24 Şubat 2013 Pazar

Hak Dostlarından Hikmetler: Lokman Hakim- 4

Lokman (a.s.) buyurur:
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah; kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 18-19)
[Gurur, kibir, ucub/kendini beğen­mek ve insanları hakir görmek; kö­kü Cehennem’de olan çirkin huylardır. Kib­riyâ sıfatı, yalnız Hak Teâlâ’ya mahsustur. Bunun içindir ki Rabbimiz, aslı yok­luk ve hiçlik olan, ya­ni sıfır sermâye ile in­san olarak yaratılan kulun, kendisin­de bir varlık vehmetmesine, kendisini diğer kul­lar­dan üstün görüp başkalarını hakir görmesine son derece gazaplanmış ve:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37) buyurmuştur.
Müfessir Bursevî, Rûhu’l-Beyan adlı tefsirinde şöyle der:
“Selâm verdiğin, ko­nuş­tu­ğun veya kar­şı­laş­tığın zaman al­çak gönüllü olarak yü­­zü­nü (ve gönlünü) bü­tü­nüyle insanlara çevir. Büyüklük tas­la­yan­ların, insanları ve bilhassa fakirleri küçümseyerek yaptıkları gibi, yüzünün bir tarafını çevirme. İyi muâmele etmek bakımından, senin nazarında bütün insanlar aynı olsun.”1
İblisin, ilâhî gazaba dûçâr olmasının sebebi, Hazret-i Âdem’e karşı gururlanmak sûretiyle Rabbine başkaldırması, böylece Cenâb-ı Hakk’ın kibriyâ sıfatına ortaklık iddiâsına kalkışmış olmasıdır. Kârun da, kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen, mallarının putperesti olması ve Hazret-i Hârûn (a.s.)’ı kıskanıp hased etmesi sebebiyle, o güvenip dayandığı mallarıyla birlikte yerin dibine geçirilerek helâke dûçâr olmuştur.
Bu sebeple mü’min, hiçbir zaman gurur, kibir ve enâniyete kapılmamalı, nîmeti Hak’tan, hatâ ve kusurları ise dâimâ nefsinden bilmelidir. Bütün hâl ve tavırlarında İslâmî edep ve nezâket kâidelerine riâyet etmelidir. Buna göre, yürüyüşünde mûtedil olmalı, ayak ucuna bakarak sükûnet ve vakar içinde yürümelidir. Bağırıp çağırarak konuşmaktan sa­kın­malıdır.
Âyet-i kerîmede; “seslerin en çirkininin merkep sesi”ne benzetilmesi de pek mânidardır. Zira kabalık ve ne­zâ­ket­siz­liği temsil eden mer­kep sesi, lüzumsuz yere ve aşırı bir şe­kil­de yükselen, nâhoş ve çirkin bir sestir. Böyle bir hitap tarzı ise, kâmil bir mü’minin nezâket, za­râ­fet ve edebiyle aslâ bağdaşmaz. Kalplere diken batıran kaba sesler, ancak hantallaşmış kalp­lerden çıkar.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:
“Müşrikler, seslerinin yüksekliği ile övünürlerdi. Yüce Allah onlara: «Eğer sesin yüksekliği hayırlı bir şey olsaydı, bununla merkebi onlardan üstün kılardım!» diye cevap vermiş oldu.”]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Küçükken edepli olursan, büyü­dü­ğün­de faydasını görür­sün!”
“Küçük işleri umur­sa­maz­lık etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür.”
[Ecdâdımız; “Ağaç yaşken eğilir.” demişlerdir. Küçük yaşta alınan terbiye çok mühimdir. Bu yaşlarda verilen eğitim, âdeta taşa yazılan yazılar gibi kalıcı ve ömürlük olur. Bu sebeple bilhassa çocukların ve gençlerin mânevî eği­ti­mine çok ehemmiyet vermek gerekir. Bu hususta gösterilecek küçük ih­mallerin dahî, ileride büyük pişmanlıklara dö­nü­şebileceği aslâ unutulmamalıdır.
Çocuklara ve gençlere gösterilecek şefkat ve merhamet, hayatı sadece bu dünyadan ibâretmiş gibi görerek onların karınlarını doyurup güzel elbiseler giydirmek, nefislerini eğlendirmek, ten rahatlarını temin etmek değildir. Bilâkis asıl şefkat ve merhamet, onların ebedî istikbâllerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saâdet baharı kılacak mânevî değerleri geç kalmadan şahsiyetlerine kazandırmak ve öncelikle onların ruhlarını doyurmaktır. Bunun için ciddiyetle emek sarf etmek ve fedâkârlık göstermektir.
Gençlik nîmetini, mâ­ne­vî değerlerin kazandırdığı olgunlukla yaşayabilmenin ne büyük bir bahtiyarlık olduğu, hadîs-i şerîfte şöyle beyan buyrulmuştur:
“Allah (c.c.) çocukça (lâu­­bâlî) davranışları olmayan, hayra yönelip hevâ ve he­­ve­­si terk eden, vakar sahibi, olgun genci sever.” (Ahmed, IV, 151)
Böyle olgun gençler ve asil bir nesil yetiştirmek ise, en başta anne-babaların mes’ûliyetidir.
Cenâb-ı Hak huzurlu bir âile ve huzurlu bir toplum için, “göz nûru zevceler” ve bu göz nûru zevcelerden de “göz nûru nesiller” yetiştirmemizi istiyor. Topluma güzel ahlâk ve takvâda önder ve rehber olma hedefini önümüze koyuyor. Toplumlarda huzurun, ancak bu örnek şahsiyetlerin yetiştirilmesi neticesinde gerçekleşeceğini bildiriyor.
Peygamber Efendimiz (s.a.) de:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur.” buyurmuştur. (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)
İyi bir çoban, sürüsünü kurak yerlere götürmez; yeşillik, bereketli, sulak arazilerde otlatır. Demek ki iyi bir anne-babanın da evlâdını helâl gıdâlarla besleyip mânevî gıdâsını güzelce alabileceği feyizli yerlere küçük yaştan itibâren sevk etmesi, ruhlarını güzelce beslemesi gerekir. Nitekim hanım sahâbîler, evlâtları uzun bir müddet Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’i görmedikleri zaman onlara kızarlardı. Evlâtlarının sâlih kimselerden feyz almaları için olanca gayretlerini gösterirlerdi.
Yine iyi bir çoban, sürüden geride kalan hasta veya zayıf koyunu kucağına alarak sürüye ye­tiş­tirir. Onu kurda kuşa yem etmez. Bir anne-baba da ço­cu­ğunu büyütürken onun mâ­ne­vî inkişâfı için bir­takım me­şak­katlere kat­lan­malıdır.
İyi bir çoban, sürüsünü tehlikeli yerlerden korur. Bu­­gün maalesef televizyon, menfî neşriyat, müstehcenlik, karanlık sokaklar, lüks yaşamayı ve aşırı tüketimi kamçılayan reklâmlar ve in­ternetin yanlış adresleri, neslin rûhuna zehir saçan canavarlara dönüştü. Genç dimağlar, bu menfî odakların tesir bombardımanı altında şahsiyet ve kimliğini kaybetmekte ve zamanla bu telkinlerin şekline, biçimine ve kalıbına girmektedir. Böylece gençler, rû­hen televizyonun, internetin ve sokakların ço­cuk­ları hâline gelmekte, gerçek anne-ba­ba­larıyla yakınlıkları, biyolojik bir bağdan öteye geç­me­mektedir.
Bu bakımdan, bilhassa günümüzde anne-babaların çocuklarını korumak için onlara çok daha büyük bir dikkatle kol-kanat germeleri şarttır.
Zira iyi bir çoban da büyük bir dikkatle sürüsünün kâh önünden yürür, kâh ardından yürür, varılmak istenen yere sağ sâlim götürebilmek için onlara yön verir. Bir anne-baba da evlâtlarını dâimâ hakka ve hayra yönlendirip doğru bir istikâmet kazandırmak zorundadır. Bu sebeple kendilerine ihsân edilmiş ilâhî bir emânet olan çocukları, ibâdet vecdi içinde yetiştirerek onlara İslâm kimliği kazandırmak, anne-babaların en başta gelen vazifeleridir.
Cenâb-ı Hak hemen hemen bütün peygamberlerine çobanlık yaptırmıştır. Zira bunda, hem mahlûkâtın hissiyâtına âşinâ olarak şefkat ve merhameti öğrenmek, hem de insanlığı sevk ve idârenin ipuçlarını kavrama tâlimi vardır. Bu bakımdan anne-babaların evlâtlarına iyi bir çoban olmaları, bir bakıma peygamber mesleği gibi ulvî bir hizmettir. Bu hizmette muvaffak olabilmekse, kâmil ruhların sanatıdır.
Hakîkaten, İslâm fıtratıyla doğan evlâtların kalpleri, tertemiz bir toprak gibidir. İşlenmeye muhtaç, ham bir cevherdir. İstikbâlde onların gül veya diken olması, acı veya tatlı meyveler vermesi, üzerlerine atılan tohumların, bilhassa da anne-babaların yaptıkları telkinlerin keyfiyetine bağlıdır.
Bu bakımdan, evvelâ an­ne-babanın evlâdına iyi bir örnek olması elzemdir. Ço­cu­ğun eğitimi, önce ana ku­ca­ğında ve baba oca­ğın­da başlar. Anne-ba­ba­nın ağ­zın­dan çıkan her ke­li­me, ço­cuğun şahsiyet in­şâ­sında kul­landığı bir tuğla me­sâ­be­sindedir.
Bilhassa global kültürün işgâli altında kirlenen günümüz dünyasında, bütün bu hususlar üzerinde anne-babalar olarak ciddiyetle düşünmeliyiz. “Bir anne-baba olarak evlâdıma ben ne verdim ki ondan ne bekliyorum?” suâlini sık sık kendimize sormalıyız. Kusursuz evlât istiyorsak, öncelikle kusursuz bir anne-baba olmaya çalışmalıyız. Zira unutmamalıyız ki, bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiâsına kalkışmak, abesle iştigaldir.
Evlâdını güzelce yetiştiren bir anne-babanın hakkı ödenemez. Fakat anne-baba, evlâdının mânevî terbiyesini ihmâl edip onu Allah yolunda ve rûhânî bir iklimde yetiştirmezse, kıyâmet günü o anne-babadan evlâdı dâvâcı olacaktır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! İnsanlar her gün ibâdet ve tâati ihmâl ettikleri hâlde nasıl olur da vaad olundukları azaptan korkmazlar!”
[Gaflet, iki gözünün önüne iki parmağını koyarak kişinin kendi kendisini âmâ kılması gibidir. Gaflet, hakîkatlere karşı kalbe bir perde çekilmesidir. Mayın tarlasında pervâsızca koşmak, uçurumların kenarında dikkatsizce dolaşmaktır. Gaflet, kuzunun kurda sevdâlanmasıdır.
İnsanın iki büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ve şeytan -aleyhillâ‘ne-, insanı binbir hile ve desise ile kulluk vazifelerinden uzaklaştırmak, mes’ûliyetlerini ihmâl ettirmek için sayısız bahaneler üretir. Böylece aklı, kalbi, idrâki, iz’ânı ve vicdânı âdeta uyuşturur. Bu şuursuzluk ve sarhoşluk hâli içinde, insanı kolayca azâba sürükler.
İşte bu gafletin en büyük­le­rinden biri de, Allâh’ın rahmet, mağfiret, lûtuf ve kereminin sonsuzluğuna güve­ne­rek; “Nasıl olsa hep­si affedilir.” zannıyla ilâhî emir ve nehiylere lâyıkıyla riâyet et­me­mek, ha­ram­ların dehşetli âkı­be­tini umur­sa­ma­maktır. Allâh’ın Gafûr ve Rahîm ol­du­ğunu düşünüp, O’nun aynı zaman­da Azî­zün zü’ntikām ve Kah­hâr olduğunu göz ardı etmektir.
