Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! (Hakk’ın)
vaad ettiği şeyler, size doğru hızla geliyor. Sizler de âhirete doğru koşarak
gidiyorsunuz. Dünya sizden ayrılmak için arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise
size doğru (koşarak) geliyor. Şüphesiz ki kendisine doğru gittiğiniz
(sonsuzluk) diyârı, içinden çıkıp ayrıldığınız (fânîlik) diyârından size daha
yakındır.”1
[İnsanoğlunun hayat mâcerası, başlıbaşına
bir ibret sahnesidir: İnsan, dünyaya hiçbir şeyi olmadan gelir. Dünyaya âit
hiçbir şeyi de yanında götüremez. Rabb’imiz, biz kullarını, fânî dünyanın
yaldızlı câzibeleriyle imtihan eder. Mânevî terbiyeden geçmemiş bir insan, bu
apaçık gerçeği bile bile, dünya muhabbetiyle hırsa kapılır. Bir gün vedâ edeceği
şeyler için, ilâhî hudutları çiğner. Sonsuzluk diyârı olan âhiretini mahvetmek
pahasına, fânîlik diyârı olan dünyasını îmâr etmekle uğraşır durur.
Hâlbuki bütün fânî nîmetler bir kişinin
olsa, ve o, zevk u safâ üzere bin yıl yaşasa ne fayda! Sonunda gideceği yer, bu
kara toprağın dar bir çukuru değil midir? Dünya vefâsızdır; verdiği her şeyi
bir gün mutlakâ geri alır. Kula ise yalnızca hesâbı ve azâbı kalır. Bu
itibarla, âhiretten habersiz yaşanan bir dünya hayatı, saâdet ve saltanat
içinde geçmiş olsa bile, hakîkatte bir ebediyet iflâsından başka nedir ki?!
Asıl saâdet, bu fânî cihanda Cenâb-ı
Hakk’ın rızâsını, muhabbetini ve dostluğunu kazanarak ebedî hayata selîm bir
kalp ile intikal edebilmektir. Gerçek akıllı kimse de, ölümü hatırından
çıkarmayan ve âhirette gitmek istediği yere göre, bugünden hazırlık yapan
kimsedir. Zira Cenâb-ı Hak:
“Ey
îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın.
Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyurmaktadır.
Diğer taraftan Hak Teâlâ; “fecre
andolsun” buyurarak bütün mahlûkâtın yeni bir güne uyandığı o büyük âna yemin
ediyor. Demek ki Rabb’imiz, o ânın hikmetlerine dikkat kesilip onun
tefekküründe derinleşmemizi istiyor. Biz de her fecir vakti, şöyle bir tefekkür
iklîmine girmeliyiz:
Cenâb-ı Hak bana ömür takviminden yeni
bir sayfa açtı. Hâlbuki bu yeni fırsatı nicelerine vermedi. Dün hayatta olan
pek çok insan, bugün hayatta değil. Bu yeni gün, beni dünyadan bir gün daha
uzaklaştırdı, âhirete ise bir gün daha yaklaştırdı. Aldığım her nefes, beni son
nefese yaklaştırıyor. O hâlde bugünümü nasıl değerlendirmeli, bugünkü sayfamı
nelerle doldurmalıyım? Zira Kirâmen Kâtibîn meleklerinin kaydını tuttuğu
günlüğüm, ilâhî mahkemenin dosyası olarak kıyâmete havâle edilecek…
Bu itibarla, gerçek hayatın âhiret
olduğunu ve bu fânî dünyaya âhireti kazanmak için gönderildiğimi aslâ
unutmamalıyım. Bugünümü, son günüm olabileceği şuuruyla yaşamalı, her nefesi
son nefes bilmeliyim.
“Yarın yaparım diyenler helâk oldu.”
buyruluyor. Yarın sağ mıyım, değil miyim, meçhul! Efendimiz (s.a.)
de; “Namazını, (dünyaya) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi
kıl!..” buyuruyor.2 O hâlde bugün namazlarımı, bu hâlet-i rûhiye içinde
huşû ile kılmalı, maddî-mânevî borçlarımı ödemeli, üzerimde hakkı bulunanlarla
helâlleşmeli, kimseyi incitmeyip kimseden incinmemeli, etrafıma dâimâ rahmet
tevzî etmeliyim. Velhâsıl dünyaya vedâ eden bir kimse gibi hassas ve rakik bir
gönle sahip olmalıyım…]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Allâh’ın
tâatini kendine ticâret edin ki sermayesiz olarak devamlı kâr elde edesin!”3
[Dünya hayatının en kazançlı anları,
Allâh’a itaat hâlinde geçirilen vakitlerdir. Dünyadaki en kârlı ticâret de,
fânî olanı vererek bâkî olanın kazanıldığı alışveriştir. Bu sebeple mü’minin en
büyük bahtiyarlığı, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine tam bir teslîmiyet göstererek
sâlih bir kul olmaktır.
