29 Mart 2013 Cuma

Amellerimiz Defolu Çıkarsa


Ömür boyu çalıştınız ve her gün 24 altın koydunuz bir küpün içine... Bitti ömrünüz ve altınların sayım zamanı geldi.
İşinin ehli bir sarraf, tek tek aldı biriktirdiğiniz altınları ve saymaya başladı. Tek tek alıyor ve mihenk taşına vuruyordu altınları. O da ne? Mihenk taşına vurduğu altınlara şaşkın şaşkın bakmaya başladı birden. “Bunun ayarı düşük” dedi birisi için. Sonra öbürü, sonra öbürü için aynı şeyleri söyledi peşpeşe...
Olan biteni seyrediyor ve şaşkınlıktan gözleriniz faltaşı gibi açılıyordu. Nasıl olurdu, onların her birini 24 ayar sayılsın diye biriktirmiştiniz. Altınlar, sayıldı, sayıldı, sayıldı... Sonunda....
Acaba 24 ayar diye biriktirdiklerimizin ayarı nasıl çıktı? Altın oranı ne, bakır oranı ne, demir oranı ne ve en kötüsü cüruf oranı ne? Bir ömrü fireden ibaret olanın, ya da ölçme- değerlendirme safhasında netleri sıfır çekenin karşı karşıya bulunduğu hüsranı düşünün.
Hiçbirimiz, böyle bir hikayemiz olsun istemeyiz. Bu hüsrandır.
Hele bu hikaye, bizim ahirete götürdüğümüz amel defterini anlatıyor, ayarı düşük altınlar da, bizim günün 24 saatinde yapıp ettiklerimizin kalitesini gösteriyorsa, vay halimize...
.....
“Defo” “Hata” demek.
Bazan binlerce halı üretirsiniz, ya da elbise, veya kristal vazo... Herbiri servet değerinde... Sonra pazara sunulur ürettiğiniz her şey. Ama halının deseninde “hata” bulunur, elbisenin rengi atmış olur ya da kristal vazoların kesiminde kusur vardır. Müşteri farkeder ve ürettiklerinizin fiyatı, “defolu mal” seviyesine iner. Üretici için felakettir bu.
.....
Amellerimiz...
Dünyada yapıp ettiklerimiz...
Onlarda da bir kalite istiyor, bizi dünya hayatında yaşamaya gönderen, 24 saatleri veren Kudret...
Bildiriyor ki bir gün her yapıp edilen için bir kalite değerlendirmesi yapılacak. Her birimize sunulan ömür emaneti, içini ne kadar güzel doldurabileceğimizin imtihanına matuf olarak verilmiş.
Geri döndüğümüzde Rabbimizin huzuruna, “Güzel bir hayat defteri sunmak” son derece hayati bir şey onun için. Bütün bir ebedi hayatın kalitesini belirleyecek olan defter olacak çünkü o. Cennet de onun içinde, cehennem de.
....
Neden kalitesi düşer insanın hayatta yapıp ettiklerinin? “Defo” nasıl nüfuz eder insanın hayat yürüyüşüne, davranışlarının, amellerinin bünyesine?
Şunlar üzerinde düşünülebilir:
-Titizlenmez insan.
İtina etmez. Gelişigüzel yapar. Yapması gerektiğini bilir, zaman ayırır, yapar, yapmış gibi hisseder kendisini ama, içini gerçek anlamda doldurmaz, hakkını vermez... Aradan çıksın psikolojisi içine girer. Başka aciliyetlere kaptırır gönlünü, o ana denk düşen amelin hayati değerini unutur.
-Yoğunlaşmaz insan.
Teksif etmez yüreğini yaptığına... Hayattaki herhangi bir işi yaparken de “El kârda gönül Yar’da” olması gerekirken, mutlak anlamda Rabbin huzurunda bulunma idrakinin diri olması gerektiği zamanlarda bile gönül başka başka yerlerde dolaşır.
Allah’ı unutmama, Allah Teala ile birliktelik idraki demek olan “Zikir”de bile Rabbini unutmak gibi mesela. Dil Lafza-i Celal’i tekrar ederken, aklın, kalbin başka dünyalarda dolaşması gibi...
Namaz kılıp, abdestin hakkını vermemek, kıblenin hakkını vermemek, tekbirin, kıyamın, kıraatin, rükuun, secdenin hakkını vermemek gibi mesela. Niyet ettiği halde, hangi vakte niyet ettiğinin farkında olmamak, bir anlamda namaza girememiş olmak gibi mesela.
Şu soru hayati bir soru mu?
-Yarın, Rasulullah aleyhissalatü vesselam Efen­di­mi­zin bildirdiği gibi, kıldığımız namazların yüzde 10’u kabul olunmuşsa ne yapacağız?
İnfak edip, sadakanın hakkını vermemek. Kep­çesi ile verip, sapı ile göz çıkarmak. Başa kakarak, peşinden eza vererek, içini boşaltmak infakın...
Üstelik sadakaları “Karzı hasen Ğ güzel borç” olarak sunduğu Rabbi zülcelal, kendisine önceden “”Ey iman edenler, başa kakmak ve karşı tarafın gönlünü incitmek suretiyle sadakalarınızı sadaka olmaktan çıkarmayın” (Bakara, 264) diye uyarmışken...
Kendisinin iğrenerek alacağını başkasına sadaka olarak verip, sadakayı Rabbin kudret eline vermiş olmanın izzetini ortadan kaldırmak...
Üstelik Rabbi zülcelal kendisini “Sizin göz yummadan alamayacağınız adi şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah her şeyden müstağnidir” (Bakara, 267) diye uyarmışken...
Oruç tutmak, ama gözün, elin, dilin, kalbin yaşaması gereken imsakin hakkını vermemek.
Yarın, ahiret mihengine vurulduğunda kırk yıl, elli yıl tutulan oruçların, birer aç kalmadan ibaret olduğu ortaya çıkarsa, ne olacak?
Haccetmek, ama Arafat’ın, Tavafın, Sa’yin, Ka­be’nin hakkını vermemek.
Bunlar, amellerimizin dokusunu yaralayacak olan “fire” sebepleridir.
-Rasulullah Efendimiz aleyhissalatü vesselam, “Bir çok insan Kur’an okur, okuduğu Kur’an boğazından aşağıya geçmez.” buyuruyor. Boğazdan aşağı geçmeyen Kur’an kalbe ulaşır mı, oradan uzuvlara taşınır mı, oradan amel haline dönüşür mü ve Kur’ansız amel ahirete taşındığında başına ne gelir?
Rasulullah Efendimiz Kur’an’la ilişkimizde ortaya çıkabilecek problemli durumu ifade buyuran bu sözleriyle, aslında, İslam’ın bütün unsurlarıyla ilişkimizi anlamlı, değerli, kaliteli kılmamız gerektiğini bildirmektedir. Allah Teala ile münasebetlerimizi, Rasulullah ile münasebetlerimizi, Kur’an ile münasebetlerimizi anlamlı, değerli, kaliteli kılmak....
Bunun için kuşanılması gereken hassasiyet ise şudur:
-Her ameli, her rüknüne, her anına itina ederek, özen göstererek, Rabbe sunulduğunu, O’nun huzurunda kalitesinin sorgulanacağını bilerek, düşünerek yapmak gerekir, ona yoğunlaşarak yapmak gerekir.
-Niyeti yoğunlaştırmaz, netleştirmez insan.
Sevgili Peygamberimiz’in “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” şeklindeki hadisi şerifi, “Niyet amelin özüdür” hadisi, İmam Gazali’nin “Niyet Amelden hayırlıdır” sözü, hep, amele, ona eşlik eden niyete göre bir değer, anlam, kıymet kazandırır.
“Niyet” Hadis-i şerifinde yer alan “Hicret sorgulaması”, mü’mini, her daim “Hicretin kime?” sorusu ile başbaşa bırakır. Allah ve Rasulüne mi, yoksa kavuşmak istediğin kadına mı, mala mı, statüye mi?
Niyet bir netleşme halidir. Bilinci toplama, durulma, teksif olma, karar verme halidir.
-İhlas titizliğini göstermez insan.
Her amelin kalitesi, Allah için olup olmadığı, Allah rızasına bağlı olarak yapılıp yapılmadığı ile ölçülür.
Yiyecekler için “Helal sertifikası” aranması gerektiği gibi, ameller için de “İhlas sertifikası” aranmalıdır.
Amelin “İhlas sertifika­sı”nın varlığı ya da yokluğudur onu makbul kılan ya da kılmayan.
Riya ile, dünyada önemsediğimiz şu veya bu kişi görsün diye, Allah’tan başkasının beğenisini hedefleyerek yapmak, amelin kanseridir.
-Hayatın bütünlüğü idraki içinde yaşamaz.
Hayatın bütünlüğü idraki, insanı, dini hayat Ğ dünyevi hayat ayrımından çıkarır, bütün hayatın Allah emaneti olduğu ve “Allah’a tahsis edilmesi” gerektiği idrakine götürür. Bu idrake ulaşıldığı ve hayat ona göre tanzim edilebildiği takdirde, insanın uykusu, yemesi içmesi, hatta evlenip çocuk dünyaya getirmesi dahil, dünyevi, bedeni, fiziki, cinsel gibi görülen tüm hayatı, Allah Teala ile ilişkisine bağlanır. Bu durumda bazı insanların uykusu bile ibadete dönüşürken, bazılarımızın ise ibadeti ibadet olmaktan çıkabilir.
Buna göre, hayatımızın bütününde bir fire ile karşılaşmamak için, işin en başında idrakimizi “İnna lillah Ğ Biz Allah’a aitiz” noktasında “Mahyaye ve memati lillahi rabbil alemin - hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah’a aittir” noktasında odaklaştırmamız gerekir.
Rabbimiz bizleri, hayatının en ince ayrıntılarında, Zatını unutmayan, ihsan şuuru içinde, Allah’ı görüyormuş gibi, kendisi O’nu görmese de O’nun kendisini gördüğü idraki içinde yaşamaya muvaffak kılsın.

