Lokman (a.s.) buyurur:
“Küçümseyerek
insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah; kendini
beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini
alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman,
18-19)
[Gurur, kibir, ucub/kendini beğenmek ve
insanları hakir görmek; kökü Cehennem’de olan çirkin huylardır. Kibriyâ
sıfatı, yalnız Hak Teâlâ’ya mahsustur. Bunun içindir ki Rabbimiz, aslı yokluk
ve hiçlik olan, yani sıfır sermâye ile insan olarak yaratılan kulun, kendisinde
bir varlık vehmetmesine, kendisini diğer kullardan üstün görüp başkalarını
hakir görmesine son derece gazaplanmış ve:
“Yeryüzünde
böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne
de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37) buyurmuştur.
Müfessir
Bursevî, Rûhu’l-Beyan adlı tefsirinde şöyle der:
“Selâm
verdiğin, konuştuğun veya karşılaştığın zaman alçak gönüllü olarak yüzünü
(ve gönlünü) bütünüyle insanlara çevir. Büyüklük taslayanların, insanları
ve bilhassa fakirleri küçümseyerek yaptıkları gibi, yüzünün bir tarafını
çevirme. İyi muâmele etmek bakımından, senin nazarında bütün insanlar aynı
olsun.”1
İblisin, ilâhî gazaba dûçâr olmasının
sebebi, Hazret-i Âdem’e karşı gururlanmak sûretiyle Rabbine başkaldırması,
böylece Cenâb-ı Hakk’ın kibriyâ sıfatına ortaklık iddiâsına kalkışmış
olmasıdır. Kârun da, kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen, mallarının
putperesti olması ve Hazret-i Hârûn (a.s.)’ı kıskanıp hased etmesi sebebiyle, o
güvenip dayandığı mallarıyla birlikte yerin dibine geçirilerek helâke dûçâr
olmuştur.
Bu sebeple mü’min, hiçbir zaman gurur,
kibir ve enâniyete kapılmamalı, nîmeti Hak’tan, hatâ ve kusurları ise dâimâ
nefsinden bilmelidir. Bütün hâl ve tavırlarında İslâmî edep ve nezâket
kâidelerine riâyet etmelidir. Buna göre, yürüyüşünde mûtedil olmalı, ayak ucuna
bakarak sükûnet ve vakar içinde yürümelidir. Bağırıp çağırarak konuşmaktan sakınmalıdır.
Âyet-i kerîmede; “seslerin en çirkininin merkep sesi”ne benzetilmesi de pek
mânidardır. Zira kabalık ve nezâketsizliği temsil eden merkep sesi,
lüzumsuz yere ve aşırı bir şekilde yükselen, nâhoş ve çirkin bir sestir.
Böyle bir hitap tarzı ise, kâmil bir mü’minin nezâket, zarâfet ve edebiyle
aslâ bağdaşmaz. Kalplere diken batıran kaba sesler, ancak hantallaşmış kalplerden
çıkar.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:
“Müşrikler, seslerinin yüksekliği ile
övünürlerdi. Yüce Allah onlara: «Eğer sesin yüksekliği hayırlı bir şey olsaydı,
bununla merkebi onlardan üstün kılardım!» diye cevap vermiş oldu.”]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Küçükken
edepli olursan, büyüdüğünde faydasını görürsün!”
“Küçük işleri umursamazlık
etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür.”
[Ecdâdımız; “Ağaç yaşken eğilir.”
demişlerdir. Küçük yaşta alınan terbiye çok mühimdir. Bu yaşlarda verilen
eğitim, âdeta taşa yazılan yazılar gibi kalıcı ve ömürlük olur. Bu sebeple
bilhassa çocukların ve gençlerin mânevî eğitimine çok ehemmiyet vermek
gerekir. Bu hususta gösterilecek küçük ihmallerin dahî, ileride büyük
pişmanlıklara dönüşebileceği aslâ unutulmamalıdır.
Çocuklara ve gençlere gösterilecek şefkat
ve merhamet, hayatı sadece bu dünyadan ibâretmiş gibi görerek onların
karınlarını doyurup güzel elbiseler giydirmek, nefislerini eğlendirmek, ten
rahatlarını temin etmek değildir. Bilâkis asıl şefkat ve merhamet, onların
ebedî istikbâllerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saâdet baharı
kılacak mânevî değerleri geç kalmadan şahsiyetlerine kazandırmak ve öncelikle
onların ruhlarını doyurmaktır. Bunun için ciddiyetle emek sarf etmek ve
fedâkârlık göstermektir.