Bunun içindir ki yüce Rab­bi­miz âyet-i kerî­me­de biz kul­larını şöyle îkaz bu­yur­maktadır:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlâdı, ne de evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin! Bilin ki, Allâh’ın vaadi gerçektir. Sakın ola ki dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokman, 33)
Bu sebeple kula düşen; âhireti için tedbirli, ölçülü, dikkatli ve gayretli olmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Gaffâr ve Settâr olduğu gibi Kahhâr olduğunu da unutmamaktır. Aksi hâl, büyük bir hüsran sebebidir. Bu hüsrâna dûçâr olmadan önce, vakit kaybetmeden, pişmanlık ve sâlih amellerle te’yid edilen candan bir tevbe ile hâlimizi ıslâha yönelmemiz şarttır.
Nitekim Lokman (a.s.) da evlâdına:
“Yavrucuğum! Tevbeyi tehir etme, zira ölüm âniden geliverir!” nasihatinde bulunmuştur. (Beyhakî,ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 227, no: 590)
Mansûr bin Ammâr (r.a.) şöyle anlatır:
Bir gece sabah oldu zannıyla dışarı çıktım. Ancak henüz sabah olmadığını gördüm. Bir evin önünden geçerken içeride birisinin dertli dertli ağlayarak şu duâyı yaptığını işittim:
“–İlâhî, çok günah iş­le­dim. Kendime yazık ettim. Mak­sadım Sana muhâlefet etmek değildi. Ben nefsime yenik düştüm. Hem gör­düm ki, ne kusur işlesem Sen (bu dünyada cezâ vermeyip) bir şey yapmıyorsun, Sen’in Settâr (ku­sur­ları örten) sıfatına aldandım. İşlediğim günahları câ­­hil­­li­ğim­den işledim. Hata ettiğimi şimdi anladım. Bana azâb edersen hâlim nice olur?! Vah bana ki ömrüm uzadıkça günahlarım çoğalıyor! Yâ Rabbî! Kul­larına Sırât’ı geçmelerini em­ret­tiğin gün, ki­mi­si Cehennem’e dü­şecek, ki­mi­si Cennet’e gi­decek. Aca­bâ bu miskin kulun hangi gruptan olacak?!”
Bu arada Cehennem’den bahseden bir âyet işitildi. İçe­ride münâcâtta bulunan genç, bir kez “Âh!” etti ve iniltisi kesildi.
“–Acabâ ne oldu ki sesi kesildi?” diye merak ettim. Evin yerini iyice tespit ettikten sonra evime gittim. Sabah geldiğimde o kapı önünde bir cenâze vardı. Hâlinden sorduğumda annesi bana şunları anlattı:
“–Bu ölen, oğlumdur. Peygamber Efen­dimiz’in soyundandır. Gece olunca namazgâhında sabaha kadar ağlardı. Gündüz kazandıklarını fakirlere infâk eder­di. Cehennem âyet­le­rinden birini işitince dayanamadı, ağlaya ağlaya düştü ve rû­hu­nu Hakk’a teslîm eyledi.”
Ben de kendisine:
“–Ey hanım, oğlun -inşâallah- Cennet’e girer. Çünkü Allah korkusundan ağlayan, Cehennem’e girmez. Canını bu hâlde teslîm eden bir mü’min, hiç Cehen­nem’e girer mi? Allâh’a şükret!” dedim.2
Nitekim günahlarından böylesine nedâmet duyup Allah korkusundan gözyaşı dökenler hakkında, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanaklarına değecek kadar akan hiçbir mü’min yoktur ki, Allah onu ateşe haram etmesin!” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)
“Allah korkusu sebebiyle ağlayan kişi, (sağılan) süt memeye dönmedikçe Ce­hen­nem’e girmeyecektir.” (Tir­mi­zî, Zühd, 8/2311)
Fakat bu nebevî be­yan­lar­daki müj­­de­­nin mânâsını da yan­lış anlamamak gerekir. Zira hadîs-i şe­rîf­lerde verilen müjdeler, Kitap ve Sünnet muh­te­vâ­sında bir hayat yaşamaya ilâ­ve­ten, yine de âkı­be­ti hakkında emin ol­ma­yıp Allah kor­ku­suyla gözyaşı dökme­nin fazîletini ifâde etmektedir. Yoksa ilâhî emir ve nehiylere riâyet etmediği hâlde; felâketler, ölümler veya ben­zeri hâdiseler üzerine geçici bir an için Allah kor­ku­sundan dolayı döktüğü gözyaşlarıyla ebedî kurtuluşa ereceğini düşünmek -daha önce de ifâde edildiği üzere- şeytanın, ilâhî affa gü­ven­direrek insanı kandırmasına benzer. Bu ise deh­şetli bir gaflet ve hazin bir aldanış olur.
Tabiî ki Allah Teâlâ, dilediği kulunu bir sebeple veya sebepsiz olarak da affedebilir. Bununla birlikte mü’mine düşen, bütün kulluk vazifelerini elinden geldiği kadar yaptıktan sonra, sâlih amellerine de döktüğü gözyaşlarına da güvenmeyip dâimâ tevbe-istiğfâr ederek Allâh’ın af ve mağfiretini ümîd etmektir. Bu hususta evliyâullâh’ın havf ve recâ, yani korku ve ümit hâli, bizlere en güzel örnektir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Evlâdım! Bilerek veya bilmeyerek bir günah işlediğinde, hemen tevbe edip tasaddukta bulun!”
[Tevbe, günahtan gerçek bir pişmanlık duymak ve ondan kat’î sûrette vazgeçmek de­mek­tir. Ayrıca işlenen günahlara kefâret sadedinde, hayır-hasenatta bulunup sâlih amellerle meş­gul olmak da güzel bir telâfî vesîlesidir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Her nerede olursan ol, Allah’tan ittika et (Allah korkusuyla günahlardan sakın) ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâk ile muâmele et!”(Tirmizî, Birr, 55/1987)]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Ce­na­­ze­de hazır bulun! Çünkü cenaze, sana âhireti hatırlatır. Ha­ram ve günahlar ise, senin dünyaya karşı mey­lini artırır.”
[Bir âhiret yolcusu olan insana en büyük nasihat, ölüm­dür. İn­sa­nın en mühim meselesi de, hayat ve ölüm mu­am­mâ­sını ilâhî ha­kî­katler ışığında çöze­bil­mektir. Zira hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığ­mayacak kadar ulvî bir hakîkattir. İnsanların idraklerinde zuhûr eden “Hayat nedir?” suâline, sadece toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katılığı cevap olarak yükselecekse, böyle bir hayattan daha acı ne olabilir?
Asıl hayat, Kur’ân ve Sünnet hakîkatlerinin feyz, huzur ve sürur cennetinde yaşayıp ebedî saâdete nâil olabilmektir. Şâir, bu şuurla yaşanan bir hayatı şöyle hulâsa eder:
Seni annen doğurup attığı gün dünyaya,
Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda,
Şimdi öyle bir ömür sür ki ölürken gülesin;
Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda.
Bu şuuru sürekli canlı tutabilmek için; ce­nâ­zelere iştirâk etmek, o tabutun içinde bir gün kendisinin olacağını farz edip hâlini muhâsebe etmek, kabristanları ziyaret etmek, dünyanın fânî, hayatın kısa olduğunu sık sık tefekkür etmek gerekir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Eğer hayır işlediysen sen de hayır umabilirsin! Yok, şer işlediysen sana karşı da şer işleneceğinden hiç şüphen olmasın!”3
[Arapçada bir deyim vardır: «مَنْ دَقَّ دُقَّ  » Yani kişi ettiğini bulur, kim ne ekerse onu biçer, ancak yaptığının karşılığını görür.
İnsan, âhiretin tarlası olan dünya hayatında hayır veya şer adına ne eker­se; kabir, kıyâmet ve âhirette de onun mahsûlünü hasat eder.
Mevlânâ Hazretleri de, kişinin ancak yaptıklarının mü­kâfâtını veya cezâsını bu­la­bi­leceğini ifâde sadedinde:
“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?” buyurur.
Firâsetli bir mü’min, amel defterine günahların göl­ge­sini dahî düşürme­mek ve onu hayırlarla do­na­ta­bilmek için, hayat ser­mâyesini en bereketli bir şekilde kullanıp karşısına çıkan her türlü sevap fır­sa­tını değerlendirme gayreti içinde olur. Zira Haz­ret-i Ebû Bekir (r.a.)’ın bu­yur­du­ğu gibi:
“Dünya mü’minlerin pazarı, gece ile gündüz sermâyeleri, sâlih ameller ticâret malları, Cennet kazançları, Cehennem de zararlarıdır.”
Maddî mevzularda en basit idrak bile, dâimâ bir kâr-zarar hesâbı yapar, kendi durumunu sık sık gözden geçirir. Kârını artırıp zararını telâfî etmenin yollarını arar. Hâl böyleyken, ebediyet yurdunun saâdet veya felâket sermâyesi olan fânî dünya günlerini hayırda mı şerde mi tükettiğini düşünmemek, âhiret yolcusu olan insanoğlu için ne hazin bir hamâkattir!]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Dünya hayatı kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de az bir kısmı kalmıştır.”
[Her gün, ömür takvimimizden bir yaprak daha kopuyor. Hayat ırmağımız hiç durmadan sür’atle akıp gidiyor. Gâfil insana hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen dünya hayatı, hakîkatte kısacık bir mühletten ibâret. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu gerçeği âyet-i kerîmede şöyle haber veriyor:
“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
İşte fânî dünya hayatı, ebedî âhiret hayatı karşısın­da bir sabun köpüğünden fark­sızdır. Bu kısacık ömürde de ölümün, kapımızı ne zaman çalacağı derin bir meç­hûl­dür. Hayat sanki, met­­rajı belli olmayan bir makara gibidir ki nerede kopacağı veya ne zaman biteceği belir­sizdir. Her doğan canlı, ölüme namzettir; her insan, ölecek yaştadır!..
Bu sebeple İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:
“Ey oğul! Şim­di düşün ki vefât ettin ve dünyaya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâl­de bu­gün, gü­nah ve mâ­sı­ye­te kat’iyyen yak­laş­ma ve sa­kın ola ki, bugü­nün bir ânı­nı bi­le bo­şa ge­çir­me! Zira her ne­fes, pa­ha bi­çi­le­me­yen bir nî­met­tir.”]
Cenâb-ı Hak cümlemize ömür sermayesinin kıymetini bilip, rızâ­sına muvâfık bir amel-i sâlih hayatı yaşamayı nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Rûhu’l-Beyân, c. 15, sf. 213. 2. Bkz. Tezkiretü’l-Evliyâ; İhyâu Ulûmiddîn, Türkiye Gazetesi Evliyâlar Ansiklopedisi.  3. Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 284, no: 737.
Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2012 - Kasım, Sayı: 321, Sayfa: 032

