oldu.
Çalışıp gayret etmeden
işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri
Hazret-i Ömer (r.a.);
“–Siz Allâh’a
değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakikî mütevekkil; toprağa
tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır.2]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Yenilecek bir gıdâ, her ne olursa olsun, gafletle,
öfkeyle veya istemeyerek tedârik edilmiş ve hazırlanmış ise, onda
hayır ve bereket yoktur. Zira ona nefs ve şeytan yol bulmuştur. Böyle
bir yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka (feyiz ve huzuru bozacak) çirkin
bir netice meydana gelir. Gaflete dalmadan hazırlanan ve Allah Teâlâ’yı
düşünerek yenen helâl ve hâlis yiyeceklerden, hayır (feyz ve
rûhâniyet) meydana gelir.
İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak
olamayışlarının sebebi; yeme-içmede (harama, şüpheli şeylere
ve kul haklarına kâfî derecede dikkat etmeyişleri ve bu hususta)
ihtiyatsız davranmalarıdır. Her ne hâl olursa olsun, bilhassa namazda huşû,
hudû ve huzur-maallah hâlinde bulunmak, zevkle ve gözyaşı dökerek namaz
kılabilmek; helâl lokmayla beslenmeye ve yemeği Allah Teâlâ’yı
düşünerek pişirip O’nun huzûrundaymış gibi yemeye bağlıdır. Vücûdu
haram (ve şüpheli) lokma ile beslenmiş bir kimse, namazdan bir neşve duyamaz.”
[Eserlerde
nakledildiğine göre Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemeği kendi
elleriyle pişirir, sofra hizmetini de bizzat kendisi îfâ ederdi. Yemek yenirken
sâliklerine;
“–Sofra başında
kendinizi Allâh’ın huzurunda bilin, O’nun verdiği rızkı yediğinizi
unutmayın...” diye nasihat ederdi.
Topluca yemek
yenirken eğer biri gafletle ağzına lokma alsa, Hazret bunu firâsetiyle sezer
ve:
“–Önündeki
yemeği, Allâh’ın huzurunda olduğunu unutmadan ye, Allah’tan gayrı şeyler
düşünme, dâimâ sana senden yakın olan Mevlâ’yı düşün.” buyururdu.
Bu îkazlarıyla
aslında, her hâlükârda ve dâimâ Allâh’ı zikretmek, O’nu düşünmek ve kalben
O’nunla olmak gerektiğini hatırlatmış olur; bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği
rızkı yerken O’ndan gâfil kalmanın, kulluk edebi bakımından çok daha büyük bir
kusur olacağını telkin etmiş olurdu. Nitekim İslâm’ın yemek âdâbında Allâh’ın
adını anarak başlayıp yine O’na hamd ve şükür ile bitirmenin tavsiye edilmiş
olması da, bu hikmete binâendir.
Yine Nakşibend
Hazretleri; şâyet bir yemek gaflet ile, öfke ile, yahut kerhen, yani isteksizce
ve zorla pişirilmiş ise, o yemekten kendisi yemediği gibi sâliklerine de
yedirmezdi.
Nitekim
dostlarından biri Nakşibend Hazretleri’ne bir ekmek hediye getirdiğinde,
Hazret buyurdu ki:
“–Bu ekmeği
yemek, bizim için uygun değildir. Zira ekmek, öfke ile yoğruldu ve öfke ile
pişirildi.”
Zamanımızda
yapılan bâzı ilmî araştırmalar, mânevî hâllerin madde üzerinde büyük bir tesir
icrâ ettiğini ispat etmiştir. Bu cümleden olmak üzere meselâ, suya güzel sözler
söylenince su zerrelerinde güzel kristallerin oluştuğu, kötü ve çirkin sözler
söylenildiğinde ise kristallerin bozulup çirkin bir hâl aldığı, yapılan
deneyler esnâsında görülmüştür.
O hâlde bir
gıdânın hazırlanması ve tüketilmesi esnâsındaki hâlet-i rûhiyenin ona
yansıyacağı, ondan gelecek enerjinin de insanın mânevî keyfiyeti üzerinde
müsbet veya menfî bir tesir icrâ edeceği muhakkaktır. Hâl böyleyken, bir de
haram ve şüpheli gıdâların vücutta nasıl bir mânevî hantallık ve gaflet meydana
getireceğini, ciddiyetle düşünmek îcâb eder.
Abdülkâdir-i
Geylânî Hazretleri, yenilen lokmaların, insanın iç âlemi üzerinde ne kadar
hayâtî bir tesiri bulunduğunu şöyle ifâde eder:
“Haram yemek,
kalbi öldürür; helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var
seni âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Allah Teâlâ’ya rağbet ettirir.”]
Rabbimiz, biz
âciz kullarını, bu hakîkatleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsınca yaşama azmi
içinde olan, ihlâs, takvâ ve gayret ehli sâlihlerden eylesin.
Âmîn…
Dipnotlar: 1.
Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i
İslâm, I, 367. 2.İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm
ve’l-Hikem, Amman 1990, s. 650.
Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2011 - Eylül, Sayı: 307, Sayfa: 032
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder