26 Ekim 2014 Pazar

Hak Dostlarından Hikmetler-Şah-ı Nakşibend-3

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“«Çalışıp kazanan, Allâh’ın sevgilisidir.» buyruluyor. Hakîkatte Allâh’ın sevgilisi olan, çalışıp Allâh’ın hoşnutluğunu kazanandır; yoksa sırf mal biriktirmek için çalışıp dünya serveti kazanan değil.”
[Mü’min, her hususta Allah rızâsını hedeflemelidir. Kendi alın teriyle maîşetini temin edip Allah’tan başka hiç kimseye el açmamalı; alan el değil, veren el olabilme gayretiyle çalışıp, ihtiyacından fazlasını infâk etmelidir. Bu şekilde niyet ve gâyesini ıslâh eden bir kulun bütün gayretleri, Allâh’ın rızâsını ve muhabbetini celbeder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” buyrulmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
İnfâkı emreden âyet-i kerîmeler nâzil olmaya başladığı zaman, verecek hiçbir şeyi bulunmayan fakir sahâbîler bile dağlardan sırtlarında odun getirip satmış, kazandıklarıyla infâk edebilmenin vicdan huzurunu yaşamışlardır. Böylece infâk ehli olabilmek için lâzım gelen asıl sermâyenin, gönül zenginliği ve cömertlik olduğunu fiilen tebliğ etmişler, Allah (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.)’e olan muhabbetlerini bu amel-i sâlihleriyle ispat ederek, âdeta canlı bir Kur’ân olmaya gayret göstermişlerdir.
Diğer taraftan, kendisi ve âilesinin geçimini te­min için elinden gelen bü­tün gayreti gösterdiği hâl­de kifâyet miktarı bir rızık kazanmaya muvaffak olamayan bîçâre din kar­deşlerimizi de görüp gö­zet­memiz zarûrîdir. Zira mü’min, mü’mine zim­met­lidir. Şeyh Sâdî ne gü­zel söyler:
“Arkadaş! Merhamet ve şefkat ehli ol da, sâlih kişilerin yolunu tut! Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için onun elinden tutuver!”
Muhtaç durumdaki din kardeşlerini bulup onlara yardımcı olmak, mü’minler için bir vicdan borcudur. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâ­larından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)
Demek ki bir mü’minin gönlü incelip zarifleşerek öyle bir rikkat ve hassâsiyet kazanmalı ki, âdeta mânevî bir röntgen gibi, karşısındaki mü’minin duruşundan onun hâlini anlamalı ve kendisini, onun eksiklerini telâfîye mecbur hissetmelidir.
Velhâsıl, âile efrâdına, civârındaki muhtaçlara infâk etmek ve Allah yolundaki hizmetlere destek olup rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için çalışan kimse, Allâh’ın sevgili kuludur. Yoksa bütün gâye ve çırpınışı, mal-mülk ve servet biriktirip ten rahatlığına ulaşmak olan hodgâm ve hasis kimseler değil.
Hazret-i Mevlânâ, dünya serveti biriktirmekle yükseleceğini zanneden ve sırf kendisi için mal toplayan cimrileri, infâka teşvik için şöyle îkâz eder:
“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyâda define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”
Öte yandan, îmânın en büyük meyvesi olan merhamet; sadece zayıfa, fakire ve kimsesizlere acımak değildir. Bir zulüm karşısında asıl acınacak hâlde olan, mazlumdan ziyâde zâlimin taş kesilmiş vicdânıdır. Bu dünyada asıl acınacak kimseler, daha fazla kazanma hırsıyla işçisinin, müşterisinin hakkını yiyen zâlim patronlardır. Asıl zavallı durumunda olan, fânî saltanatlarının esiri olmuş zâlimlerin kirlenmiş ruhlarıdır. Bir zulüm ve haksızlık rejimi olan kapitalist sistemde mazlum fakirlerden önce, mütekebbir varlıklıların sefih ruhlarına acımak ve onların âkıbetlerinden ibret almak gerekir.
Ayrıca mü’­min­lere düşen, onların gelgeç ihtişâmına gönlünü kaptırmak değil, bilâkis onları yumuşak ve münâsip bir lisanla îkaz ve irşâd ederek ıslah olmaları için çalışmaktır. Zira Cenâb-ı Hak, küfürde Firavun derecesinde olan bir kulunun bile îkaz, irşad ve tebliğden mahrum bırakılmasına râzı olmamış, ona bile Musâ (a.s.)’ı gönderip “leyyin” yani gönül alıcı, yumuşak bir üslûpla konuşmasını emretmiştir. Zulme mânî olmak, hakkı tutup yüceltmek, her müslümanın vazifesidir. Âdeta selde sürüklenen kütükler misâli istikāmetini kaybetmiş kimselere, suyun akışı gibi ferahlık veren bir lisanla yön vermeye çalışmak, bir îman mes’ûliyetidir.