Ahmet Taşgetiren

17 Mart 2013 Pazar

Anzaklı Ömer'in Hikayesi

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Amerika'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektro kardiyografi çekmek gibi işler. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuvarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki. Pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak “Hayır” manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?” “Aldırma işte öylesine bir şey” dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...” Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
“Siz Türk müsünüz?” “Evet, Türk'üm” İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi.  Anlatmaya başladı:
  “Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım, Avustralya Anzaklarından... İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.  Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaatlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık. Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış.  Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki, kendi kendime:
Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce... Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.”
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi. “Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:
“Peki, niçin Ömer ismini, vermişler sana?”
“Babam Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana  Ömer adı vermiş.”
“Yahu senin adın Müslüman adı mı?”
Ben “Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
“Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.
“Olsun.”
“Peki, doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?”
Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş.
“Tabii dedim Müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı... Mırıldandı: Siz Müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
“Beni yalnız bırakma olur mu?”
“Ne gibi Ömer amca?”
“Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.”  O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.
Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.
“Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!”
Dedim ki içimden “Bizim Ömer amca galiba yolcu?” hemen yukarı çıktım.
Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti...
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
Ne yalan söyleyeyim, ağladım.

14 Mart 2013 Perşembe

İhtiyar Adam...


İhtiyar adam tapu dairesinden çıkarken sevinçliydi. Kendi kendine düşünüyordu;
- “Oh... be ferahladım. Ölümlü dünya.”
Oturduğu evin tapusunu, çocuğunun üstüne kaydettirmişti. Tapu dairesinden çıktıktan sonra bir küçük lokantada öğle yemeğini yedi, vakit geçirmek için parkları dolaştı. Bir parkta Cem Karaca'nın şarkısı çalınıyordu;
"Allah Yar! Allah Yar!"
Akşama doğru eve gitmek için yola çıktı. Bir yandan düşünceler içindeydi;
- “Biz öldükten sonra bir sürü işlemle uğraşması gerek. Ne diye eziyet çeksin yavrum.”
Oğlunun kendisini nerdeyse zorla doktora götürüşü aklına geldi;
- “Kerata amma ısrar etmişti. Sağlığıma verdiği önem kadar, ziyarete gelmeye de önem verse ya.”
Bir an dalgınlaştı;
- “Gerçi, gelin bizle geçinmeye çalışmıyor ama...”
Derin bir nefes aldı;
- “Boş ver canım, ne de olsa torunlarımın annesi. Eşine, çocuklarına iyi baksın da...”
Biraz da kendini teselli etmek için söylendi... “Biz bugün varız, yarın yoğuz.”
Evine yaklaşınca yine durgunlaştı,
- “Bakalım hanım ne diyecek? Gelin gelip-gitmiyor diye biraz kırgın ama...”
Düşünceler içinde zili çalarken, güler yüzlü olmaya çalıştı;
- “Yook, iyi oldu canım. Biz ölünce oğlan rahat edecek, kötü mü?”
Hanım kapıyı açtı. Gülümsemesini bozmamaya çalışarak hanımına;
- “Nasılsın hanım bu gün bakalım?”
Hanımı elindeki çiçek suladığı kabı gösterdi;
- “Ne yapayım, bir iki çiçekle uğraşıyorum yeşillik olsun diye.”
Eve girerken devam etti;
- “İnsan şehirde özlüyor çiçeği, yeşilliği.”
- “Eee... köy gibi olmaz buralar tabii.”
Kadının durgun yüzünde acı bir tebessüm dolaştı;
- “Köy gibi olmaz dimi? Şimdi köyde olsak ne güzel olurdu.”
İhtiyar adam bir an yüzüne baktı hanımının;
- “Sen köyü pek sevmezdin! Geçen sene bir ay kalalım demiştim de Ben torunları özlerim diye tutturmuştun.”
Kadın, yüzünü çiçeklere doğru döndü;
- “Ne bileyim ben, düşündükçe bunalır oldum buralarda. İnsan çocukluğunun geçtiği yerleri özlüyor. Ağaçların altında, bahçelerde yürümeyi özlüyor.”
- “Allah Allah! Tamam hanım gideriz. Sen iste yeter ki. Hele havalar ısınsın biraz gideriz.”
- “Havalar kim bilir ne zaman ısınır. Beklemek şart mı?”
- “Yahu hanım, bunca yıllık eşimsin hâlâ seni tam anladım diyemiyorum. Bir gün köye gitmem diye tutturuyorsun, bir gün de hemen gidelim diye. Dur da bu gün ne oldu anlatayım.”
Kadın endişeyle baktı kocasına;
- “Nooldu, oğlanı mı gördün?”
- “Yok canım, nerden göreyim!”
Koltuğuna oturdu, koynundaki tapu kağıdını çıkardı.
- “Bu nedir biliyor musun?”
- “Hayırdır?”
- “Hanım, yarın ne olacağı belli olmaz, vademiz gelir de ölürsek, oğlumuz kapı kapı uğraşmasın, diye evin tapusunu onun üstüne yaptım.”
Hanımının tepkisini beklerken, onun yüzündeki acı gülüşü gülümseme sandı.
Hanımı fısıldar gibi söylendi;
- “Oğlumuz da bugün buraya gelmişti, öğleden önce.”
- “Öyle mi, vay hayırsız. Demedin mi, "Uzun zamandır niye gelmiyon" diye. Sen üzülmeyesin diye söylemiyordum ama "bizi unuttu" diye kızmaya başlamıştım. Torunları da getirdi mi?”
- “Murat'ı getirmiş. O da “Sıkıldım, gidelim.” deyip durdu.”
- “Vay kerata vay. Akşam gelse de ben de görseydim. Neyse, hayırdır, gündüz vakti niye gelmiş?”
Hanımı elindeki kapta suyu bitmiş olduğu halde, çiçekleri sular gibi durarak masadaki kağıdı gösterdi;
- “Şu kağıdı getirmiş.”
İhtiyar adam, hanımının sesinde bir titreme hissetti ama emin olamadı. İçindeki sevinci kaybetmemeye çalışarak masadaki kâğıda uzandı.
Bir mahkeme kararı olduğunu gördü. Yaşlı kadın kızaran gözlerini kocasının görmemesine dikkat ederek, eşinin kolundan tuttu koltuğa oturmasını sağladı, tekrar çiçeklere doğru uzaklaştı.
İhtiyar adam, yakın gözlüğünü çıkardı ve içinden yavaş yavaş okudu.
"Yaşı ilerlediği ve akli muhakemesi yerinde olmadığına ve ekonomik varlığını idare edemeyeceği, ekteki doktor raporuyla da tespit edildiğinden, taşınır ve taşınmaz varlıklarının, resmi varisi oğlu Süleyman tarafından idaresine karar verilmiştir."
Resmi kâğıt, yaşlı adamın elinden yavaşça yere kaydı. Başını yere eğdi, kağıda boş boş bakmaya başladı. Hanımı, gözlerini sildikten sonra çiçeklerin başından ayrılıp yanına geldi. Eşinin titreyen ellerini tuttu. İhtiyar adam, oğlunun neden kendini doktora götürdüğünü anlamıştı. Yüreğindeki sızıyı bastırmaya çalışarak;
- “Üç senedir uğramadık, köydeki ev ne haldedir?”
- “Canım ne olacak, bir günde temizlerim ben.”
- “O evde, dizlerin üşürdü senin.”
İhtiyar kadın, daralan göğsünü hafifçe bastırdı, "Yüreğimin üşümesi daha kötü diye düşün".
- “Merak etme, üşümem... üşümem...”
- “Yarın mı gidelim diyordun?”
- “Sen bilirsin bey.”
- “Eşyaları bir taksiye atarsak, son otobüse yetişiriz.”
- “Olur... Köyde zaten iyi kötü eşya var, ben hemen hazırlanırım.”
- “Hazırlan. Şu kağıdı tapuyla beraber masaya koyuver, oğlan gelince aramasın.”
İhtiyar adam, içinden düşünüyordu,
- “Dünya fani, Allah Yar”
İhtiyar kadın, birileri gelmeden gitmek ister gibi telaşla hazırlanıyordu. Giysileri bir çantaya tıkıştırdı. Fotoğrafları duvardan toplarken oğlununkine bir an baktı, aldı, bir an düşünüp çantaya koymaktan vazgeçti. Masadaki kâğıtların üstüne ters olarak bıraktı. En son duvardaki bir küçük patiği aldı, öptü. Bu büyük torununa ördüğü ama küçük gelmeye başlayınca hıra olarak sakladığı mavi patikti. Çantaya, fotoğrafların üstüne yerleştirirken, mavi patiğin üstüne düşen gözyaşlarını yavaşça sildi...

13 Mart 2013 Çarşamba

Hak Dostlarından Hikmetler -Lokman Hakîm (a.s.)- 5


Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! (Hakk’ın) vaad ettiği şeyler, size doğru hızla geliyor. Sizler de âhirete doğru koşarak gidiyorsunuz. Dünya sizden ayrılmak için arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise size doğru (koşarak) geliyor. Şüphesiz ki kendisine doğru gittiğiniz (sonsuzluk) diyârı, içinden çıkıp ayrıldığınız (fânîlik) diyârından size daha yakındır.”1
[İnsanoğlunun hayat mâcerası, başlıbaşına bir ibret sahnesidir: İnsan, dünyaya hiçbir şeyi olmadan gelir. Dünyaya âit hiçbir şeyi de yanında götüremez. Rabb’imiz, biz kullarını, fânî dünyanın yaldızlı câzibeleriyle imtihan eder. Mânevî terbiyeden geçmemiş bir insan, bu apaçık gerçeği bile bile, dünya muhabbetiyle hırsa kapılır. Bir gün vedâ edeceği şeyler için, ilâhî hudutları çiğner. Sonsuzluk diyârı olan âhiretini mahvetmek pahasına, fânîlik diyârı olan dünyasını îmâr etmekle uğraşır durur.
Hâlbuki bütün fânî nîmetler bir kişinin olsa, ve o, zevk u safâ üzere bin yıl yaşasa ne fayda! Sonunda gideceği yer, bu kara toprağın dar bir çukuru değil midir? Dünya vefâsızdır; verdiği her şeyi bir gün mutlakâ geri alır. Kula ise yalnızca hesâbı ve azâbı kalır. Bu itibarla, âhiretten habersiz yaşanan bir dünya hayatı, saâdet ve saltanat içinde geçmiş olsa bile, hakîkatte bir ebediyet iflâsından başka nedir ki?!
Asıl saâdet, bu fânî cihanda Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını, muhabbetini ve dostluğunu kazanarak ebedî hayata selîm bir kalp ile intikal edebilmektir. Gerçek akıllı kimse de, ölümü hatırından çıkarmayan ve âhirette gitmek istediği yere göre, bugünden hazırlık yapan kimsedir. Zira Cenâb-ı Hak:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyurmaktadır.
Diğer taraftan Hak Teâlâ; “fecre andolsun” buyurarak bütün mahlûkâtın yeni bir güne uyandığı o büyük âna yemin ediyor. Demek ki Rabb’imiz, o ânın hikmetlerine dikkat kesilip onun tefekküründe derinleşmemizi istiyor. Biz de her fecir vakti, şöyle bir tefekkür iklîmine girmeliyiz:
Cenâb-ı Hak bana ömür takviminden yeni bir sayfa açtı. Hâlbuki bu yeni fırsatı nicelerine vermedi. Dün hayatta olan pek çok insan, bugün hayatta değil. Bu yeni gün, beni dünyadan bir gün daha uzaklaştırdı, âhirete ise bir gün daha yaklaştırdı. Aldığım her nefes, beni son nefese yaklaştırıyor. O hâlde bugünümü nasıl değerlendirmeli, bugünkü sayfamı nelerle doldurmalıyım? Zira Kirâmen Kâtibîn meleklerinin kaydını tuttuğu günlüğüm, ilâhî mahkemenin dosyası olarak kıyâmete havâle edilecek…
Bu itibarla, gerçek hayatın âhiret olduğunu ve bu fânî dünyaya âhireti kazanmak için gönderildiğimi aslâ unutmamalıyım. Bugünümü, son günüm olabileceği şuuruyla yaşamalı, her nefesi son nefes bilmeliyim.
“Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyruluyor. Yarın sağ mıyım, değil miyim, meçhul! Efendimiz (s.a.) de; “Namazını, (dünyaya) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” buyuruyor.2 O hâlde bugün namazlarımı, bu hâlet-i rûhiye içinde huşû ile kılmalı, maddî-mânevî borçlarımı ödemeli, üzerimde hakkı bulunanlarla helâlleşmeli, kimseyi incitmeyip kimseden incinmemeli, etrafıma dâimâ rahmet tevzî etmeliyim. Velhâsıl dünyaya vedâ eden bir kimse gibi hassas ve rakik bir gönle sahip olmalıyım…]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Allâh’ın tâatini kendine ticâret edin ki sermayesiz olarak devamlı kâr elde edesin!”3
[Dünya hayatının en kazançlı anları, Allâh’a itaat hâlinde geçirilen vakitlerdir. Dünyadaki en kârlı ticâret de, fânî olanı vererek bâkî olanın kazanıldığı alışveriştir. Bu sebeple mü’minin en büyük bahtiyarlığı, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine tam bir teslîmiyet göstererek sâlih bir kul olmaktır.
Hakk’a kul olan, O’nun mahlûkâtına kul olmaktan kurtulur, gerçek hürriyete kavuşur. Aksi hâlde insan, zâlim insanların kulu-kölesi, malın-mülkün esiri, nefsânî arzuların zebûnu olmaktan kurtulamaz. Bu esâretlerden yegâne kurtuluş fidyesi ise, nefsini Cenâb-ı Hakk’a râm ederek O’nun emirlerine tam teslim olmaktır. Mü’min için dünya hayatında bundan kârlı bir ticâret yoktur. Zira nefsini Allâh’a satan, yani hevâ ve heveslerinden vazgeçerek ilâhî emirlere teslîm olan kimse, dünyadan da nasîbini alır. Fakat kendini dünyaya râm eden bir kimse, Allâh’ın rızâsından mahrum kalır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.” (eş-Şûrâ, 20)
Dünya hayatında Allah rızâsı yerine dünyevî menfaatler için çalışıp bitkin düşen gâfiller hakkında da Kur’ân-ı Kerîm’de; “: Çalışmış, fakat boşuna yorulmuş.” (el-Ğâşiye, 3) buyrulmaktadır. Bu hazin âkıbete dûçâr olmamak için, şu âyet-i kerîmenin muhtevâsına girmek îcâb eder:
“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111)
Rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Mekke’de ağır çileler altında tevhid mücâdelesi veren Peygamber Efendimiz’i kendi beldelerine dâvet eden Medîneli mü’minlerin, Akabe’de yaptıkları bey’at üzerine nâzil olmuştur. Bu bey’atte Medînelilerden Abdullah bin Revâha (r.a.) ayağa kalkarak:
“–Yâ Rasûlâllah! Rabb’in ve kendin için, bize istediğin şartı koşabilirsin.” dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Rabb’im için şartım, O’na ibadet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”
Medîne’den gelen mübârek sahâbe topluluğu:
“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne var?” diye sordular. Hazret-i Peygamber (s.a.) cevâben:
“Cennet var!” buyurunca oradakiler:
“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr,II, 406)
Cenâb-ı Hak, en güzel ve en kârlı ticâreti şöyle târif buyuruyor:
“Allâh’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr infâk edenler, «ticâreten len-tebûr» (aslâ zarara uğramayan bir kazanç) umabilirler. Çünkü Allah, onlara mükâfatlarını tam olarak öder ve lûtfundan onlara fazlasını verir…” (Fâtır, 29-30)
Bu âyet-i kerîmelerde haber verilen ebedî kurtuluş vesîlesi ticâretin ilk adımı; Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, okutmak, hayatımızı onun ölçülerine göre tanzim etmek, Kur’ân hakîkatleriyle ince, derin ve zarif bir rûha sahip olabilmektir.
İkincisi ise, namazı ikāme etmek… Yani namazda Cenâb-ı Hak’la buluşabilmek. Cenâb-ı Hak, dâimâ bizimle olduğunu bildiriyor. Bizim de her dâim O’nunla olmamızı istiyor. Rûhumuzun mîrâcı olan namazı da, dünya şartlarında yaşanabilecek ilâhî vuslata en büyük vesîle kılıyor. Bunun içindir ki; “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân (r.aleyh) şöyle buyurmuştur:
“Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz, bütün husûsiyetleri kendisinde toplamıştır. O, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, tesbîhat, salevât-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivâ eder. Eğer namazın edepleri hakkıyla yerine getirilirse, Asr-ı Saâdet’in rûhânî hâllerine benzeyen en feyizli ve doğru hâller namazda hâsıl olur.”4
Ebedî kurtuluş vesîlesi olan “ticâreten len-tebûr”un üçüncü şartı ise, gizli ve âşikâr olarak infakta bulunabilmektir. Mü’min, gizli infâkı tercih etmelidir. Fakat âşikâr infâka mecbur kaldığında da, -riyâ ve gösteriş tehlikesi sebebiyle- ihlâsını korumaya daha büyük bir îtinâ göstermelidir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Mü’minin iki kalbi olur, biriyle ümit besler, diğeriyle korkar.”5
[Dünyevî meselelerde korku ve muhabbet, bir kalpte birleşmez. Fakat mâneviyatta durum farklıdır. Kâmil bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin tefekküründe derinleştikçe, gönlü muhabbetullah ile dolar. “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emrine itaat ederek, muhabbet nazarıyla baktığı her varlık vesîlesiyle, kalben Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olur. Bu yakınlık ve dostluğu kaybetmemek için de, müstesnâ bir titizlik gösterir. Allâh’ın muhabbetini zedeleme endişesiyle âdeta yüreği titrer.
Peygamberler ve evliyâullâhın hayatları, bu hâlin zirve tezâhürleriyle doludur. Nitekim Allâh’ın Halîl’i olan İbrahim (a.s.) bile, bu endişeyle Rabb’ine; “(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.
Havf ve recâ, yani korku ve ümit, mü’minin kalbinde dâimâ bulunması gereken bir kulluk dengesidir. Yani mü’minin kalbinde, Allâh’ın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalarak gazabına dûçâr olma korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve mağfiretine nâil olabilme ümîdi, dâimâ dengeli bir şekilde mevcut olmalıdır. Mü’min, son nefesine kadar bu kalbî âhengi muhâfaza etmelidir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, Cennet’e bir karış kala ilâhî azâba dûçâr olanlar ve bunun aksine, Cehennem’e bir karış kala ilâhî rahmete mazhar olanlar haber verilmektedir.
Yani son nefeste kimin îmanla selâmet bulacağı meçhuldür. Bu hususta peygamberler ve onların müjdelediklerinin dışında hiç kimsenin bir garantisi yoktur. Bununla birlikte âyet-i kerîmede:
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (O’nun dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyrulmaktadır. Bu itibarla mü’min, son nefeste îman selâmeti için hem hayatı boyunca rızâ-yı ilâhî istikâmetinde gayret etmeli, hem de Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olabilme ümidiyle duâ ve ilticâ hâlinde bulunmalıdır. Nitekim Yûsuf (a.s.) da;
“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!”6 niyâzıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olmuştur.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Dünya derin bir deryâdır. (Ârif olmayan âlimler ve) pek çok insan bu deryâda boğulup helâk olmuştur. Bu deryâda senin gemin Allâh’a (mutmain bir kalp ile) îmân etmek olsun. Geminin donanımı ise takvâ ve ibadetler olsun! Geminin (seyr ü seferini temin eden) yelkenleri de, dîn olsun! Böyle bir gemiyle Allâh’a tevekkül ederek yol alırsın, (yine de neticede) belki kurtulur, belki de kurtulamazsın!”7
[Ebediyet yolcusu olan insanın bu dünyada kazanması gereken en mühim âhiret azığı, şüphesiz ki îman ve amel-i sâlihlerdir. Bununla birlikte kâmil bir mü’min, ne kadar sâlih ameller işlese de bunlara güvenerek kendisinin kurtulacağına, yani Cennet ehlinden olacağına kesin gözüyle bakamaz. Amellerini en güzel şekilde îfâ etmekle beraber, buna değil, yalnızca Allâh’ın rahmet ve mağfiretine ümit bağlar. Bu hâl, mü’minleri amellerine güvenerek mağrur olma illetinden de koruyan mühim bir kulluk edebidir. Bunun içindir ki velî kullar, müstesnâ bir takvâ hayatı yaşamalarına rağmen, yine de kendilerini insanların en gerisinde kabul eder, herkesin kurtulup kendilerinin kurtulamayacağı endişesiyle kulluk gayretlerini daha da artırmaya çalışırlar.
Nitekim ilim ve irfandaki müstesnâ mevkii sebebiyle, yaşadığı asırda “Güneşler Güneşi” diye tanınan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu kulluk edebinden doğan hissiyâtını, kardeşine şöyle ifâde etmiştir:
“…Hiç kimseyi hakir görme, kendini de hiç kimseden üstün görme! Bütün gayretini kalbî ve bedenî ibadetlere ver! Bununla birlikte kendini «hiç hayırlı amel işleyememiş bir zavallı» olarak gör!.. Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum… Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesme! Zira Allâh’ın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır…”
Diğer taraftan hiçbir kul, ne kadar günah işlemiş olursa olsun, Allâh’ın rahmet ve mağfiretini yok sayarcasına ümitsizliğe kapılıp kendisini kesin Cehennemlik olarak görmemelidir. Nitekim yüce Rabb’imiz şöyle buyurur:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)
Bu âyet-i kerîmede müjdelenen ilâhî rahmete nâil olabilmek için, hemen ardından gelen şu âyet-i kerîmenin de muhtevâsına girerek, tevbe ile Hakk’a yönelmek îcâb eder:
“Size azap gelip çatmadan önce Rabb’inize dönün, O’na teslîm olun, sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 54)
Peygamber Efendimiz (s.a.) de şöyle buyurmuştur:
“Eğer mü’min, Allâh’ın azâbının şiddet ve keyfiyetini bilseydi, Cennet ümîdine kapılmazdı. Kâfir de Allâh’ın rahmetini tam olarak idrâk edebilseydi, O’nun Cennet’inden aslâ ümîdini kesmezdi.”(Müslim, Tevbe 23)
Havf ve recâ husûsunda Kur’ân ve Sünnet’in telkinleriyle yetişen sahâbe-i kirâm da büyük bir mânevî uyanıklık ve rikkat-i kalbiyye hâlinde olmuşlardır. Nitekim İbn-i Ebî Müleyke (r.aleyh) şöyle demektedir:
“Rasûlullah (s.a.)’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların hepsi de kendi nefisleri için nifaktan korkuyorlardı. Onların hiçbiri (yüksek edeplerinden dolayı) Cibrîl ve Mîkâîl’in îmânı gibi (kuvvetli) bir îmâna sahip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, Îmân, 36)
Hazret-i Ömer (r.a.) gibi büyük bir İslâm şahsiyeti bile, kendisini bu endişeden sâlim görmezdi. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.), kalbinde nifak alâmeti bulunanları, sadece sırdaşı Huzeyfetü’l-Yemânî (r.a.)’a bildirmişti. Bunu bilen Hazret-i Ömer (r.a.), halîfeliği zamanında bir gün Hazret-i Huzeyfe’ye gidip gönlünü tedirgin kılan o büyük endişeyi dile getirdi:
“–Ey Huzeyfe! Allah aşkına söyle; bende nifak alâmeti var mı?!”
Hazret-i Huzeyfe de:
“–Ey Halîfe! Yalnız sana te’minat veririm; sende nifak alâmeti yok!..” karşılığını verdi.
İşte o Hazret-i Ömer (r.a.), bütün fazîletlerine rağmen, yüreğindeki havf ve recâ dengesi sebebiyle şöyle buyurmuştur:
“Şayet gökten gelen bir ses;
«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cehennem’e girecek.» dese, acabâ o kimse ben miyim diye korkarım.
«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cennet’e girecek.» dese, o zaman da acabâ o kişi ben miyim diye ümîd ederim.”8
Velhâsıl mü’minin kalbi dâimâ korku ile teyakkuzda, ümit ile de huzur ve denge hâlinde bulunmalıdır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Dünyadan sana yetecek kadar al! Âhiretine zarar verecek şekilde ona iyice dalma! Dünyayı da tamamen terk etme ki sonra insanlara muhtaç hâle gelirsin (onlara yük olursun). Şehvetini kıracak kadar oruç tut. Fakat seni (tâkatsiz bırakıp) namazdan alıkoyacak kadar çok oruç tutma! Zira namaz, Allâh’a oruçtan daha sevimlidir.”9
[Mü’min her hususta îtidal üzere olmalı, ifrat ve tefritten, yani aşırıya kaçmaktan sakınmalıdır. Dünyevî meşgalelerinde, uhrevî gayret ve hizmetlerinde, hattâ ibadet hayatında, hiçbir zaman aşırıya kaçmamalı, dâimâ Allah ve Rasûlü’nün tâyin ettiği hudutlar içinde dengeli bir hayat yaşamalıdır. Kulluk hayatının makbul bir kıvamda devamı da buna bağlıdır.
Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bir gün:
“Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. Yanındaki sahâbîler:
“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz (s.a.):
“(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!”cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)10
İbâdetlerde ihmalkâr davranmak, insanı âhirette zor durumda bırakacağı gibi, aşırı heyecana kapılıp hırsla hareket etmek de bir müddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlışlıklara sebep olabilir. O hâlde orta yolu tutmak ve devamlılığı esas almak gerekir. Şu hâdise bunu ne güzel îzah etmektedir:
Rasûlullah (s.a.) bir gün ashâb-ı kirâma kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un evinde toplandı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibâdetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Rasûlullah (s.a.) Efendimiz bundan haberdar olunca, önce onları îkaz buyurdu, sonra da ashâb-ı kirâmı toplayıp şöyle hitâb etti:
“Bâzı kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak olmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara kapanmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır. Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların bakiyeleridir.”
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87) (Bkz. Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Allah’tan kork da kalbin fücur ile / günah lekeleriyle dolu olduğu hâlde, sana ikram etsinler diye insanlara, Allah’tan korkuyormuşsun gibi görünme!”11
[Riyâ, iki yüzlülük ve dînî duyguları istismar etmek, İslâm ahlâkıyla aslâ bağdaşmayan son derece çirkin vasıflardır. Umduğu bir menfaati elde etmek için sâlih insanların yanında kâmil bir mü’min gibi görünüp onların yanından ayrılınca buna zıt davranışlar sergilemek, kalplerden geçenleri dahî bilen Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.) Efendimiz, şu îkazda bulunmuşlardır:
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allâh’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların Ay’a, Güneş’e veya puta tapacaklarını kasdetmiyorum. Beni korkutan asıl şey, Allâh’ın rızâsının dışındaki gâyeler için yapılacak ameller ve gizli şehvetlerdir (riyâ ve gösteriş duygularıdır).” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)
Gerçek bir mü’minin alâmet-i fârikası ise; samimiyetidir, ihlâsıdır, sadâkatidir. Mevlânâ Hazretleri, gönüllerdeki bu hâlisiyeti muhâfaza için:
“Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!..” buyurmuştur.]
Cenâb-ı Hak cümlemize, ihlâs, samimiyet, sadâkat ve edeple müzeyyen bir kulluk hayatı yaşamayı, rızâsı yolunda îman heyecanıyla hizmet edebilmeyi nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Bkz. Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 201, no: 501. 2) İbn-i Mâce, Zühd, 15. 3) Ahmed,ez-Zühd, Beyrut 1999, s. 43, no: 269; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 281, no: 721. 4) Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 73. 5) Ahmed, ez-Zühd, s. 87, no: 537. 6) Yûsuf, 101. 7) Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, Beyrut 1996, s. 139, no: 269. 8) Ali el-Müttakî, XII, 620/35916. Ayrıca bkz. İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, Dımeşk 1979, s. 15. 9) Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 84, no: 91. 10) Ayrıca bkz. Buhârî, Rikâk, 18, Merdâ 19. 11) Ahmed, ez-Zühd, Beyrut 1999, s. 44, no: 270.

Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2013 - Ocak, Sayı: 323, Sayfa: 032

8 Mart 2013 Cuma

Bir zamanlar - 8 Mart


8 Mart sabah erken saatler Mecidiyeköy otobüs duraklarının önü. Bir grup kız ve kadın ellerinde pankartlar, bayraklar Çağlayan meydanına doğru ilerlemektedir. Şaşkın bakışlarla onları izleyen duraktaki yaşlıca bir kadın dayanamaz bir kıza seslenir:
-Hayrola kızım nereye bu saatte?
İçlerinden biri cevap verir:
-Kadınlar günü mitingine gidiyoruz teyze.
Kadının hayreti daha da artmıştır.
-Bu kadar kalabalık kabul günü mü olur?
Kızlardan biri "ah benim cahil halkım" diye iç geçirerek cevaplar:
-Kabul günü değil teyze dünya kadınlar gününü kutluyoruz.
Kadın bir daha sorar:
-Niye ki kızım?
-Niye olur mu teyze kadın hakları, özgürlük, ilericilik, çağdaşlık, ezilen emekçi kadınlar için.
Yorgun gözleri bir anda ışıldayan teyze heyecanla atılır:
-Haksızlığa ve zulme uğrayan kadınlar için mi evladım?
Genç kız kendinden emin konuşur:
-Aynen öyle teyze.
Kadın topluluğa bakarak minnetle haykırır:
-Allah sizden razı olsun, otuz senedir temizliğe gündeliğe giderek okutup yetiştirmeye uğraştığım iki yetim kızım var, başlarını açmadılar diye birini tıbbın 6. sınıfından attılar, diğeri ise lise birincisiydi ama sınava bile sokmadılar, onların hakkını da soracaksınız değil mi?
Grup suspus olmuş, kadının yüzüne boş gözlerle bakarken, ötelerden öndeki grupların sloganları duyulmaktadır:
-SUSMA SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK!!!

4 Mart 2013 Pazartesi

Bükçe (Kadın Dili)


Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak, ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim, dedim. Deniz kenarında ki bu şirin lokantada şimdi onu bekliyorum.
Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Yan masadaki kızlar gözleriyle oğlumu süzüyorlar. Bakmayın kızlar, onu kapan çoktan kaptı. Hoş beşten sonra konuya giriyorum.
-Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor.
Çocukluğunda suç işlediği zamanlardaki gibi birden bire kızardı. Kerata ne anlatacağımı zannettiyse!
-Baba ben yirmi altı yaşındayım, bazı şeyleri biliyorum artık.
-Ah senin o biliyorum zannettiğin konularda da çok bilmediğin çıkacak ama ben o konulardan bahsetmeyeceğim. Keşke konuşabilseydik ama henüz o kadar modern olamadım.
Rahat bir nefes aldı. Bu arada yemeklerimiz de geldi. Oğlumla şöyle keyif yaparak muhabbet edelim bakalım.
-Kaç dil biliyorsun oğlum sen?
-İngilizce, Fransızca bir de kendi dilimi de sayarsak Türkçe’yle üç dil oluyor.
-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna “kadın dili” de diyebilirsin.
Güldü. Güldüğü zaman benim yanağımdaki gibi küçük bir gamzesi var, o ortaya çıkıyor.
-Kadınların ayrı bir dili mi var?
-Tabi ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bükçe’yi öğrenmeli.
-İyi de niye Bükçe?
-Çünkü kadınlar konuşurken genellikle, söyleyecekleri sözü, net söylemezler. Eğip bükerler onun için dilin adını “Bükçe” koydum.
-Bükçe zor bir dil mi baba? diye sordu gülerek.
-Bana bak, çok önemli bir konu, eğleniyor gibisin biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek Bükçe konuşurlar sonrada senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor.
Mesela Çinli bir karın var, sen karına sürekli Fransızca “seni seviyorum” diyorsun ama karın hiç Fransızca anlamıyor. Fransızca “seni seviyorum” un onun için bir anlamı yoktur. Ona Çince seni seviyorum dediğinde seni anlayabilir.
-Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar.
-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi, duygusal oldukları için, hayır, cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından dolayı, sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi, kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü.
-Bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.
-Ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendiler leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için, leb, deyip bekliyorlar. Hatta bazen, leb, demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. Niye, leb, demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor, diye canları sıkılır.
-Biz de bazen Canan’la böyle sorunlar yaşıyoruz. Niye düşünmedin, diye kızıyor bana.
-Kızarlar oğlum kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendiler gibi düşünceli olmamızı beklerler fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.
-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?
-Var dedik ya oğlum, Bükçe’yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?
-Hazırım baba.
-Bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bükçe’de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana “bu gün bir elbise aldım.” diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığı andan başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.
-Hikâye dili yani.
-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, “Hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes.” demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde, bittin demektir. İster öyle de, istersen “seni sevmiyorum.” de. İki durumda da “seni sevmiyorum” demiş olacaksın.
-Ne alakası var, baba. Seni sevmiyorum demekle, kısa anlat demenin.
-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.
-Bu önemli, Bükçe’de dinlemek sevmektir, diyorsun.
-Aynen öyle. Devam edelim. Bükçe ima dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken, bir şeyler ima etmeyi severler. Biz erkeklerde imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve sözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir.
-Geçen hafta Canan bana “Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım.” dedi. Ben de “Böyle de iyisin.” dedim. Canı sıkıldı bir kaç saat surat astı. “Neyin var.” diye sordum. “Hiçbir şeyim yok.” dedi. Sence nerede hata yaptım?
-Böyle de iyisin, derken o “de” ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin.”
-Peki ne demem gerekiyordu?
-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün “Hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok.” deseydin, o günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup, ağır mıyım, derse sakın “evet, biraz” falan deme “hayır” de. Yoksa bir daha kucağına oturmaz.
-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.
-Aferim oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.
-Ve asla unutmazlar, değil mi?
-Aynen öyle. Yıllar önce annene, annesi için “biraz cimri” demiştim. Hala “Sen benim annemi sevmezsin.” der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok göreceğim yere koyar.
-Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu ima işini çözmek zor geldi.
-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imaları anlayacaksın ama “sen şunu mu demek istiyorsun.” diye asla yüzüne vurmayacaksın.
-Anladım. Anlayacaksın ama anladığını belli etmeyeceksin. Buna şöyle de diyebiliriz. O beni iğnelediğinde “niye bana iğne batırıyorsun” diye sormayacağım, o iğneyi ben kendi kendime batırmışım gibi yapacağım.
-Güzel ifade ettin oğlum. Mesela dün öğlen annen beni aradı. “akşama tok mu geleceksin.” diye sordu. Beni biliyorsun akşam yemeklerinde hep evdeyimdir. Kırk yılda bir dışarıda yerim onu da haber veririm. Tabi ben hemen anladım annenin ne demek istediğini. “Tok gel, yemekle uğraşmak istemiyorum” demek istiyor. Anladım ama tabi “ne demek istiyorsun.” demedim.
-Dün çok yorulmuştu baba, düğün alışverişine çıkmıştık.
-Bunun pek çok sebebi olabilir. Yorulmuş olabilir, bir kabul gününden tok gelmiş olabilir, bin beş yüzüncü diyetine başlamış ve o gün yemekle uğraşmak istemiyor olabilir. Ama bunu biz erkekler gibi kısa yoldan “Canım benim karnım tok, sen de dışarıda bir şeyler ye, ya da yorgunum, gelirken bir şeyler getir yiyelim.” demez. Sanki böyle derse, iyi ev kadını rütbesi tozlanacak, mevki kaybedecek.
İlla Bükçe anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. “Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin.”dedim. “Tamam” dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de kepekli ekmek arasına yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde, bu sıralar.
-Bu Bükçe’de kısa konuşma yok mu baba?
-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, “Neyin var” diye. “Hiçbir şeyim yok.” diyorsa, aman bir şeyi yokmuş, diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.
-Bükçe’de “Hiçbir şey yok” demek “Çok şey var, benimle ilgilen” demek oluyor, o zaman.
-Evet. Biz erkekler “Bir şey yok.” diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir şey vardır ama; şu anda konuşacak bir şey yok.” diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için “Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım.” demek istiyordur. Çok nadirdir, gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.
-Bir arkadaşım da kadınların “peki” demesi tehlikelidir, demişti.
-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan “kuru bir peki, olur, tamam” her zaman tehlikelidir. Bu Bükçe de “Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım.” demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında “peki canım, olur hayatım” gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.
-Zor bir dil baba.
-Yok yok gözün korkmasın, her yabancı dil gibi, ilk başlarda öğrenirken biraz çalışacaksın, pratik yapacaksın, bazen hatalar yapacaksın, dikkat edeceksin sonra otomatiğe bağlanırsın. Kolay yanı senin, Bükçe, konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli.
-Anlamak da pek kolay değil ama.
-Korkma o kadar zor değil. En önemli kuralları ben sana öğretiyorum zaten. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar, ve konuşurken suçlayarak konuşurlar fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler.
-Nasıl yani?
-Mesela, karın sana “ne zamandır dışarı çıkmadık.” derse bunu suçlama olarak üstüne alma, seninle gezmek canı istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. “Daha geçenlerde gezmeye gittik.” gibi bir savunmaya girme. “Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz.” de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.
-Küçük ama önemli detaylar.
-Aynen öyle. Mesela karın “üşüdüm” diyorsa, üstünü kalın giy demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur.
-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bükçe’yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik, belki.
-Haklısın aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kardır.
-Not mu alsaydım, epeyce detayı varmış dilin.
-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınların en nefret ettiği sözcük “Fark etmez”dir. Fark etmezi kadınlar “Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap ” diye anlarlar.
-En değerli sözcük nedir?
-Sen bil, bakalım.
-Seni seviyorum, demek herhalde.
-Evet, kadınlar “seni seviyorum” sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler söylemiştim, zaten biliyor diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz.
-Bükçe sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.
-Zekan kesinlikle bana çekmiş. Ben de tam ona geliyordum. Davranışlarda çok önemli tabi. Kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon izliyorsan sarılarak izle. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle.
-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.
-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler, değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama eğer sen hep alıp vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.
-Tamam baba bunlara dikkat edeceğim.
Garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.
-Baba çok teşekkür ederim. Bükçe’yi anlamaya başladım. Canan aradı. “Salonun perdelerini ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak.” dedi. Tam “Fark etmez, sen seç” diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi “Ev de perde de umurumda değil” gibi anlayacağı aklıma geldi. “Tabi canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen,” dedim çok mutlu oldu. Kendi seçecek.
-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.
-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bükçe’yi öğretmeseydin halimi düşünmek bile istemiyorum.
-Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün.

Sema Maraşlı Hikayeleri “Eşimle Tanışmayı Unutmuşuz” Kitabından