Gençlik nîmetini, mânevî değerlerin
kazandırdığı olgunlukla yaşayabilmenin ne büyük bir bahtiyarlık olduğu, hadîs-i
şerîfte şöyle beyan buyrulmuştur:
“Allah (c.c.) çocukça (lâubâlî)
davranışları olmayan, hayra yönelip hevâ ve hevesi terk eden, vakar sahibi,
olgun genci sever.” (Ahmed, IV, 151)
Böyle olgun gençler ve asil bir nesil
yetiştirmek ise, en başta anne-babaların mes’ûliyetidir.
Cenâb-ı Hak huzurlu bir âile ve huzurlu
bir toplum için, “göz nûru zevceler” ve bu göz nûru zevcelerden de “göz nûru
nesiller” yetiştirmemizi istiyor. Topluma güzel ahlâk ve takvâda önder ve
rehber olma hedefini önümüze koyuyor. Toplumlarda huzurun, ancak bu örnek
şahsiyetlerin yetiştirilmesi neticesinde gerçekleşeceğini bildiriyor.
Peygamber Efendimiz (s.a.) de:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz
güttüklerinizden sorumlusunuz. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden
sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur.” buyurmuştur.
(Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)
İyi bir çoban, sürüsünü kurak yerlere
götürmez; yeşillik, bereketli, sulak arazilerde otlatır. Demek ki iyi bir
anne-babanın da evlâdını helâl gıdâlarla besleyip mânevî gıdâsını güzelce
alabileceği feyizli yerlere küçük yaştan itibâren sevk etmesi, ruhlarını
güzelce beslemesi gerekir. Nitekim hanım sahâbîler, evlâtları uzun bir müddet
Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’i görmedikleri zaman onlara kızarlardı.
Evlâtlarının sâlih kimselerden feyz almaları için olanca gayretlerini
gösterirlerdi.
Yine iyi bir çoban, sürüden geride kalan
hasta veya zayıf koyunu kucağına alarak sürüye yetiştirir. Onu kurda kuşa yem
etmez. Bir anne-baba da çocuğunu büyütürken onun mânevî inkişâfı için birtakım
meşakkatlere katlanmalıdır.
İyi bir çoban, sürüsünü tehlikeli
yerlerden korur. Bugün maalesef televizyon, menfî neşriyat, müstehcenlik,
karanlık sokaklar, lüks yaşamayı ve aşırı tüketimi kamçılayan reklâmlar ve internetin
yanlış adresleri, neslin rûhuna zehir saçan canavarlara dönüştü. Genç dimağlar,
bu menfî odakların tesir bombardımanı altında şahsiyet ve kimliğini kaybetmekte
ve zamanla bu telkinlerin şekline, biçimine ve kalıbına girmektedir. Böylece
gençler, rûhen televizyonun, internetin ve sokakların çocukları hâline
gelmekte, gerçek anne-babalarıyla yakınlıkları, biyolojik bir bağdan öteye
geçmemektedir.
Bu bakımdan, bilhassa günümüzde
anne-babaların çocuklarını korumak için onlara çok daha büyük bir dikkatle
kol-kanat germeleri şarttır.
Zira iyi bir çoban da büyük bir dikkatle
sürüsünün kâh önünden yürür, kâh ardından yürür, varılmak istenen yere sağ
sâlim götürebilmek için onlara yön verir. Bir anne-baba da evlâtlarını dâimâ
hakka ve hayra yönlendirip doğru bir istikâmet kazandırmak zorundadır. Bu
sebeple kendilerine ihsân edilmiş ilâhî bir emânet olan çocukları, ibâdet vecdi
içinde yetiştirerek onlara İslâm kimliği kazandırmak, anne-babaların en başta
gelen vazifeleridir.
Cenâb-ı Hak hemen hemen bütün
peygamberlerine çobanlık yaptırmıştır. Zira bunda, hem mahlûkâtın hissiyâtına
âşinâ olarak şefkat ve merhameti öğrenmek, hem de insanlığı sevk ve idârenin
ipuçlarını kavrama tâlimi vardır. Bu bakımdan anne-babaların evlâtlarına iyi
bir çoban olmaları, bir bakıma peygamber mesleği gibi ulvî bir hizmettir. Bu
hizmette muvaffak olabilmekse, kâmil ruhların sanatıdır.
Hakîkaten, İslâm fıtratıyla doğan
evlâtların kalpleri, tertemiz bir toprak gibidir. İşlenmeye muhtaç, ham bir
cevherdir. İstikbâlde onların gül veya diken olması, acı veya tatlı meyveler
vermesi, üzerlerine atılan tohumların, bilhassa da anne-babaların yaptıkları
telkinlerin keyfiyetine bağlıdır.