Unutmamak gerekir ki bu fânî dünyanın maddî saltanatına ulaşmak için ilâhî hudutları çiğneyen servet sahipleri, -hâllerini ıslah etmedikleri takdirde- âhiretin müflis dilencileri olacaklardır. Böyle muhterisler için şu ilâhî îkazlar ne kadar da şiddetlidir:
“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan­lar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)
“(Vay hâline o kimsenin) ki o, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 1-7)]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Halkın, Hak Teâlâ’nın rızâsından uzak düşmelerinin sebebi, (gaflete dalarak) kendilerini Hak’tan uzak tutmaları ve ihtiraslarına meylederek dünyevî sıkletlerin altında perişan olmalarıdır. Yoksa feyz-i ilâhîde kusur yoktur, o her an tecellî etmektedir.
Seyyid Emir Külâl Hazretleri şu misâli verirlerdi:
«Dünya sevgisinin nemli esintilerinden kurtulmadıkça, vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği pişirmek için sağlam olarak fırına sürerler. Mânevî tasarruf fırınına giren çömleklerden bâzıları sağlam, bâzıları da kırık olarak çıkar… Biz, kırık çıkan çömlekler hakkında da ümitvâr oluruz. Çünkü onları hemen toz yapıp başka bir çamurla birleştirir, çömlek yapıp tekrar fırına verirler. Sağlam çıkana dek böyle yaparlar.”
[Kulun Rabbinden gâfil kalmasının en mühim sebeplerinden biri, gönlünü dünya muhabbetlerine ve fânî lezzetlere esir etmesidir. Cenâb-ı Hak, dünya nîmetlerini, rızâsı yolunda sarf edip ilâhî mükâfatlara ulaşma vâsıtası ve ebedî saâdet sermâyesi kılalım diye lûtfetmiştir. Yoksa vâsıtayı gâye edinerek, nefsânî ihtirasların hoyratlığı içinde dünyanın gelgeç sevdâlarına ve süflî câzibelerine takılıp kalmamız için değil.
Yaşamakta olduğumuz dünya hayatı, ilâhî imtihan îcâbı aşmamız gereken çeşitli engellerle dolu bir yolculuktur. Yolculuğun nereye olduğunu unutarak dünya misafirhânesinin tezyinâtıyla aşırı alâkadar olan, fânî hayatın süs ve yaldızlarıyla gereğinden fazla oyalanan bir kul, ebedî yolculuk için gerekli hazırlığı yapmaktan gâfil kalır. Kendi eliyle başına büyük dertler alır. Yani kabirde kendisini sıkıntıya sokacak ve ilâhî mîzan önündeki çetin hesapta müşkül bir duruma düşmesine sebep olacak pek çok meşgaleye, âkıbetini düşünmeden atılıverir.
İnsanı Hakk’a vuslat yolunda en çok geri bırakan da, nefsânî arzuları sebebiyle üzerine aldığı bu nevî fazla yüklerdir. Bu yüklerin altında ezilmiş bir ruhla mânevî mesâfeler kat edilemez. Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Hazret-i Ömer (r.a.)’ın halîfeliği zamanında, Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedilmiş ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmuştu. Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytü’l-mâl’e akmaya başlamış, mü’minlerin refah seviyesi iyice yükselmişti. Fakat mü’minlerin emîri Hazret-i Ömer, devletin ihtişâmına, Beytü’l-mâl’in zenginliğine ve ulaşılan refah seviyesine tamamen müstağnî bir gönül zirvesinde, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı kabul ediyor ve bununla da zor geçiniyordu.
Ashâbın ileri gelenleri, onun bu hâ­line daha fazla dayanamadılar. Halî­fe­nin nafakasını artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i Ömer’in kızı ve Allah Rasûlü (s.a.)’in zevcesi Hazret-i Hafsa (r.anhâ) vâlidemize başvurdular. İsimlerini vermeyerek, babasına bu teklifi, kendileri nâmına arz etmesini istediler.