21 Şubat 2013 Perşembe

Hamdolsun


“İnanmak başarmanın yarısıdır.” diye bir söz vardır. Başaramıyorum diyenler öncelikle samimi manada inanıyorlar mı öncelikle bunu bir gözden geçirsinler. Sonra da azim ve gayretle çalışsınlar. Bizler sebebini işleyeceğiz ondan sonra Allah’a tevekkül edeceğiz ve kadere razı olacağız.
Bundan 7 sene önce imam hatip okurken kendi rotamı belirledim ve “Ben bunu başaracağım inşaallah” dedim kendi kendime. Bir de üstelik imam hatiplerin önünde katsayı engeli olmasına rağmen. Azimle o gün bugündür neredeyse durmadan çalıştım, çalıştım ve yine çalıştım. Yani sebebini işledim. Rabbim de lütfetti.
Bugün artık hem bir Anadolu İmam Hatipliyim ve hem de İnşaat Mühendisiyim, hamdolsun. Bundan sonra meslek hayatımda insanlara en güzel bir şekilde faydalı olmaya çalışacağım biiznillah.
Başta ailem olmak üzere ve üzerimde emeği olan dostlarımdan Allah razı olsun.
Güneş olamam belki ama gökteki en parlak yıldız olma yolunda çalışmaya devam edeceğim inşallah.  Rabbim yar ve yardımcımız olsun.
Selametle…

19 Şubat 2013 Salı

Bilge ve öğrencisi


Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip:
“Oğlum” der, “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.” der.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.
İlk önce bir bakkal dükkânına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu” der, “benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: “Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” der kuyumcu. Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: “Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.”
Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler…
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar:
“Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?” Öğrenci:
“Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık” diye cevap verir. Bilge hoca çok kısa cevap verir:
“Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve onun değeri, bilenin yanında kıymetlidir.”
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...

17 Şubat 2013 Pazar

Şiir: Yağmur


Var eden'in adıyla insanlığa inen Nur 
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat

Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin alev alev içime bir an düştü
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak

Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyula, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin

Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış, mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bîcan düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hira’dan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler şahının hayalleri

Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, Süreyya bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü

Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü

Badiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madeni arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım

Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali
Hazindir ki; dertleri aşmaya umman düştü

Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdabında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenin
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin

Saatlerin ardında hep kendimi aradım
Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin

Yağmur, bir gün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü

Islaklığı sanadır ahımın, efgahımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin

Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü

Nefesinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Kardeşler arasında heyhat, su-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım  