Bu bakımdan, evvelâ anne-babanın
evlâdına iyi bir örnek olması elzemdir. Çocuğun eğitimi, önce ana kucağında
ve baba ocağında başlar. Anne-babanın ağzından çıkan her kelime, çocuğun
şahsiyet inşâsında kullandığı bir tuğla mesâbesindedir.
Bilhassa global kültürün işgâli altında
kirlenen günümüz dünyasında, bütün bu hususlar üzerinde anne-babalar olarak
ciddiyetle düşünmeliyiz. “Bir anne-baba
olarak evlâdıma ben ne verdim ki ondan ne bekliyorum?” suâlini sık sık
kendimize sormalıyız. Kusursuz evlât istiyorsak, öncelikle kusursuz bir
anne-baba olmaya çalışmalıyız. Zira unutmamalıyız ki, bedeli ödenmeyen bir şeye
sahiplik iddiâsına kalkışmak, abesle iştigaldir.
Evlâdını güzelce yetiştiren bir
anne-babanın hakkı ödenemez. Fakat anne-baba, evlâdının mânevî terbiyesini ihmâl
edip onu Allah yolunda ve rûhânî bir iklimde yetiştirmezse, kıyâmet günü o
anne-babadan evlâdı dâvâcı olacaktır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! İnsanlar
her gün ibâdet ve tâati ihmâl ettikleri hâlde nasıl olur da vaad olundukları
azaptan korkmazlar!”
[Gaflet, iki gözünün önüne iki parmağını
koyarak kişinin kendi kendisini âmâ kılması gibidir. Gaflet, hakîkatlere karşı
kalbe bir perde çekilmesidir. Mayın tarlasında pervâsızca koşmak, uçurumların
kenarında dikkatsizce dolaşmaktır. Gaflet, kuzunun kurda sevdâlanmasıdır.
İnsanın iki büyük düşmanı olan nefs-i
emmâre ve şeytan -aleyhillâ‘ne-, insanı binbir hile ve desise ile kulluk
vazifelerinden uzaklaştırmak, mes’ûliyetlerini ihmâl ettirmek için sayısız
bahaneler üretir. Böylece aklı, kalbi, idrâki, iz’ânı ve vicdânı âdeta
uyuşturur. Bu şuursuzluk ve sarhoşluk hâli içinde, insanı kolayca azâba
sürükler.
İşte bu gafletin en büyüklerinden biri
de, Allâh’ın rahmet, mağfiret, lûtuf ve kereminin sonsuzluğuna güvenerek;
“Nasıl olsa hepsi affedilir.” zannıyla ilâhî emir ve nehiylere lâyıkıyla
riâyet etmemek, haramların dehşetli âkıbetini umursamamaktır. Allâh’ın
Gafûr ve Rahîm olduğunu düşünüp, O’nun aynı zamanda Azîzün zü’ntikām ve Kahhâr
olduğunu göz ardı etmektir.
Bunun içindir ki yüce Rabbimiz âyet-i
kerîmede biz kullarını şöyle îkaz buyurmaktadır:
“Ey
insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlâdı, ne de evlâdın
babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin! Bilin ki, Allâh’ın vaadi
gerçektir. Sakın ola ki dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın
affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokman, 33)
Bu sebeple kula düşen; âhireti için
tedbirli, ölçülü, dikkatli ve gayretli olmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Gaffâr ve
Settâr olduğu gibi Kahhâr olduğunu da unutmamaktır. Aksi hâl, büyük bir hüsran
sebebidir. Bu hüsrâna dûçâr olmadan önce, vakit kaybetmeden, pişmanlık ve sâlih
amellerle te’yid edilen candan bir tevbe ile hâlimizi ıslâha yönelmemiz
şarttır.
Nitekim Lokman (a.s.) da evlâdına:
“Yavrucuğum! Tevbeyi
tehir etme, zira ölüm âniden geliverir!” nasihatinde bulunmuştur. (Beyhakî,ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 227,
no: 590)
Mansûr bin Ammâr (r.a.) şöyle anlatır:
Bir gece sabah oldu zannıyla dışarı
çıktım. Ancak henüz sabah olmadığını gördüm. Bir evin önünden geçerken içeride
birisinin dertli dertli ağlayarak şu duâyı yaptığını işittim:
“–İlâhî, çok günah işledim. Kendime
yazık ettim. Maksadım Sana muhâlefet etmek değildi. Ben nefsime yenik düştüm.