Hafsa (r.anhâ), ashâbın bu teklifini babasına arz etti. Rasûlullah (s.a.)’in açlığını giderecek bir tek hurma bile bulamadığı günlere defalarca şâhid olmuş bulunan Hazret-i Ömer (r.a.), kızı Hafsa’ya:
“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca da, sözlerine şöyle devam etti:
“–İki dost (yani Rasû­lul­lah (s.a.), Ebû Bekir (r.a.)) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Hazret-i Sıddîk) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”1
İşte mânevî tekâmül yolunda, zühd, riyâzat ve mücâhede gibi terbiye usûlleriyle hedeflenen de, bu kalbî olgunluğun kazanılmasıdır. Yani, lüks, israf ve gösterişten uzak, kanaatkâr ve sâde bir şekilde yaşamanın îmandan olduğu şuur ve idrâkiyle, dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devam ettirebilecek bir kalbî hassâsiyete sahip olmaktır.
Rivâyete göre hükümdârın biri, ihtişamlı bir saray yaptırır. Bir Allah dostunu dâvet edip sarayın her yerini kemâl-i edeple gezdirir. Sonra da:
“–Efendim, sarayı nasıl buldunuz, bir eksiği-kusuru var mı?” diye sorar. O Allah dostu:
“–Sarayın dünyevî ihti­şâ­mı gerçekten de göz kamaştırıyor. Kısaca her şey mü­kemmel. Yalnız bir eksiği var.” der.
Bu cevâbı hiç bek­le­meyen hükümdar şaşırır ve hayret için­de sarayın ne eksiği olduğunu sorar. O Allah dostu, şu ibretli cevabı verir:
“–Bekāsı yok!..”
Ardından da şu îkazda bulunur:
“–Şâyet sen bu sarayı kendi mülkünle yaptırmış isen, bil ki Allah israf edenleri sevmez.» Yok eğer, devlet hazinesinden masraf ederek yaptırdıysan, bu takdirde de unutma ki Allah zâlimleri sevmez!..”]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Halk, bizim yolumuzda riyâzet olmadığını söyler. Hâlbuki Allâh’ın gayrısından ilişiğini kesip, hu­zur-maallâh’a bağlılığını (yani Allah ile beraberlik ve her an O’nun huzurunda olunduğu şuurunu) muhâfaza etmekten daha büyük riyâzet mi olur?
Bütün zâhirî ve bâtınî hâllerini sünnete tâbî kılıp, nefsine dâimâ muhâlefet üzere ol! Nefse muhâlefet, her ne kadar az bir amel ise de, sâlik onu büyük bilmelidir. Sâlik, nefse muhâlefete kādir ise, onu da Al­lâh’ın tevfik ve inâyetinden bilip şükretmelidir.”
[Riyâzet, nefsi terbiye etmek için onu çok istediği şeylerden mahrum bırakmak veya maddî haz ve lezzetleri asgarîye indirebilmektir. Zira insanın iç âleminde -tıpkı bir terazinin iki kefesi gibi- nefsânî arzular asgarîye indirilmeden rûhî istîdatlar inkişâf edemez.
Nefse muhâlefetle ulaşılmak istenen hedef ise rûhî istîdatları geliştirip olgunlaştırarak, nefsi Hakk’a kulluğa râm etmek ve kullukta huzur ve itmi’nân hâline ulaşmaktır. Bunun neticesinde kul, gafleti bertaraf ederek, dâimâ ilâhî kameralar altında olduğu şuur ve idrâkine, yani îmandan ihsâna ulaşır. Riyâzetin aslı, özü, hakîkati ve gâyesi de, îmânın tecellî mekânı olan kalbe bu seviyeyi kazandırmaktır.
Nefsi terbiye ede­rek ihsan kıvamına ulaşmak ve o hâlini muhâfaza edebilmek ise, kulluğun zaferidir. Kul, bu zaferin, Cenâb-ı Hak’tan kendisine müstesnâ bir nîmet olarak lûtfedildiğini bilip şükrünü daha da artırma cehdi içinde olmalıdır.]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Tevekkül sahibi, nefsini görmemeli ve tevekkülünü çalışarak gizlemelidir.”