Nurullah Genç


15 Şubat 2013 Cuma

Hak Dostlarından Hikmetler - Lokman Hakîm (a.s.)- 3


Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış! Başına gelenlere sabret! Doğrusu bunlar, azmedilmesi îcâb eden işlerdendir.” (Lokman, 17)
[Bu nasihatiyle Lokman Hakîm, Allâh’ın farz kıldığı çok mühim ameller olan; namaz, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma ve sabra dikkat çekmektedir.
NAMAZ; dînin direği, mü’mi­­nin mîrâcıdır. Vazgeçilmez bir kulluk vazifesidir. Düşmanla muhâ­rebe esnâsın­da dahî terk edilemez.
Namaza devam etmek kadar, namazı tâdil-i erkâna riâyet ederek hu­şû ile kılmak da son derece mühimdir. Zira makbul bir namaz, kalp ve beden âhengi içinde, duygu derinliği ile kılınan namazdır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki (şu) mü’min­ler felâh bulmuştur (ebedî kurtuluşa ermiştir): Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)
Sahâbeden Abdullah bin Şıhhîr (r.a.), Peygamber Efendimiz’in namazdaki huşû hâlini şöyle anlatmaktadır:
“Bir keresinde Rasûlullah (s.a.)’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 158)
Namaz, Mîrac’da farz kılındı. Allah Rasûlü’nün namazı da dâimâ bir Mîrac hâlinde, yani Cenâb-ı Hak ile târifsiz bir vuslat mâhiyetinde idi. “Na­mazı benden gördüğünüz gibi kılın…”1 buyuran Efendimiz (s.a.), bu tâlimâtıyla biz ümmetine de Mîrac vasfında namazlar kılmayı emretmiş olmaktadır.
Yine Efendimiz (s.a.) namazın kalbî cihetini; “…Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül göstermektir…” şeklinde târif buyurmuştur.2 Demek ki mü’min, namazda Âlemlerin Rabbi’nin huzûruna durduğunun farkında olmalı, O’ndan gayrısıyla alâkasını kesmeli, kendi hiçliğini idrâk ederek büyük bir tevâzû, mahviyet, tâzîm, huşû ve ilticâ hâlinde bulunmaya dikkat etmelidir. Kendisinin zayıf, hakir ve âciz bir varlık olduğunu ve her nesi varsa hepsinin Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olduğunu îtirâf duygularıyla rükû ve secdeye var­malı, secdede âdeta benliğini yerle bir ederek Hak’ta fânî olmalıdır. Namazı, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmakla şereflenmek ve ilâhî feyizlere nâil olmak iştiyâkıyla edâ etmelidir.
Ayrıca kendimizi tamamen namaza vermek, namazdaki tekbirlerin, tesbihâtın, okunan duâ ve âyetlerin mânâ iklîmine girmeye gayret etmek ve böylece bu mühim ibadeti duygu derinliği içinde ve bir Mîrac heyecanıyla edâ etmek gerekir. Namazla böylesine bir bütünleşmenin misâli sadedinde, Mîrac’da tecellî etmiş olan Tahiyyât’ın namazda okunma âdâbına dâir bir ölçüyü, Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle ifâde eder:
“Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in (Mîrac’­da) Allah Teâlâ’ya arz ve tak­dîm etmiş olduğu tâzîmi, yani Tahiyyât’ı, na­maz kılan kişi kendi hesâbına (yani kendi adına bizzat Cenâb-ı Hakk’a) tak­dîm etmelidir. (Kendisini dışta tutarak) başkasının sözünü (veya bir hâdiseyi) naklediyor gibi okumamalıdır. (Tahiyyât’ın mânâsıyla bütünleşerek Mîrac’daki o tecellîleri âdeta kendisi yaşarcasına okumalıdır.) Cenâb-ı Hakk’ın (mukâbeleten) Efendimiz’e buyurmuş olduğu selâmı, Peygamber Efendi­miz’in de ilâhî selâma verdiği cevâbı ve Cebrâîl (a.s.)’ın ke­lime-i şehâdetini hep kendi tarafından (kendisi adına) okumalıdır.”3
Namazı yüksek bir kalbî rikkatle îfâ eden Hak âşıklarının bu ibadetten aldıkları mânevî zevki Mevlânâ Hazretleri şöyle ifâde eder:
“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez; beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”
Bizim de bu vuslat lezzetinden bol bol istifâde etmemiz için Cenâb-ı Hak insanın beden yapısını, secde etmeye en elverişli şekilde yaratmış ve Yüce Zât’ına yakınlığa vesîle olacak keyfiyette secde etmemizi emretmiştir.
Rabbimiz, lâyıkıyla edâ edilen bir namaza dâir şöyle buyurmaktadır:
“...Namazı (dosdoğru) kıl! (Kâmil mânâda kılınan) namaz, fahşâdan (hayâsızlık, edepsizlik, fuhşiyattan) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvip etmediği her şeyden insanı) alıkoyar...” (el-Ankebût, 45)
Dolayısıyla dosdoğru kılınmış makbul bir namaz, kötülük ve hayâ­sızlıktan uzak duran kimsenin kıldığı namazdır. Namazın kişiyi kötülüklerden alıkoyması ise; bu ibadet esnâsında fiilen idrâk edilen kulluk şuurunun, namazdan sonra da devam ettirilmesine bağlıdır. Eğer bir kimse hem namaz kılıyor hem de hak-hukuk çiğneyip Allâh’ı gazaplandıracak cürümlere devam ediyorsa, o, gerçek mânâda namaz kılmıyor demektir. Namazı böyle gâfilâne kılanlar hakkında Yüce Rabbimiz:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar!” (el-Mâûn, 4-5) buyurmaktadır.
Lokman Hakîm’in nasihatinde ikinci olarak dikkat çektiği EMR Bİ’L-MA‘RÛF, NEHY ANİ’L-MÜN­KER, yani dînin iyi ve güzel gördüğü şeyleri tavsiye edip buna mukâbil kötülükten, günahlardan, şer ve bâtıldan men etmeye çalışmak da, her mü’minin aslî vazifelerindendir.
Mânen belli bir olgunluğa ulaşmış olan bütün sâlih mü’minler, sırf kendi kurtuluşlarıyla yetinmeyip etraflarında kurtaracak başka ruhlar ararlar. Zira kendi kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşu için gayret etmekten geçtiğinin idrâki içinde yaşarlar. Bu vazifeyi, en tabiî bir îman mes’ûliyeti olarak görürler.
Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lûtfettiği -başta îman ve Kur’ân olmak üzere- bütün nîmetleri onlardan mahrum bulunanlara ulaştırmaya çalışmak, kulun Rabbine en güzel bir şükür ifâdesidir.
Fakat Es’ad Erbilî Hazretleri’nin de ifâde buyurduğu üzere;
“Şü­kür sadece «Yâ Rabbi, Sana şükürler olsun!» demek de­ğildir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lûtfettiği (göz, kulak, dil, kalp, akıl, sağlık ve hayat başta olma üzere) bütün nîmetleri yaratılış maksadı istikâmetinde kullanmak demektir. Bununla birlikte şükrün en makbulü ise sârî olan, yani din kardeşlerine fayda veren (hizmetler ve ictimâî) ibadetlerden ibârettir.”4
Hakkı ve hayrı tavsiye edip şer ve bâtıldan sakındırmaya çalışma hizmeti de ictimâî ibadetlerin en başında gelmektedir. Fakat bu hizmeti îfâ edecek mü’minlerin, şahsiyet, karakter, hâl ve davranışları itibâriyle İslâm’ı temsil edebilecek keyfiyette olmaları, yani İslâm’ı evvelâ yaşayışlarıyla sergilemeleri şarttır. Nitekim Mevlânâ Hazretleri de:
“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.” buyurarak tebliğ ve irşad hizmetlerindeki tesir bereketinin sırrını hulâsa etmiştir.
Lokman Hakîm’in nasihatinde son olarak dikkat çektiği SABIR mevzuuna gelince; Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde en çok durulan hususlardan biri olan sabır, değişen acı-tatlı şartlar karşısında kalbî muvâzeneyi bozmamak, kulluk dengesini ve gayretini muhafaza etmektir. Hastalık, fakirlik, felâket ve musîbetlerle, bilhassa dînin tebliği ve gâfillerin îkâzı sırasında karşılaşılan eziyetlere Allah için katlanmak; kulunu bunlarla imtihan eden Allah Teâlâ’nın rızâsını celbeder. Böyle durumlarda mü’min, dâimâ peygamberlerin yaşadıkları ağır imtihanları, geçtikleri çile çemberlerini düşünerek kalbî muvâzenesini korumalı, azim ve gayretini tazelemelidir.
Mevlânâ Hazretleri, peygamberlerin en mühim vazifesi olan tebliğ ve irşâdın ne büyük bir sabır işi olduğunu ifâde sadedinde:
“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten (başlı başına bir) belâdır.” buyurmuştur.
Fakat yine Mevlânâ Hazretleri, bu gibi iptilâ­lara sabırla tahammül göstermenin insana kazan­dır­dığı kemâlâtı ifâde sadedinde de:
“Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.” buyurmuştur.
Zira gül, dikene tahammülü sâyesinde terbiye ve tezkiye olur. Mü’minin mânevî terakkîsinin en mühim şartı da sabır süzgecinden geçmek, yani Allah yolunda başına gelen sıkıntılara âhiretteki mükâfâtını düşünerek sabırla katlanmaktır. Şikâyeti, isyânı, sızlanmayı bir kenara bırakmaktır.
Öte yandan insanı âciz bırakan musîbetlere, fakr u zarûrete sabır kadar; nefsi palazlandırıp azgınlığa sürükleyebilecek olan zenginlik, gençlik, sıhhat ve rahatlığa karşı sabır da çok mühimdir. Hattâ bu durumda, nefis daha kuvvetli olduğundan, onun azgın ihtiraslarına set çekebilmek ve günahların şiddetli câzibesi karşısında onu dizginleyebilmek; nefsin zayıf olduğu fakirlik, hastalık veya ihtiyarlık hâllerine kıyasla çok daha zordur. Dolayısıyla mü’min, hangi şartlar altında olursa olsun, nezih bir takvâ hayatı yaşama irâdesini sabırla muhâfaza etmelidir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Mide (fazla) dolarsa, tefekkür uykuya dalar. Âzâlar da ibadetten geri kalır!”
[Tasavvufta nefsi terbiye edip rûhu inkişâf ettirme yoluna girebilmenin en mühim düsturlarından üçü;
1) Az yemek,
2) Az uyumak,
3) Az konuşmaktır.
Lokman Hakîm’in bu nasihatiyle dikkat çektiği az yemek, bütün peygamberlerin, sahâbenin, evliyâullâh’ın ve sâlih kulların şiârıdır. Günümüzdeki pek çok hastalık ve buhranların sebebini teşkil eden ve nice azgınlık ve taşkınlıklara yol açan oburluk, yeme-içmede israf ve her canının çektiğini yemek; takvâ ehli sâlih zâtların tanımadığı bir hayat tarzıdır.
Vücudu aşırı beslemek, insanın gönül âlemine kasvet verir, kalbi hantallaştırır, nefsâniyeti azdırır, rûhâniyeti yaralar, tefekkürü zaafa uğratır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
“…Biz, acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.”(Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)
“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şayet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47)