Hem gördüm ki, ne kusur işlesem Sen (bu dünyada cezâ vermeyip) bir şey
yapmıyorsun, Sen’in Settâr (kusurları örten) sıfatına aldandım. İşlediğim
günahları câhilliğimden işledim. Hata ettiğimi şimdi anladım. Bana azâb
edersen hâlim nice olur?! Vah bana ki ömrüm uzadıkça günahlarım çoğalıyor! Yâ
Rabbî! Kullarına Sırât’ı geçmelerini emrettiğin gün, kimisi Cehennem’e düşecek,
kimisi Cennet’e gidecek. Acabâ bu miskin kulun hangi gruptan olacak?!”
Bu arada Cehennem’den bahseden bir âyet
işitildi. İçeride münâcâtta bulunan genç, bir kez “Âh!” etti ve iniltisi
kesildi.
“–Acabâ ne oldu ki sesi kesildi?” diye
merak ettim. Evin yerini iyice tespit ettikten sonra evime gittim. Sabah
geldiğimde o kapı önünde bir cenâze vardı. Hâlinden sorduğumda annesi bana
şunları anlattı:
“–Bu ölen, oğlumdur. Peygamber Efendimiz’in
soyundandır. Gece olunca namazgâhında sabaha kadar ağlardı. Gündüz
kazandıklarını fakirlere infâk ederdi. Cehennem âyetlerinden birini işitince
dayanamadı, ağlaya ağlaya düştü ve rûhunu Hakk’a teslîm eyledi.”
Ben de kendisine:
“–Ey hanım, oğlun -inşâallah- Cennet’e
girer. Çünkü Allah korkusundan ağlayan, Cehennem’e girmez. Canını bu hâlde
teslîm eden bir mü’min, hiç Cehennem’e girer mi? Allâh’a şükret!” dedim.2
Nitekim günahlarından böylesine nedâmet
duyup Allah korkusundan gözyaşı dökenler hakkında, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
“Sinek başı kadar bile olsa, gözünden
Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanaklarına değecek kadar akan hiçbir
mü’min yoktur ki, Allah onu ateşe haram etmesin!” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)
“Allah korkusu sebebiyle ağlayan
kişi, (sağılan) süt memeye dönmedikçe Cehennem’e girmeyecektir.” (Tirmizî,
Zühd, 8/2311)
Fakat bu nebevî beyanlardaki müjdenin
mânâsını da yanlış anlamamak gerekir. Zira hadîs-i şerîflerde verilen
müjdeler, Kitap ve Sünnet muhtevâsında bir hayat yaşamaya ilâveten, yine
de âkıbeti hakkında emin olmayıp Allah korkusuyla gözyaşı dökmenin
fazîletini ifâde etmektedir. Yoksa ilâhî emir ve nehiylere riâyet etmediği
hâlde; felâketler, ölümler veya benzeri hâdiseler üzerine geçici bir an için
Allah korkusundan dolayı döktüğü gözyaşlarıyla ebedî kurtuluşa ereceğini
düşünmek -daha önce de ifâde edildiği üzere- şeytanın, ilâhî affa güvendirerek
insanı kandırmasına benzer. Bu ise dehşetli bir gaflet ve hazin bir aldanış
olur.
Tabiî ki Allah Teâlâ, dilediği kulunu bir
sebeple veya sebepsiz olarak da affedebilir. Bununla birlikte mü’mine düşen,
bütün kulluk vazifelerini elinden geldiği kadar yaptıktan sonra, sâlih
amellerine de döktüğü gözyaşlarına da güvenmeyip dâimâ tevbe-istiğfâr ederek
Allâh’ın af ve mağfiretini ümîd etmektir. Bu hususta evliyâullâh’ın havf ve
recâ, yani korku ve ümit hâli, bizlere en güzel örnektir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Evlâdım! Bilerek
veya bilmeyerek bir günah işlediğinde, hemen tevbe edip tasaddukta bulun!”
[Tevbe, günahtan gerçek bir pişmanlık
duymak ve ondan kat’î sûrette vazgeçmek demektir. Ayrıca işlenen günahlara
kefâret sadedinde, hayır-hasenatta bulunup sâlih amellerle meşgul olmak da
güzel bir telâfî vesîlesidir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur:
“Her nerede olursan ol, Allah’tan ittika et
(Allah korkusuyla günahlardan sakın) ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik
yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâk ile muâmele et!”(Tirmizî,
Birr, 55/1987)]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Cenazede
hazır bulun! Çünkü cenaze, sana âhireti hatırlatır. Haram ve günahlar ise,
senin dünyaya karşı meylini artırır.”