Hakk’a kul olan, O’nun mahlûkâtına kul
olmaktan kurtulur, gerçek hürriyete kavuşur. Aksi hâlde insan, zâlim insanların
kulu-kölesi, malın-mülkün esiri, nefsânî arzuların zebûnu olmaktan kurtulamaz.
Bu esâretlerden yegâne kurtuluş fidyesi ise, nefsini Cenâb-ı Hakk’a râm ederek
O’nun emirlerine tam teslim olmaktır. Mü’min için dünya hayatında bundan kârlı
bir ticâret yoktur. Zira nefsini Allâh’a satan, yani hevâ ve heveslerinden
vazgeçerek ilâhî emirlere teslîm olan kimse, dünyadan da nasîbini alır. Fakat
kendini dünyaya râm eden bir kimse, Allâh’ın rızâsından mahrum kalır. Nitekim
âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kim
âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını
istiyorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasîbi
olmaz.” (eş-Şûrâ, 20)
Dünya hayatında Allah rızâsı yerine
dünyevî menfaatler için çalışıp bitkin düşen gâfiller hakkında da Kur’ân-ı
Kerîm’de; “: Çalışmış, fakat boşuna yorulmuş.” (el-Ğâşiye, 3) buyrulmaktadır.
Bu hazin âkıbete dûçâr olmamak için, şu âyet-i kerîmenin muhtevâsına girmek
îcâb eder:
“Allah
mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet
karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111)
Rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Mekke’de
ağır çileler altında tevhid mücâdelesi veren Peygamber Efendimiz’i kendi
beldelerine dâvet eden Medîneli mü’minlerin, Akabe’de yaptıkları bey’at üzerine
nâzil olmuştur. Bu bey’atte Medînelilerden Abdullah bin Revâha (r.a.) ayağa
kalkarak:
“–Yâ Rasûlâllah! Rabb’in ve kendin için,
bize istediğin şartı koşabilirsin.” dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şöyle
buyurdu:
“Rabb’im için şartım, O’na ibadet etmeniz
ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise,
canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”
Medîne’den gelen mübârek sahâbe
topluluğu:
“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne
var?” diye sordular. Hazret-i Peygamber (s.a.) cevâben:
“Cennet var!” buyurunca oradakiler:
“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne
döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr,II,
406)
Cenâb-ı Hak, en güzel ve en kârlı
ticâreti şöyle târif buyuruyor:
“Allâh’ın
kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve
âşikâr infâk edenler, «ticâreten len-tebûr» (aslâ zarara uğramayan bir kazanç)
umabilirler. Çünkü Allah, onlara mükâfatlarını tam olarak öder ve lûtfundan
onlara fazlasını verir…” (Fâtır, 29-30)
Bu âyet-i kerîmelerde haber verilen ebedî
kurtuluş vesîlesi ticâretin ilk adımı; Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, okutmak,
hayatımızı onun ölçülerine göre tanzim etmek, Kur’ân hakîkatleriyle ince, derin
ve zarif bir rûha sahip olabilmektir.
İkincisi ise, namazı ikāme etmek… Yani
namazda Cenâb-ı Hak’la buluşabilmek. Cenâb-ı Hak, dâimâ bizimle olduğunu
bildiriyor. Bizim de her dâim O’nunla olmamızı istiyor. Rûhumuzun mîrâcı olan
namazı da, dünya şartlarında yaşanabilecek ilâhî vuslata en büyük vesîle
kılıyor. Bunun içindir ki; “Secde et ve
yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân (r.aleyh) şöyle
buyurmuştur:
“Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz,
bütün husûsiyetleri kendisinde toplamıştır. O, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti,
tesbîhat, salevât-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivâ eder.
Eğer namazın edepleri hakkıyla yerine getirilirse, Asr-ı Saâdet’in rûhânî
hâllerine benzeyen en feyizli ve doğru hâller namazda hâsıl olur.”4
Ebedî kurtuluş vesîlesi olan “ticâreten
len-tebûr”un üçüncü şartı ise, gizli ve âşikâr olarak infakta bulunabilmektir.
Mü’min, gizli infâkı tercih etmelidir. Fakat âşikâr infâka mecbur kaldığında
da, -riyâ ve gösteriş tehlikesi sebebiyle- ihlâsını korumaya daha büyük bir
îtinâ göstermelidir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Mü’minin
iki kalbi olur, biriyle ümit besler, diğeriyle korkar.”5
[Dünyevî meselelerde korku ve muhabbet,
bir kalpte birleşmez. Fakat mâneviyatta durum farklıdır. Kâmil bir mü’min,
Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin tefekküründe derinleştikçe, gönlü
muhabbetullah ile dolar. “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emrine
itaat ederek, muhabbet nazarıyla baktığı her varlık vesîlesiyle, kalben Cenâb-ı
Hakk’a vâsıl olur. Bu yakınlık ve dostluğu kaybetmemek için de, müstesnâ bir
titizlik gösterir. Allâh’ın muhabbetini zedeleme endişesiyle âdeta yüreği
titrer.
Peygamberler ve evliyâullâhın hayatları,
bu hâlin zirve tezâhürleriyle doludur. Nitekim Allâh’ın Halîl’i olan İbrahim
(a.s.) bile, bu endişeyle Rabb’ine; “(Kulların)
diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında
bulunmuştur.
Havf ve recâ, yani korku ve ümit,
mü’minin kalbinde dâimâ bulunması gereken bir kulluk dengesidir. Yani mü’minin
kalbinde, Allâh’ın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalarak gazabına dûçâr olma
korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve mağfiretine nâil olabilme ümîdi, dâimâ
dengeli bir şekilde mevcut olmalıdır. Mü’min, son nefesine kadar bu kalbî
âhengi muhâfaza etmelidir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde,
Cennet’e bir karış kala ilâhî azâba dûçâr olanlar ve bunun aksine, Cehennem’e bir
karış kala ilâhî rahmete mazhar olanlar haber verilmektedir.
Yani son nefeste kimin îmanla selâmet
bulacağı meçhuldür. Bu hususta peygamberler ve onların müjdelediklerinin
dışında hiç kimsenin bir garantisi yoktur. Bununla birlikte âyet-i kerîmede:
“Ey
îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (O’nun dînine) yardım ederseniz O da size yardım
eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyrulmaktadır. Bu itibarla mü’min, son nefeste îman
selâmeti için hem hayatı boyunca rızâ-yı ilâhî istikâmetinde gayret etmeli, hem
de Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olabilme ümidiyle duâ ve ilticâ
hâlinde bulunmalıdır. Nitekim Yûsuf (a.s.) da;
“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât
ettir ve beni sâlihler arasına kat!”6 niyâzıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde
olmuştur.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Dünya
derin bir deryâdır. (Ârif olmayan âlimler ve) pek çok insan bu deryâda boğulup
helâk olmuştur. Bu deryâda senin gemin Allâh’a (mutmain bir kalp ile) îmân
etmek olsun. Geminin donanımı ise takvâ ve ibadetler olsun! Geminin (seyr ü
seferini temin eden) yelkenleri de, dîn olsun! Böyle bir gemiyle Allâh’a
tevekkül ederek yol alırsın, (yine de neticede) belki kurtulur, belki de
kurtulamazsın!”7
[Ebediyet yolcusu olan insanın bu dünyada
kazanması gereken en mühim âhiret azığı, şüphesiz ki îman ve amel-i
sâlihlerdir. Bununla birlikte kâmil bir mü’min, ne kadar sâlih ameller işlese
de bunlara güvenerek kendisinin kurtulacağına, yani Cennet ehlinden olacağına
kesin gözüyle bakamaz. Amellerini en güzel şekilde îfâ etmekle beraber, buna
değil, yalnızca Allâh’ın rahmet ve mağfiretine ümit bağlar. Bu hâl, mü’minleri
amellerine güvenerek mağrur olma illetinden de koruyan mühim bir kulluk
edebidir. Bunun içindir ki velî kullar, müstesnâ bir takvâ hayatı yaşamalarına
rağmen, yine de kendilerini insanların en gerisinde kabul eder, herkesin
kurtulup kendilerinin kurtulamayacağı endişesiyle kulluk gayretlerini daha da
artırmaya çalışırlar.
Nitekim ilim ve irfandaki müstesnâ mevkii
sebebiyle, yaşadığı asırda “Güneşler Güneşi” diye tanınan Hâlid-i Bağdâdî
Hazretleri, bu kulluk edebinden doğan hissiyâtını, kardeşine şöyle ifâde
etmiştir:
“…Hiç kimseyi hakir görme, kendini de hiç
kimseden üstün görme! Bütün gayretini kalbî ve bedenî ibadetlere ver! Bununla
birlikte kendini «hiç hayırlı amel işleyememiş bir zavallı» olarak gör!..
Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı
amel işlediğime inanmıyorum… Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs
etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş
olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesme! Zira Allâh’ın fazl
u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır…”
Diğer taraftan hiçbir kul, ne kadar günah
işlemiş olursa olsun, Allâh’ın rahmet ve mağfiretini yok sayarcasına
ümitsizliğe kapılıp kendisini kesin Cehennemlik olarak görmemelidir. Nitekim
yüce Rabb’imiz şöyle buyurur:
“De
ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit
kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)
Bu âyet-i kerîmede müjdelenen ilâhî
rahmete nâil olabilmek için, hemen ardından gelen şu âyet-i kerîmenin de
muhtevâsına girerek, tevbe ile Hakk’a yönelmek îcâb eder:
“Size
azap gelip çatmadan önce Rabb’inize dönün, O’na teslîm olun, sonra size yardım
edilmez.” (ez-Zümer, 54)
Peygamber Efendimiz (s.a.) de şöyle
buyurmuştur:
“Eğer mü’min, Allâh’ın azâbının şiddet ve
keyfiyetini bilseydi, Cennet ümîdine kapılmazdı. Kâfir de Allâh’ın rahmetini
tam olarak idrâk edebilseydi, O’nun Cennet’inden aslâ ümîdini
kesmezdi.”(Müslim, Tevbe 23)
Havf ve recâ husûsunda Kur’ân ve
Sünnet’in telkinleriyle yetişen sahâbe-i kirâm da büyük bir mânevî uyanıklık ve
rikkat-i kalbiyye hâlinde olmuşlardır. Nitekim İbn-i Ebî Müleyke (r.aleyh)
şöyle demektedir:
“Rasûlullah (s.a.)’in ashâbından otuz
kişiye ulaştım. Onların hepsi de kendi nefisleri için nifaktan korkuyorlardı.
Onların hiçbiri (yüksek edeplerinden dolayı) Cibrîl ve Mîkâîl’in îmânı gibi
(kuvvetli) bir îmâna sahip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, Îmân, 36)
Hazret-i Ömer (r.a.) gibi büyük bir İslâm
şahsiyeti bile, kendisini bu endişeden sâlim görmezdi. Nitekim Peygamber
Efendimiz (s.a.), kalbinde nifak alâmeti bulunanları, sadece sırdaşı
Huzeyfetü’l-Yemânî (r.a.)’a bildirmişti. Bunu bilen Hazret-i Ömer (r.a.),
halîfeliği zamanında bir gün Hazret-i Huzeyfe’ye gidip gönlünü tedirgin kılan o
büyük endişeyi dile getirdi:
“–Ey Huzeyfe! Allah aşkına söyle; bende
nifak alâmeti var mı?!”
Hazret-i Huzeyfe de:
“–Ey Halîfe! Yalnız sana te’minat
veririm; sende nifak alâmeti yok!..” karşılığını verdi.
İşte o Hazret-i Ömer (r.a.), bütün
fazîletlerine rağmen, yüreğindeki havf ve recâ dengesi sebebiyle şöyle
buyurmuştur:
“Şayet gökten gelen bir ses;
«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cehennem’e
girecek.» dese, acabâ o kimse ben miyim diye korkarım.
«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cennet’e
girecek.» dese, o zaman da acabâ o kişi ben miyim diye ümîd ederim.”8
Velhâsıl mü’minin kalbi dâimâ korku ile
teyakkuzda, ümit ile de huzur ve denge hâlinde bulunmalıdır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Dünyadan
sana yetecek kadar al! Âhiretine zarar verecek şekilde ona iyice dalma! Dünyayı
da tamamen terk etme ki sonra insanlara muhtaç hâle gelirsin (onlara yük
olursun). Şehvetini kıracak kadar oruç tut. Fakat seni (tâkatsiz bırakıp)
namazdan alıkoyacak kadar çok oruç tutma! Zira namaz, Allâh’a oruçtan daha
sevimlidir.”9
[Mü’min her hususta îtidal üzere olmalı,
ifrat ve tefritten, yani aşırıya kaçmaktan sakınmalıdır. Dünyevî
meşgalelerinde, uhrevî gayret ve hizmetlerinde, hattâ ibadet hayatında, hiçbir
zaman aşırıya kaçmamalı, dâimâ Allah ve Rasûlü’nün tâyin ettiği hudutlar içinde
dengeli bir hayat yaşamalıdır. Kulluk hayatının makbul bir kıvamda devamı da
buna bağlıdır.
Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bir gün:
“Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz.
Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı.
Yanındaki sahâbîler:
“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın
Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz (s.a.):
“(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah,
rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!”cevâbını verdi. (Müslim,
Münâfikîn, 76, 78)10
İbâdetlerde ihmalkâr davranmak, insanı
âhirette zor durumda bırakacağı gibi, aşırı heyecana kapılıp hırsla hareket
etmek de bir müddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlışlıklara sebep olabilir.
O hâlde orta yolu tutmak ve devamlılığı esas almak gerekir. Şu hâdise bunu ne
güzel îzah etmektedir:
Rasûlullah (s.a.) bir gün ashâb-ı kirâma
kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on
kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Yaptıkları istişâre neticesinde,
bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye,
gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibâdetle geçirmeye, et
yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürünmemeye ve
yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bundan
haberdar olunca, önce onları îkaz buyurdu, sonra da ashâb-ı kirâmı toplayıp
şöyle hitâb etti:
“Bâzı kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla
beraber olmayı, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû dünya
zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban
olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan
uzaklaşmak olmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara kapanmak da
yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır.
Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız,
namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz
dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler,
aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da
onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların
bakiyeleridir.”
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil
oldu:
“Ey
îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize
haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide,
87) (Bkz. Vâhidî, s.
207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Allah’tan
kork da kalbin fücur ile / günah lekeleriyle dolu olduğu hâlde, sana ikram
etsinler diye insanlara, Allah’tan korkuyormuşsun gibi görünme!”11
[Riyâ, iki yüzlülük ve dînî duyguları
istismar etmek, İslâm ahlâkıyla aslâ bağdaşmayan son derece çirkin vasıflardır.
Umduğu bir menfaati elde etmek için sâlih insanların yanında kâmil bir mü’min
gibi görünüp onların yanından ayrılınca buna zıt davranışlar sergilemek,
kalplerden geçenleri dahî bilen Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Bunun
içindir ki Rasûlullah (s.a.) Efendimiz, şu îkazda bulunmuşlardır:
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey,
Allâh’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların Ay’a, Güneş’e veya puta
tapacaklarını kasdetmiyorum. Beni korkutan asıl şey, Allâh’ın rızâsının
dışındaki gâyeler için yapılacak ameller ve gizli şehvetlerdir (riyâ ve
gösteriş duygularıdır).” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)
Gerçek bir mü’minin alâmet-i fârikası
ise; samimiyetidir, ihlâsıdır, sadâkatidir. Mevlânâ Hazretleri, gönüllerdeki bu
hâlisiyeti muhâfaza için:
“Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün
gibi ol!..” buyurmuştur.]
Cenâb-ı Hak cümlemize, ihlâs, samimiyet,
sadâkat ve edeple müzeyyen bir kulluk hayatı yaşamayı, rızâsı yolunda îman
heyecanıyla hizmet edebilmeyi nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Bkz.
Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 201, no: 501. 2) İbn-i Mâce, Zühd, 15. 3)
Ahmed,ez-Zühd, Beyrut 1999, s. 43, no: 269; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s.
281, no: 721. 4) Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 73. 5) Ahmed, ez-Zühd,
s. 87, no: 537. 6) Yûsuf, 101. 7) Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, Beyrut 1996,
s. 139, no: 269. 8) Ali el-Müttakî, XII, 620/35916. Ayrıca bkz. İbn-i Receb
el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, Dımeşk 1979, s. 15. 9)
Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 84, no: 91. 10) Ayrıca bkz. Buhârî,
Rikâk, 18, Merdâ 19. 11) Ahmed, ez-Zühd, Beyrut 1999, s. 44, no: 270.
Osman
Nûri Topbaş
Altınoluk
- 2013 - Ocak, Sayı: 323, Sayfa: 032