“Mü’min, bir bağırsağı ile kâfir ise yedi bağırsağı ile içer.” (Müslim, Eşribe, 186)
Bu sebeple yeme-içme hususunda ölçüyü kaçırmamak, makbul bir kulluk hayatı için zarûrîdir. Zira aşırı dolu bir mideyle, Hakk’a kulluğun özünü teşkil eden acziyet, ihtiyaç, hiçlik ve yokluğun lâyıkıyla idrâk edilmesi, tevâzu ve mahviyet duyguları içinde dergâh-ı ilâhîye yönelebilmek, Allah korkusu ve sevgisiyle ürperip gözyaşı dökebilmek mümkün değildir.
Yani aşırı tok bir mideyle zâhiren ne kadar ibadet edilirse edilsin, onun gönül feyzi ve huşû hâli noksan olur. Bu ise zâhiren çok gibi görünen nice ibadetin, hakikatte noksan veya kusurlu olmasına sebebiyet verir. Bu bakımdan ibadetleri huşû ile edâ edebilmek, tefekkürde derinleşerek ilâhî hikmet ve ibretlerden lâyıkıyla feyz alabilmek için, helâl ve az bir gıdâ ile iktifâ etmek şarttır.
Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”
“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen kimse, sonunda nefsânî arzulara düşüyor ve rezil olup gidiyor.”]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun!”
[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az uyumak düstûruna dikkat çekmektedir.
Ne ibretlidir ki Cenâb-ı Hak bizlere bir îkaz vesîlesi olsun diye, birçok hayvanâtı bile gecenin en feyizli vakti olan seherlerde uyandırıyor. Ahsen-i takvîm olarak yaratılıp mahlûkâ­tın en şereflisi kılınan insanoğlunun bu vakitten gâfil kalması ne hazindir!
Seher vakitleri, zihnin ve kalbin berrak; idrak ve ifâdenin keskin; hâfızanın kuvvetli; mânevî yollarda ilerlemenin sür’atli olduğu müstesnâ zamanlardır.
Cenâb-ı Hak seherlerde îfâ edilen zikre, sâir zamanlardaki zikirden çok daha fazla kıymet vermektedir. Zira yatağın âdeta bir mıknatıs gibi insanı kendine çektiği bir vakitte iba­det­le meş­gûl ola­bil­mek, di­ğer za­man­lar­a göre da­ha zor­dur. Bu sebeple seherleri ihyâ -tâbir câizse- her kişinin değil er kişinin kârıdır. Seherler; tatlı uykuyu sırf Allah rızâsı için terk ederek ilâhî huzûra, yalnızca aşk-ı ilâhî sebebiyle baş koyma zamanıdır. Bu se­bep­le­dir ki ku­lun Rab­bi­ne duy­du­ğu hâ­li­sâ­ne mu­hab­betin apaçık bir ifâ­de­si­dir. Rabbini kâmil mânâda seven bir mü’minin, derin bir gaflet içinde sabahlara kadar uyuması düşünülemez!
Seherlerdeki namaz, duâ, istiğfar, kelime-i tevhid, salevât-ı şerîfe, tefekkür-i mevt ve diğer zikirler, rûha verilen en feyizli gıdâlardır. Kendimizi gafletten muhâfaza edebilmek için, gündüzlere de bu mânevî enerji ile girebilmek pek mühimdir.
Gö­nül­de­ki Allah muhabbetinin seviyesi ne ka­dar­sa, mu­hak­kak ki ge­ce na­ma­zı­na ve tes­bîhâ­ta rağ­bet de o de­re­ce­de te­zâ­hür eder.
Bir kimse İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne:
“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğret.” deyince şu cevâbı alır:
“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzû­run­da bulunmak, yüce bi­­r şereftir. Günah­kâr­lar bu şerefi hak edemezler!”
Gece ibadetinin mânevî hazzını ve feyzini tadan sâlih zâtlar, seherlerin hiç bitmemesini arzu etmiş, tefekkür-i mevtte derinleşmenin getirdiği hissiyât ile de; “Ben ölümden korkmazdım, lâkin o, benimle gece namazımın arasına girmektedir.” demişlerdir.
Hakîkaten her­kes uyur­ken ibadetle meş­gul olmak, Rabbi­­miz’­in çok husû­sî mu­hab­bet ve mâ­ri­fet mec­li­si­ne dâ­hil olan seçilmiş kul­la­rın­dan ol­mak de­mek­tir. Bu sebeple gönül eh­li nazarında seherlerden da­ha fe­yiz­li bir za­man ola­maz. Bu hu­sus­ta âyet-i ke­rî­me­ler­de şöy­le bu­yru­lur:
“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et! Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27)
“(O mut­ta­kî kim­se­ler, ge­ce­le­ri na­maz kıl­mak ve is­tiğ­fâr et­mek için) yan­la­rı­nı (tat­lı) ya­tak­la­rın­dan kal­dı­rır­lar. Rab’­le­ri­ne, azâ­bın­dan kor­ka­rak ve rah­me­ti­ni uma­rak duâ eder­ler...” (es-Sec­de, 16)
“(O mut­ta­kî­ler) ge­ce­le­ri pek az uyur­lar, se­her va­kit­le­rin­de de is­tiğ­fâ­ra de­vam eder­ler­di.” (ez-Zâ­ri­yât, 17-18)
Allah Rasûlü (s.a.) Efen­di­miz de seherlerin gönül feyzinden mahrum kalmamamız için şu tavsiyede bulunmuşlardır:
“Ge­ce iba­de­ti­ne dik­kat edi­niz! Çün­kü o, siz­den ön­ce­ki sâ­lih kim­se­le­rin âde­ti­dir. Şüp­he­siz ge­ce iba­de­te kalk­mak, Al­lâh’a yak­laş­ma­ya ve­sî­le­dir. (Bu iba­det) gü­nah­lar­dan alı­koyar, ha­tâ­la­ra ke­fâ­ret olur ve be­den­den dert­le­ri gi­de­rir.” (Tir­mi­zî, De­avât, 101)
Seher vakitlerini ibadetle ihyâ etmekten geri kalmak ise, mühim bir kayıp ve hüsrandır. Şu hâdise, bu gerçeğe ne güzel işâret etmektedir:
Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) buyurur:
“Allah Rasûlü’nün sağlığında rüyâ gören bir kimse, onu Peygamber Efendimiz’e anlatırdı. Ben de bir rüyâ görmeyi ve onu Efendimiz’e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekâr bir delikanlı idim ve mescidde uyurdum.
Bir defasında rüyamda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki o, kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi iki direği vardı. Şaşırdım, orada kendilerini tanıdığım bir kısım insanlar da bulunmaktaydı. Ben:
«–Cehennemden Allâh’a sığınırım! Cehennemden Allâh’a sığınırım!» diye haykırdım. O sırada bir başka melek gelip bana:
«–Korkma, sana bir şey olmayacak!» dedi.
Bu rüyâyı ablam Hafsa’ya anlattım, o da Allah Rasûlü’ne anlatmış. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuş:
«–Abdullah ne güzel ve ne iyi bir adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!..»”
Abdullah (r.a.), o günden sonra gecenin büyük bir kısmını ibadetle geçirir, çok az uyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 19)
Velhâsıl mü’min, seherlerini Allah ve Rasûlü’­nün tâlimatları istikâmetinde değerlendirebilirse gecesi gündüzünden daha nurlu, daha aydınlık olur. Nitekim büyük velîlerden Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri; “Geceler gündüz hâline gelmeden bana hiçbir sır fetholunmadı.” buyurmuştur.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Sükût ettiğim için aslâ pişman olmadım. Söz gümüşse sükût altındır.”5
“Sükût, hikmettir; ancak yapanı az bulunur.”6
[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az konuşmak düstûruna dikkat çekmektedir.
Sükût; âlimlerin süsü, câhillerin örtüsüdür. Sükût zırhına bürünen insan, pek çok tehlikeden korunmuş olur. Bilhassa haset ehlinin zehir saçan nazarlarından kurtulur. Bu itibarla insan çok konuşmaktan ziyâde, bol bol sâlih ameller işlemeli, hayırlı ve güzel işler ortaya koymalıdır. Yoksa bol bol konuşup da yapacağı güzel şeyleri anlatmaktan, onları yapmaya fırsat bulamayan bir insan, derin bir gaflet ve aldanış içinde demektir.
Nefsi dizginleyerek yapılan bir sükût, yerine göre câhillere verilmiş en fasih bir cevap olur. Nitekim İslâm âlimleri; “Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur.” demişlerdir. Şu hâdise bunun ne güzel bir misâlidir:
Bir gün Rasûlullah (s.a.), ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebû Bekir’e hakaret etti. Ebû Bekir (r.a.) cevap vermeyip sükût etti. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakaret etti. Ebû Bekir (r.a.) yine sükût etti. Adam üçüncü defa hakaret edince, Ebû Bekir (r.a.) daha fazla dayanamayıp ona hak ettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) hemen oradan kalkıp yürümeye başladı. Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ardından yetişerek:
“–Yâ Rasûlâllah, yoksa bana darıldınız mı?” deyince Rasûlullah (s.a.) Efendimiz:
“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)
Öte yandan, susmak gerekirken konuşmak kadar, konuşmak gerekirken susmak da ayrı bir hatâdır. Zira hakkın zâyî olacağı durumlarda yanlışa müdâhale etmeyip sessiz kalmak, ağır bir vebâl sebebidir. Nitekim Ebû Ali ed-Dekkâk Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Hakkı söyleme mevkiinde olup da susan, dilsiz şeytan gibidir.”
Konuşmak veya sükût etmek bahsinde mü’­min­ler olarak hepimizin ölçüsü; Peygamber Efen­dimiz’in şu tâlimâtına riâyet etmek olmalıdır:
“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îman, 74)
Dolayısıyla insanın mutlakâ konuşması lâzımsa, sükûttan daha kıymetli olan, kalplere huzur verip ruhları dinlendiren hikmetli sözler söylemelidir. Böyle güzel sözler söyleyebilmek için de evvelâ, hikmetli sözleri rûha sindirerek yaşamak îcâb eder. Nitekim Cenâb-ı Hak da insana, çok dinleyip az ve öz konuşması için iki kulak, bir dil bahşetmiştir. Bu hakîkate dikkat edilmediği takdirde ise, Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin ifâdesiyle:
“Her kim düşünmeden konuşursa, sözü çoğu kere yanlış olur.”
Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da:
“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!” buyurmuştur.
Ayrıca sözü haddinden fazla uzatmak, insanı kısa zamanda gözden düşürür. Zira Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi; “Uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler.” Böyle uzun konuşanı da kısa dinlemek gerekir.]
Cenâb-ı Hak, sükûtumuzu tefekkür, bakışımızı ibret, konuşmamızı hikmet eylesin. Ömür sermâyemizi rızâsı istikâmetinde en verimli şekilde değerlendirme firâsetini hepimize lûtfeylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Buhârî, Ezân, 18. 2. Tirmizî, Salât, 166.  3. M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 33, no: 10. 4. M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 67, no: 38. 5. Ahmed, ez-Zühd, s. 44, no: 272. 6. Ahmed, ez-Zühd, s. 88, no: 545.

Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2012 - Nisan, Sayı: 314, Sayfa: 032


Halife Vefat Etti, Çölde Adâlet Kalmadı!


Şam’dan yola çıkan bir ticaret kervanı güneye doğru giderken çölde konaklar. Konakladıkları yerde bir hayvan sürüsü ve sürünün başında da bir çoban vardır. Sürünün çobanı, kervanın Şam’dan geldiğini anlayınca onlara:
-“Halifemize bir şey mi oldu?” diye sorar. Kervandakiler:
-“Hayır, biz hareket ettiğimizde görevinin başında idi.” derler.
Çoban aldığı cevaptan tatmin olmamış, sıkıntılı ve son derece üzüntülüdür. Bu durumu yüz hatlarından belli olur. Ama daha başka bir şey de sormaz. Kervan ise yola koyulur ve ileride bir köye varır. Köyde halife Ömer b. Abdülaziz’in vefat haberini alan kervandakiler şaşkına dönerler. Birden çobanı hatırlarlar. Çölün ortasında bir çoban halifenin başına bir iş geldiğini nasıl bilmişti diye kendi aralarında konuşmaya başlarlar. Kervanda bulunanlardan biri çok merak eder, arkadaşlarından izin isteyerek çobanı bulmak için geri döner. Onu bıraktıkları yere doğru hızla atını sürer. Çobanı bulur, çoban üzüntülü ve şaşkındır.
­­­-“Hayırdır, bir şey mi unuttunuz burada?” diye sorar.
-“Yok, sen halifenin başına bir iş mi geldi? diye bize sormuştun. Biz de yok demiştik. Köye vardığımızda ise öğrendik ki halife Ömer vefat etmiş. Sen bu haberi bu ıssız çölde nasıl öğrendin?”
Bu haberi duyan çoban ağlamaya başlar:
-“Ben uzun yıllar bu bölgede çobanlık yapmaktayım. Ömer b. Abdülaziz halife olduğu günlerde, kurtlar sürümüze saldırmaz oldu. Hayvanlarımızla, kurtlar birlikte dolaşıyordu. Bundan anladık ki bu halife çok adil bir hükümdar olacak. Siz geldiğinizin bir gün öncesinde kurtlar koyun sürümüze saldırdı, birkaç koyunumuz telef oldu. Bundan da anladık ki, Ömer b. Abdülaziz dünyadan ayrıldı.”
Fazla söze ne hacet! Hadise ortada. İşte bu Ömer, iki buçuk yılda bu düzeni sağladı. Allah ondan razı olsun, bizleri de nail etsin inşallah…

12 Şubat 2013 Salı

Boykot Çağrısı


Nerdeyse her gün Gazze’de İsrail kurşunlarına hedef olup hayatlarını kaybeden kardeşlerimizi televizyondan içimiz kan ağlayarak seyrediyoruz. Çoğumuzda lanetliyoruz Siyonist İsrail’i ve Amerika’yı. Ne yazık ki güçlü bir İslam Birliğimiz yok ki bu vahşete ve zalimlere dur diyebilelim. Şu an böyle bir şey mümkün değil ama en azından, İbrahim aleyhisselam ateşe atıldığında ona su taşıyan karınca misali safımız da mı belli olmasın? Ne diyordu karınca; “Ben o ateşi söndüremeyebilirim ama bu yoldayım ya o yeter bana.” Biz de safımızı göstermek adına ve kardeşlerimize destek olmak için Siyonist İsrail’e alenen destek veren ve neredeyse ürünleri dünya çapında satılan firmaların ürünlerini almayalım. Gelin, biz Müslümanlar olarak bu ürünleri BOYKOT EDELİM. Bu zulüme dur diyemiyoruz bari destek olmayalım.
Şunu unutmayalım ki; Bir Müslüman dünyanın gidişatından sorumludur ve bir gün yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz.
Allah yâr ve yardımcımız olsun.



11 Şubat 2013 Pazartesi

Mühendisin Zekâsı

Üç işletmeci ve üç mühendis trenle bir iş seyahatine çıkacaklardır. Tren garında üç işletmeci üç bilet aldığı halde, mühendisler yalnızca tek bir bilet alırlar. İşletmeciler bunun sebebini öğrenmek istediklerinde, mühendislerden "bekleyin ve görün" yanıtını alırlar. Hep birlikte trene bindikten bir süre sonra üç mühendis kalkıp beraberce tuvalete giderler.
Kondüktör gelir, üç işletmeciden üç bileti topladıktan sonra tuvaletin kapısını çalar, "biletiniz lütfen" der. Mühendislerden biri eliyle bileti dışarı uzatır. İşletmeciler de bunu görürler. Artık taktiği kapmışlardır. Dönüş zamanı geldiğinde, işletmeciler gidip bir bilet alırlar. Mühendislerin bu sefer hiç bilet almadıklarını görürler, şaşkınlıkla yine nedenini öğrenmek istediklerinde, "bekleyin ve görün" yanıtını alırlar. Tren harekete geçtiğinde işletmeciler beraberce kalkıp tuvalete giderler, ardından da mühendisler de karşısındaki tuvalete. Kondüktörün gelmesine yakın, mühendislerden biri dışarı çıkar, karşıdaki tuvaletin kapısını tıklatıp "biletiniz lütfen" der. Açılan kapıdan bir el bileti uzatır. Bileti alan mühendis diğer tuvalete geri girer.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Hak Dostlarından Hikmetler - Lokman Hakîm (a.s.)- 2


Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Hikmet, yoksulları padişahların meclislerine oturt­muştur.” (Ahmed, ez-Zühd, s. 87, no: 537)
[Hikmet, rûhun gıdâsıdır. İnsan bedeninin hayâtiyeti için nasıl ki maddî gıdâlara ihtiyaç varsa, mânevî huzur ve tekâmül için de hikmetlerde derinleşerek gönlü feyz ve rûhâniyetle ihyâ etmek zarûrîdir.
İnsan, bütün dünya mülküne sahip olsa bile, hikmetten mahrûmi­yetin rûhunda açtığı boşluğu, hiçbir şeyle dolduramaz. Bunun içindir ki, bilhassa büyük servet sahipleri ve idârî mevkîlerde bulunup toplumun mes’û­liyetini yüklenmiş olanlar, Hakk’a kulluk yolunda kalbî muvâzene­ ve isti­kâ­metlerini koruyabilmek için, hikmet ehli zâtların himmetle­ri­ne, her­kes­ten daha çok muh­taç olmuşlardır. Zira kudret ve iktidar sa­hip­lerinin çevresinde­kiler, umûmiyetle bir men­faat beklentisi veya mev­kîlerini kaybetme endişesi içinde olduklarından, doğruları her zaman cesaretle dile getiremezler.
Hikmet ehli ise, halkın değil Hakk’ın nazarında mûteber olabilmenin tâlibidirler. Onlar, dünyevî menfaatlerden müstağnî kalıp hakkı tebliğ yolunda zahmetlere katlanmayı kendileri için rahmet bilirler. Bu sebeple kudret ve iktidar sahiplerine, yakın çevrelerini kuşatmış olanlardan hiçbirinin yapamayacağı îkaz ve nasihatlerde bulunmaktan çekinmezler. Onların âhiretini korumak için, tıpkı bir doktorun hastasına şifâ olacak acı ilâçlar içirmesi gibi, gerektiğinde acı reçeteler vermeyi, vazife telâkkî ederler.
Rivâyete göre Abbâ­sî halîfesi Hârun Reşid, bir gün yakın dostuna:
“–Gönlüm, şu saltanatın verdiği debdebeden sıkıldı. Beni öyle bir zâta götür ki; yanında huzur bulayım.” dedi.
O da halîfeyi Süfyan bin Uyeyne’nin tavsiyesiyle Fudayl bin İyaz’a götürdü. Fudayl’ın evine varıp kapıyı çaldılar. Fudayl, içeriden:
“–Kim o!” diye seslendi. Onlar da:
“–Emîru’l-Mü’minîn!” dediler. Fudayl:
“–Ümmet-i Muham­med’­in görülecek bunca işi varken Emîru’l-Mü’minîn’in benim yanımda ne işi var?” diye sordu. Hârun’un yakın dostu:
“–Ülû’l-emr’e itaat vâciptir. Şimdi söyle; içeriye senin vereceğin desturla mı, yoksa halîfenin emriyle mi girelim!..” dedi. Fudayl:
“–Destur yoktur, eğer emirle girerseniz, onu da siz bilirsiniz!..” dedi.
Hârun içeri girdi ve Fudayl bin İyaz’dan öğüt istedi. Fudayl dedi ki:
“–Rasûlullah (s.a.)’in amcası olan deden, «Beni bir kavme emir yap!» diye O’ndan ricâ etmişti. Allah Rasûlü (s.a.) de:
«–Amcacığım! Bir an, seni sana emir yaptım.» dedi. Yani, «Bir nefes Allâh’ın tâatinde bulunman, binlerce yıl halkına bîgâne ve gâfil bir hükümdar olmandan hayırlıdır…» demek istedi.”
Hârun Reşid:
“–Biraz daha öğüt vermez misin?” deyince de şunu anlattı:
“–Ömer bin Abdülaziz, hilâfet makamına geçirildiği zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Kâ‘b’ı dâvet ederek:
«–Bana çok ağır bir vazife verildi, benim âhiret selâmetim için bana tavsiyeniz nedir?» diye sormuştu da onlardan biri:
«–Eğer yarın, kıyâmet günü azaptan kurtulmak istersen; müslüman­ların yaşlılarını baban, gençlerini kardeşin, çocuklarını evlâdın, kadınlarını da annen ve bacın bil!..» demişti.” Hârun:
“–Biraz daha öğüt ver.” deyince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:
“–İslâm diyârı senin evin, bu diyardaki halk da âile efrâdın mesâbesindedir. Babana, kardeşlerine ve yavrularına nasıl muâmele ediyorsan, tebaana da o şekilde davran. Baban yerinde olan yaşlıları ziyaret et, kardeşlerin yerinde olan gençlere iyilik yap, evlâtların yerinde olan çocuklara da ikramda bulun.” Sonra ilâve etti:
“–Ey Halîfe! Şu güzel yüzünün, cehennem ateşinde yanıp çirkinleşmesinden korkarım! Nice pırıl pırıl çehreler vardır ki, cehennemde feryâd ü figân etmekteler! Burada emîr olan niceleri orada esirdir!”
Hârun Reşid, biraz daha öğüt vermesini ricâ edince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:
“–Allah Teâlâ’dan kork!.. Çünkü O, kıyâmet günü müslü­manları senden tek tek soracak ve her birinin hakkını ödemeni sana emredecek. Eğer bir gece, bir ihtiyar kadın, evinde aç olarak uyumuşsa, (hidâyet bekleyen bir insana îkaz ve tebliğde bulunmaktan bîgâne kalmışsan), yarın kıyâmet günü onlar da yakana yapışacak ve orada senden dâvâcı olacak!”
Gözü yaşlı bir hâlde daha nice nasihatler dinleyen Hârun Reşid, oradan ayrılmadan önce Fudayl bin İyaz’a:
“–Borcun var mı?” diye sordu. Fudayl:
“–Evet var! Rabbimin bu kadar ikram ve ihsânına mukābil, hamd, şükür ve zikir borcum var. O, lûtfedip bana hidâyeti ihsân etti. Benim vazifem de, bunun şükür borcunu Rabbime ödememdir. Eğer O, bu borcumu îfâdaki noksanlığım sebebiyle beni yakalarsa, vay hâlime!” dedi. Hârun:
“–Ben Hakk’a değil, halka borcunu soruyorum.” dedi. Fudayl:
“–Elhamdülillah! Hakk’­ın nîmetleri içinde yü­zü­yo­rum. Halktan hiçbir ta­le­bim yok.” dedi.
Bu sözüyle Fudayl âdeta; “Hakk’ın tak­dî­rin­den memnun ve mes­rû­rum. O’ndan gelen her şey be­nim için en hayırlısıdır. Allâh’ın bana takdîr ettiğini, O’nun kullarına şikâyet etmekten hayâ ederim.” demek istemişti.
Sonra Hârun, içinde bin altın bulunan keseyi onun önüne koydu ve:
“–Bu, annemden miras kalmış helâl bir paradır.” dedi. Bunu gören Fudayl dedi ki:
“–Bak Hârun! (Ben, sana ne anlatıyorum, sen ise ne yapıyorsun?!) Ben senin kurtuluşunu istiyorum, sen ise bana böylesine ağır bir yük yüklüyorsun! Ben sana; mâlik olduğun her şeyi hak sahiplerine iâde et! (Tebaandaki yaşlılar baban, gençler kardeşlerin, kadınlar annen ve bacın, çocuklar da evlâtlarındır; senin üzerinde benden evvel onlar içindeki yoksul, aç, kimsesiz ve gariplerin hakkı var. Sen benden evvel onları düşün, onları gözet ve bu hakkı onlara tevzî et!) diyorum; sen ise tebaandaki muhtaçların hakkını bana vermeye kalkışıyorsun!..”
Fudayl bin İyaz bunları söyledikten sonra Hârun Reşid’in yanından kalkıp dışarı çıktı. Onun ardından nemli gözlerle bakan Hârun şöyle dedi:
“–Fudayl gerçek bir âhiret sultânıdır!”1
İşte Cenâb-ı Hak, dünyayı ardına atarak yüzünü tamamen Allâh’a ve âhirete dönmüş nice kullarının gönlüne hikmet nûrunu bahşederek hakîkî saltanatı lûtfetmiş, cihan sultanlarını onların ardınca yürütmüştür.
Şanlı ecdâdımız da hikmet ehli âlim ve ârifleri baş tâcı etmiş, onların duâ, himmet ve öğütlerinden istifâde ettikleri müddetçe ilerleyip yükselmişlerdir. Osman Gâzi’nin etrafında bir Şeyh Edebali Hazretleri, Yıldırım Hân’ın yanında Emir Sultan, Fâtih Sultan Mehmed’in yanında Akşemseddin Hazretleri, Sultan Ahmed’in yanında Hüdâyî Hazretleri ve daha niceleri; madde ile mânâ, dünyâ ile ukbâ arasında muhteşem bir denge unsuru olmuş, onların kalplerine âdeta bir istikâmet aşısı yapmışlardır.
Şu hâdise, bu hakîkatin tipik bir misâlidir:
Yavuz Sultan Selim, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere tahammülü olmayan, celâlli bir pâdişahtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi ilâhî ölçüler dâiresi içinde şekillenmişti. Bir seferinde ihmallerinden dolayı hazinede meydana gelen hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Bunu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden engel olabilmek için, destur bile almadan alelacele Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinlemek istedi. Yavuz:
“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur!..” şeklinde sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle:
“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zira bizim vazifemiz sizin âhiretinizi korumaktır!..” diyerek verilmesi gereken kararın doğrusunu izah etti.
Bu sözleriyle Zenbilli Ali Efendi, kendi âhiret selâmeti için de zarûrî olan îkaz ve irşad vazifesini îfâ etmiş oluyordu. Zira bunu yapmadığı takdirde kendisinin de vebâl altında kalacağının idrâki içindeydi. Bu sebeple, gazaplandığında zaptedilmez bir cengâver olan Yavuz’un huzuruna, âdeta kellesini koltuğuna alarak çıkmış, hakîkatleri cesaretle dile getirmişti.
Koca orduları dize getiren Yavuz Sultan Selim Han ise, hiç kimseden görmediği bu sert tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, ilâhî hakîkatlerin kıldan ince, kılıçtan keskince ölçüleri karşısında başını önüne eğdi, hakîkati anladı ve şeyhülislâmın îkâzını kabûl edip ona göre hareket etti. Üstelik Zenbilli Ali Efendi’den de özür dileyip gönlünü aldı.
Devlet ve memleket işlerinde hiçbir zaman hatır-gönül dinlemeyen bir cihangirin, ilim, irfan ve hikmet ehli zâtlara gösterdiği itaat, teslîmiyet ve hürmetin şâheser misâllerinden bir diğeri de şudur:
Yavuz Selim Han ve ordusu, Adana civârında şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selim Han, devrin büyük âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile yan yana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un kaftanını baştan başa boyadı.
Kemâl Paşazâde çok üzüldü, rengi attı. Yavuz, ona dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine örtün!” buyurdu.
Büyük fetihler sultânı Yavuz Han, cihan çapındaki zaferleriyle mağrur olmamış, dâimâ nefsine galebe çalarak hakîkî zaferin, ancak ilim, irfan ve hikmet ehli zâtların irşâdıyla gönül âleminde vukû bulacağını idrâk etmiş bir pâdişah idi. Onun şu mısrâları, bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş!..
İşte Yavuz Selim Han da, pek çok Osmanlı pâdişâhı gibi, kendisini hak­ka ve hayra isti­kâ­met­lendirecek bir velîyi, bütün dün­yevî kıymetlerin üzerinde görerek onların himmetlerini dünya saltanatına tercih etmekteydi.
Hazret-i Mev­lâ­nâ buyurur ki:
“Hak dostu bir velînin kölesi olmak, pâdişahların başlarına taç olmaktan çok daha iyidir.”
Zira pâdi­şah­la­rın başındaki taç, bir müddet ih­tişam içinde sal­ta­nat sürse de ne­ticede fânîliğe mah­kûm­dur. Fakat bir Hak dos­tuna yâr olanların, hikmet dolu îkaz ve irşadlarla nâil olacakları saâ­det ve saltanat ise ebe­dîdir.
İşte bu şuur ve idrâk içinde olan Osmanlı sultanları da, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar, maaşlı askerlerine her Cuma selâmlığına gidip gelirken yüksek sesle:
“Mağrûr olma pâdişâhım, senden büyük Allah var!..” diye söyleterek, kendilerine yapılan mânevî îkazların bu şeklini resmîleştirme yoluna bile gitmişlerdir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Âlimlerin (ve âriflerin) meclislerinde bulun! Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allah Teâlâ, yağdırdığı bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbi de hikmet nûruyla diriltir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 125)
[Her insan, kendisini hakka ve hayra ulaştıracak bir firâset ve basiret nûruna muhtaçtır. Bu nûra yeterince sahip olamayanlar ise, sahip olanların rehberliklerine tâbî olarak doğru yolu bulabilirler.
Bilhassa günümüzün materyalist/maddeci dünyasında, nefsânî câzibeler tahrik edilmekte, nice insanlar mânevî tehlikelere karşı kendilerini îkaz ve irşâd edecek bir rehberden mahrum oldukları için, selde sürüklenen kütükler misâli istikâmetini kaybetmektedir. Nice menbâ suyu sâfiyetindeki gönüller, ilâhî hikmet ve hakîkatlerle yön­len­dirilmediği için, bataklıklara akarak zâyî olmaktadır. Dünyevî ve nefsânî câzibelere aldanarak gaflet ve dalâlete sürüklenenlerin hazin hâlini, Mevlânâ Hazretleri şöyle tasvîr eder:
“Allâh’ın imtihan tuzağı, dünya malı (ve saltanatı)dır. Dünya gâfili sarhoş eder, aldatır. Dünyaya gönlünü kaptıranların kalp gözü âmâlaşır. Çünkü onlar (gafletlerinden dolayı menbâ suları dururken) balçıktaki acı ve tuzlu suyu içerler.”
Yanlış mecrâlara kayan, yorulan ve bunalan ruhların tedâvisi, hakkı ve hayrı görecek olan gönül gözlerinin açılması ve kalplerin ihyâ olması ise; ilâhî hikmet ve hakîkatlerle müzeyyen, diri bir gönül âlemine sahip olan Allah dostlarının izini tâkip etmekle mümkündür. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati de şöyle ifâde eder:
“Allah ile beraber olmak isteyen kişi, velîlerin huzûrunda bulunsun. Velîlerin huzûrundan uzakta kalırsan, helâk oldun gittin demektir.”
“Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.”
İşte gönüllere mânevî bir diriliş vesîlesi olan hikmet ise, içinde yaşadığımız bu sebepler âleminin her varlığında ve vukū bulan her hâdisedeki sebeplerin kendisine bağlı bulunduğu aslî ve sırrî sebebi fark edebilmek; böylece eserden müessire, sanattan sanatkâra intikal edebilmektir. Her şeyde mevcut olan ilâhî mesajları alabilmek, böylece ilâhî imtihanın şifrelerini gönül âleminde çözebilmektir. Müsebbibü’l-esbâb, yani bütün sebepleri halk eden Cenâb-ı Hakk’a varamayan her idrak hamdır, her anlayış noksandır. İdrâkin olgunluğu da, her varlık ve hâdisedeki murâd-ı ilâhîye dikkat kesilmeye bağlıdır.
Bunun için, hikmetli söz ve davranışlarla tefekkürde derinleşerek iç âlemi ihyâ etmek zarûrîdir. Mü’min, bu sâyede kulluk şuurunu canlı tutabilir. Yine bundan dolayıdır ki peygamberlerin tebliğ ve tezkiye ile birlikte en mühim vazifelerinden biri de, Kitap ve “Hikmet”i tâlim etmektir.
Hikmetin mutlak menbaı, Hakîm olan Cenâb-ı Hak’­tır. Hikmetlerin gönle ilhâm olunup ifâdeye dö­kül­mesinin yolu ise, takvâ tezâhürü sâlih amellerle, kalben Cenâb-ı Hakk’a yakın olmaktır. Zira bir hadîs-i kudsîde Peygamber Efendimiz (s.a.), Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirir:
“…Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır. Nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum…” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)
Yine bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Kırk sabah ihlâsla Rabbine yönelen kimsenin kalbinden diline hikmet pınarları akar!” (Süyûtî,Câmiu’s-Sağîr, II, 137/8361)
Dolayısıyla Hakk’a yakınlıkta yüksek bir seviye kazanmış, takvâ ehli sâlih zâtların gönül âlemleri, ilâhî hikmet ve hakîkat nurlarının aksettiği, mücellâ ve musaffâ bir ayna hâlindedir. Bu Hak dostları, varlıklara hikmet ve ibret nazarıyla baktıklarından, diğer insanlardaki, kâinat hârikalarını alelâde görme gafleti, onlarda bulunmaz. Gerçekten sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklid ederek yaptığı tabloları takdirle temâşâ ederken, kâinat ve onun Hâlık’ı karşısında aynı takdir hissini duyamaz. Bütün hârikaları sıradan tabiat hâdiseleri olarak telâkkî eder. Hikmet ehli Hak dostları ise, bir ressamın sırf şöhretini sürdürmek için yaptığı tablolar yerine, asıl sanatkâr olan Cenâb-ı Hakk’ın kudret hârikası eserleri karşısında hayret, dehşet ve heyecan duyarak, ilâhî sanatın zevkine ererler.
Sermâyesi aynı toprak terkibi olan milyonlarca çeşitteki bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine; ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki muhteşem desenlere; bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmelerine; kumrulardan yayılan “hû hû”lara; insanın yaratılışındaki fevkalâde inceliklere; gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler.
Bu Hak dostları için bütün bir kâinat, artık okunacak ilâhî bir kitaptır. Onlar, satırdaki ilimleri aşmış, sadırdaki ilme ulaşmışlardır. Dolayısıyla onların hikmetli sözlerini dinlemek, ibret dolu davranışlarını dikkatle tâkip etmek, kula müstesnâ bir mânevî dirilik kazandırır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Taş da taşıdım demir de! Ancak kötü komşudan daha ağır bir şey görmedim!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 86, no: 533)
[İnsanın gerçek yüzü, zorluklarla denendiği, nefsinin damarına basıldığı zaman ortaya çıkar. Nitekim Hazret-i Ömer (r.a.), yanında bir kimse medhedildiği zaman, medhedene şu üç şeyi sormuştu:
“–Sen onunla hiç komşuluk, yolculuk veya ticâret yaptın mı?”
Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:
“–Zannedersem, sen sadece onun câmide Kur’ân okunurken başını salladığını gördün!” dedi. Adam:
“–Evet, yâ Ömer! Benim gördüğüm öyle idi.” karşılığını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (r.a.):
“–O zaman fazla medihte bulunma! Zira ihlâs, kulun boynunda yazılı değildir.” buyurdu.
Burada Hazret-i Ömer (r.a.)’ın verdiği ölçü, zâhire aldanmamaktır. Bir kimse hakkında doğru bir kanaat sahibi olmak için, onun fiillerine, beşerî münâ­se­bet­lerine ve muâ­me­lâtına da bakmak gerektiğidir. Menfaatinden imtihan verip geçer not almamış bir şahsın sâlih biri olduğuna şâhitlik etmenin, yanlış bir davranış olduğudur.
Komşuluk da insanın gerçek hüviyetini ortaya çıkaran bir hâdisedir. İnsan, kötülüğünü gördüğü bir kişiden uzaklaşıp ondan kurtulabilir. Fakat kötü bir komşudan kurtulabilmek, bu kadar kolay değildir. Bu sebeple komşuyu iyi seçmek gerekir. Hattâ bu hususta; “Ev alma, komşu al!” sözü meşhur olmuştur.
Rasûlullah (s.a.) Efendimiz de:
“Devamlı ikâmet ettiğiniz yerde kötü komşudan Allâh’a sığınınız! Göçebe olduğunuz yerdeki komşu nasıl olsa bir müddet sonra sizden ayrılır.” buyurmuştur. (Nesâî, İstiâze, 44)
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) da:
“Komşunla kavga etme, misâfir gider, o kalır.” buyurmuştur.
Bütün insanların, güzel komşularla yaşamak istediğini düşünerek, evvelâ kendimiz güzel bir komşu olmalı, daha sonra da sâlih komşular arasında oturmaya gayret etmeliyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.)’in şu beyânı, komşu haklarına riâyetin ehemmiyetini açıkça ortaya koymaktadır:
“Cebrâîl bana, dâimâ komşu hakkını tavsiye ederdi. Öyle ki ben, komşuları birbirine mîrasçı kılacak zannetmiştim!” (Buhârî, Edeb, 28)
Diğer taraftan komşulara huzursuzluk vermek, büyük bir îman zaafıdır. Komşular, öncelikle birbirlerinin şerrinden emîn olmalıdırlar. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.) ardı ardına üç defa:
–Vallâhi îmân etmiş olmaz!” buyurmuştu. Sahâbîler:
“–Kim îmân etmiş olmaz, yâ Rasûlâllah?” diye sordular. Efendimiz (s.a.):
“–Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73)
Komşuluk o kadar mühimdir ki, sadece bu dünya ile de sınırlı kalmamaktadır. Ha­yat­ta iken sâ­lih­ler­le be­ra­ber­lik zarûrî ol­du­ğu gi­bi, ka­bir­de de on­la­ra kom­şu olabilmek çok ehemmiyetlidir. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Ölü­le­ri­ni­zi sâ­lih in­san­la­rın ara­sı­na def­ne­di­niz.” buyrulmuştur. (Dey­le­mî, I, 102)
Bu nebevî tâlimâta riâyet eden ecdâdımız da, Eyüp Sultan, Karacaahmed gibi sâlih zâtların yakınına defnedilme arzusuyla, bu gibi kabristanları, âdeta birer şehir hacmine ulaştırmışlardır.
Velhâsıl, müslüman, komşusundan mes’ûldür. Bu sebeple her şeyden evvel, komşusunu rahatsız edecek davranışlardan sakınmalı, onun ufak tefek hatâ ve sıkıntılarına katlanmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kişilerden birinin de, komşusunun eziyetlerine Allah rızâsı için katlanan kim­seler olduğunu unutmamalıdır.2 “İnsan, ih­sâna mağluptur.” ha­kî­­kati mûcibince de; kom­şu­suna iyilik etmeli, böy­lece komşusu kendi­sine düşmansa, onun düşmanlığını hafifletmeli, ne dost ne düşman ise onu dostluğa yaklaştırmalı, dost ise de muhabbetini artırmalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34)
Ayrıca kötü komşusunu ıslah edemeyen kimse, kusuru biraz da kendinde aramalıdır. Tıpkı Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri’nin şu nefis muhâsebesi misâlinde olduğu gibi:
O büyük Allah dostu, huysuz biriyle yolculuk yapmıştı. Seyahat sona erip ayrıldıklarında, Hazret ağlamaya başladı. Dostları, niçin ağladığını sordular. O ince ruhlu Hak dostu, derin bir iç çekerek dedi ki:
“–O ka­dar yol­cu­lu­ğa rağ­men be­ra­be­rim­de bu­lu­nan ar­ka­da­şı­mın kö­tü hâl­le­ri­ni dü­zel­te­me­dim. O bî­çâ­re­nin ah­lâ­kı­nı gü­zel­leş­ti­re­me­dim. Dü­şü­nü­yo­rum ki; aca­bâ be­nim bir nok­san­lı­ğım­dan ötü­rü mü ona fay­da­lı ola­ma­dım? Şâyet o, ben­im ha­tâ ve kusurlarım­dan do­la­yı is­ti­kâ­me­te gel­mediy­se, ya­rın (ilâhî hesap gününde) hâ­lim ni­ce olur!..”]
Cenâb-ı Hak, bu hikmet ve hakîkatlerin tefekküründe derinleşerek, zarif, rakik ve ince ruhlu bir mü’min olabilmeyi cümlemize nasîb ve müyesser eylesin.
Âmîn!
Dipnotlar: 1.  Bkz. Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, İlim ve Kültür Yayınları, s. 131-133; Erkam Yayınları, s. 230-233. 2.  Bkz. Ahmed, V, 176.

Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2012 - Mart, Sayı: 313, Sayfa: 032