[Gerçek mânâda tevekkül ehli bir mü’min, yalnız Rabb’ine güvenir, O’na dayanır, O’na sığınır. Tedbir ve gayretlerinin, ilâhî takdir karşısında bir “hiç” hükmünde olduğunu bilir. Fakat bununla birlikte, sebepler âleminin şartlarına riâyet için, tedbir ve gayretten de geri kalmaz. Zira “Takdîr-i ezel, gayrete âşıktır.” hükmünce, Rabbimiz bizim samimî niyet ve gayretlerimizi -takdîrine muvâfık düştüğü zaman- âdeta “biri bin kılarcasına” bereketlendirerek başarıya ulaştırır. Bunun aksine bir iş ve niyet, ilâhî takdire muvâfık düşmediği durumda, bütün dünya seferber olsa, ona gerçekleşmek veya başarıya ulaşmak nasîb olmaz.
Bu sebeple kâmil bir mü’­mine yakışan, sebeplere sarılarak sabırla gayrette bulunmak ve neticeyi Allâh’a havâle etmektir. İşin sonunda maksadını elde edemese bile, bunun ilâhî takdir îcâbı olduğunu ve belki de kendisi için böylesinin daha hayırlı olacağını düşünüp isyan ve şikâyeti terk etmektir. Muvaffakıyete ulaştığında da, gurur, kibir ve şımarıklığa kapılmamaktır. Muvaffakıyeti, cüz’î irâdesiyle gösterdiği gayretinden ve âciz nefsinden değil, Allah’tan bilip O’na hamd ile şükretmektir.
Gayret ehli kâmil mü’­min­lerin bütün ümitleri Cenâb-ı Hak’tandır. Bununla birlikte onlar, makbul bir kulluğun alâmet-i fârikası olan “tevâzû ve mahviyet” hâlini korumak için, tevekkül fazîletlerini, azim ve gayretleriyle gizlerler.
Kâmil mü’minler nazarında her dâim güvenilecek yegâne mercî, Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak’tır. Aksi takdirde îmânın bir gereği olan Hakk’a tevekkül ve îtimâdın bir mânâsı kalmaz. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Aslâ ölmeyecek, hakîkî hayat sahibi ve dâimâ diri olan Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbîh et!..” (el-Furkan, 58)
Halk dilinde yer etmiş bulunan; “Adama dayanma ölür, duvara dayanma yıkılır.” sözü de, fânîlere değil, Bâkî’ye dayanıp güvenme zarûre­tinin ârifâne bir ifâdesidir.
Hak Teâlâ, kullarının yalnızca Yüce Zât’ına güvenip dayanmalarını arzu ettiğini, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirmektedir:
“...Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrahim, 11)
“...Allâh’a tevekkül edene, Allah kâfîdir!..” (et-Talâk, 3)
Peygamber Efen­di­miz (s.a.) de:
“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 33/2344; İbn-i Mâce, Zühd, 14)
Diğer taraftan tevekkülün, ancak sebepler plânında gerekli olan bütün tedbir ve gayretler gösterildikten sonra Hakk’a dayanmak olduğunu, gayret ve tedbirden mahrum bir tevekkülün doğru olmadığını şu hâdiseler ne güzel ifâde eder:
Bir bedevî:
“–Yâ Rasûlâllah! Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı?” diye sormuştu. Efendimiz (s.a.) cevâben:
“–Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2517)
Tevekkülü yanlış anlayan bâzı Yemenliler de hacca giderken yanlarına yol azığı almaz ve:
“–Biz Allâh’ın evini ziyâ­rete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?” derlerdi. Mekke’ye varınca da başkalarından istemek mecburiyetinde kalırlardı. Bunun üzerine; “...Kendinize yol azığı hazırlayınız…” (el-Bakara, 197) âyeti nâzil oldu.
Çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri Hazret-i Ömer (r.a.);
“–Siz Allâh’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakikî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır.2]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Ye­ni­le­cek bir gı­dâ, her ne olur­sa ol­sun, gaf­let­le, öf­keyle ve­ya is­te­me­ye­rek te­dâ­rik edil­miş­ ve ha­zır­lan­mış ise, on­da ha­yır ve be­re­ket yok­tur. Zira ona nefs ve şey­tan yol bul­muş­tur. Böy­le bir yi­ye­ce­ği yi­yen kim­se­de, mut­la­ka (fe­yiz ve huzuru bo­za­cak) çirkin bir ne­ti­ce mey­da­na ge­lir. Gaf­le­te dal­ma­dan hazırlanan ve Allah Te­âlâ’yı dü­şü­ne­rek ye­nen he­lâl ve hâ­lis yi­ye­cek­ler­den, ha­yır (feyz ve rûhâniyet) mey­da­na ge­lir.