[Bir âhiret yolcusu olan insana en büyük
nasihat, ölümdür. İnsanın en mühim meselesi de, hayat ve ölüm muammâsını
ilâhî hakîkatler ışığında çözebilmektir. Zira hayat, beşikle tabut
arasındaki mesafeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. İnsanların
idraklerinde zuhûr eden “Hayat nedir?” suâline, sadece toprağın rutubeti ve
mezar taşlarının katılığı cevap olarak yükselecekse, böyle bir hayattan daha
acı ne olabilir?
Asıl hayat, Kur’ân ve Sünnet
hakîkatlerinin feyz, huzur ve sürur cennetinde yaşayıp ebedî saâdete nâil
olabilmektir. Şâir, bu şuurla yaşanan bir hayatı şöyle hulâsa eder:
Seni annen doğurup attığı gün dünyaya,
Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir
yanda,
Şimdi öyle bir ömür sür ki ölürken
gülesin;
Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda.
Bu şuuru sürekli canlı tutabilmek için;
cenâzelere iştirâk etmek, o tabutun içinde bir gün kendisinin olacağını farz
edip hâlini muhâsebe etmek, kabristanları ziyaret etmek, dünyanın fânî, hayatın
kısa olduğunu sık sık tefekkür etmek gerekir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Eğer
hayır işlediysen sen de hayır umabilirsin! Yok, şer işlediysen sana karşı da
şer işleneceğinden hiç şüphen olmasın!”3
[Arapçada bir deyim vardır: «مَنْ دَقَّ دُقَّ » Yani kişi ettiğini bulur, kim ne
ekerse onu biçer, ancak yaptığının karşılığını görür.
İnsan, âhiretin tarlası olan dünya
hayatında hayır veya şer adına ne ekerse; kabir, kıyâmet ve âhirette de onun
mahsûlünü hasat eder.
Mevlânâ Hazretleri de, kişinin ancak
yaptıklarının mükâfâtını veya cezâsını bulabileceğini ifâde sadedinde:
“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini
gördün mü?” buyurur.
Firâsetli bir mü’min, amel defterine günahların
gölgesini dahî düşürmemek ve onu hayırlarla donatabilmek için, hayat sermâyesini
en bereketli bir şekilde kullanıp karşısına çıkan her türlü sevap fırsatını
değerlendirme gayreti içinde olur. Zira Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)’ın buyurduğu
gibi:
“Dünya mü’minlerin pazarı, gece ile
gündüz sermâyeleri, sâlih ameller ticâret malları, Cennet kazançları, Cehennem
de zararlarıdır.”
Maddî mevzularda en basit idrak bile,
dâimâ bir kâr-zarar hesâbı yapar, kendi durumunu sık sık gözden geçirir. Kârını
artırıp zararını telâfî etmenin yollarını arar. Hâl böyleyken, ebediyet
yurdunun saâdet veya felâket sermâyesi olan fânî dünya günlerini hayırda mı
şerde mi tükettiğini düşünmemek, âhiret yolcusu olan insanoğlu için ne hazin
bir hamâkattir!]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Dünya
hayatı kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de az
bir kısmı kalmıştır.”
[Her gün, ömür takvimimizden bir yaprak
daha kopuyor. Hayat ırmağımız hiç durmadan sür’atle akıp gidiyor. Gâfil insana
hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen dünya hayatı, hakîkatte kısacık bir mühletten
ibâret. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu gerçeği âyet-i kerîmede şöyle haber veriyor:
“Kıyâmet
gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar
kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
İşte fânî dünya hayatı, ebedî âhiret
hayatı karşısında bir sabun köpüğünden farksızdır. Bu kısacık ömürde de
ölümün, kapımızı ne zaman çalacağı derin bir meçhûldür. Hayat sanki, metrajı
belli olmayan bir makara gibidir ki nerede kopacağı veya ne zaman biteceği
belirsizdir. Her doğan canlı, ölüme namzettir; her insan, ölecek yaştadır!..
Bu sebeple İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle
nasihat eder:
“Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve
dünyaya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün, günah
ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile
boşa geçirme! Zira her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”]
Cenâb-ı Hak cümlemize ömür sermayesinin
kıymetini bilip, rızâsına muvâfık bir amel-i sâlih hayatı yaşamayı nasip ve
müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Rûhu’l-Beyân, c. 15,
sf. 213. 2. Bkz. Tezkiretü’l-Evliyâ; İhyâu Ulûmiddîn, Türkiye
Gazetesi Evliyâlar Ansiklopedisi. 3. Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr,
s. 284, no: 737.
Osman
Nûri Topbaş
Altınoluk
- 2012 - Kasım, Sayı: 321, Sayfa: 032