İn­san­la­rın hâ­lis ve sâ­lih amel­ler iş­le­me­ye mu­vaf­fak ola­ma­yış­la­rı­nın se­be­bi; ye­me­-iç­me­de (ha­ra­ma, şüp­he­li şey­le­re ve kul hak­la­rı­na kâfî derecede dik­kat et­meyiş­le­ri ve bu hususta) ihtiyatsız davranmaları­dır. Her ne hâl olur­sa ol­sun, bil­has­sa na­maz­da hu­şû, hudû ve huzur-maallah hâ­lin­de bu­lun­mak, zevk­le ve göz­ya­şı dö­ke­rek na­maz kı­la­bil­mek; he­lâl lok­mayla beslenmeye ve ye­me­ği Al­lah Te­âlâ’yı düşünerek pi­şi­rip O’nun hu­zû­run­daymış gi­bi ye­me­ye bağ­lı­dır. Vü­cû­du ha­ram (ve şüpheli) lok­ma ile bes­len­miş bir kim­se, na­maz­dan bir neş­ve du­ya­maz.”
[Eserlerde nakledildiğine göre Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemeği kendi elleriyle pişirir, sofra hizmetini de bizzat kendisi îfâ ederdi. Yemek yenirken sâliklerine;
“–Sofra başında kendinizi Allâh’ın huzurunda bilin, O’nun verdiği rızkı yediğinizi unutmayın...” diye nasihat ederdi.
Topluca yemek yenirken eğer biri gafletle ağzına lokma alsa, Hazret bunu firâsetiyle sezer ve:
“–Önündeki yemeği, Allâh’ın huzurunda olduğunu unutmadan ye, Allah’tan gayrı şey­ler düşünme, dâimâ sana senden yakın olan Mevlâ’yı düşün.” buyururdu.
Bu îkazlarıyla aslında, her hâlükârda ve dâimâ Allâh’ı zikretmek, O’nu düşünmek ve kalben O’nunla olmak gerektiğini hatırlatmış olur; bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği rızkı yerken O’ndan gâfil kalmanın, kulluk edebi bakımından çok daha büyük bir kusur olacağını telkin etmiş olurdu. Nitekim İslâm’ın yemek âdâbında Allâh’ın adını anarak başlayıp yine O’na hamd ve şükür ile bitirmenin tavsiye edilmiş olması da, bu hikmete binâendir.
Yine Nakşibend Hazretleri; şâyet bir yemek gaflet ile, öfke ile, yahut kerhen, yani isteksizce ve zorla pişirilmiş ise, o yemekten kendisi yemediği gibi sâliklerine de yedirmezdi.
Nitekim dostlarından biri Nakşibend Hazret­leri’ne bir ekmek hediye getirdiğinde, Hazret buyurdu ki:
“–Bu ekmeği yemek, bizim için uygun değildir. Zira ekmek, öfke ile yoğruldu ve öfke ile pişirildi.”
Zamanımızda yapılan bâzı ilmî araştırmalar, mânevî hâllerin madde üzerinde büyük bir tesir icrâ ettiğini ispat etmiştir. Bu cümleden olmak üzere meselâ, suya güzel sözler söylenince su zerrelerinde güzel kristallerin oluştuğu, kötü ve çirkin sözler söylenildiğinde ise kristallerin bozulup çirkin bir hâl aldığı, yapılan deneyler esnâsında görülmüştür.
O hâlde bir gıdânın hazırlanması ve tüketilmesi esnâsındaki hâlet-i rûhiyenin ona yansıyacağı, ondan gelecek enerjinin de insanın mânevî keyfiyeti üzerinde müsbet veya menfî bir tesir icrâ edeceği muhakkaktır. Hâl böyleyken, bir de haram ve şüpheli gıdâların vücutta nasıl bir mânevî hantallık ve gaflet meydana getireceğini, ciddiyetle düşünmek îcâb eder.
Abdülkâdir-i Geylâ­nî Hazretleri, yenilen lokmaların, insanın iç âlemi üzerinde ne kadar hayâtî bir tesiri bulunduğunu şöyle ifâde eder:
“Haram yemek, kalbi öldürür; helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var seni âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Allah Teâlâ’ya rağbet ettirir.”]
Rabbimiz, biz âciz kullarını, bu hakîkatleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsınca yaşama azmi içinde olan, ihlâs, takvâ ve gayret ehli sâlihlerden eylesin.
Âmîn…
Dipnotlar: 1. Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367.  2.İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Amman 1990, s. 650.

Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2011 - Eylül, Sayı: 307, Sayfa: 032

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder