Muhammed Bahâüddîn
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Rasûlullah (s.a.v.)
Efendimiz’in gönül âleminden nasipli yüreklere aksede aksede günümüze kadar
teselsül eden irşad nûruna vâris olmuş, büyük bir Allah dostu… Üstelik
Efendimiz (s.a.v.)’e nisbeti yalnızca mânen değil. O, aynı zamanda Seyyid, yani
Efendimiz (s.a.v.)’in pâk nesebinden…
Kendisine kadar “Hâcegân”1
ismiyle tanınan tasavvuf yolunu, nakşettiği silinmez mühürle “Nakşibendiyye”
yapan büyük bir mürşid…
O, Allah muhabbetini
ve îman lezzetini kalplere nakşeden bir gönül tabîbi…
Altın Silsile’nin on
beşinci mürşid-i kâmili…
Uçsuz bucaksız bir
mânevî tasarruf deryâsı, mârifetullah okyanusu…
Her türlü varlık ve
benlik illetlerinden arınmış, tevâzu, hiçlik, diğergâmlık ve mahviyet şâhikası…
O, velîler ordusunun
serdârı...
Şüphesiz ki bu
muhteşem mânevî makam, her şeyden evvel Cenâb-ı Hakk’ın çok müstesnâ bir lûtfu.
Fakat o lûtfa mazhar olan kalbî istîdat, irâde kuvveti, azim ve iştiyak da, bir
o kadar müstesnâ…
CANI PAHASINA…
Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri, Allah yolunda çağlayanlar misâli coşkun olan heyecan, azim ve
gayretini daha da kuvvetlendiren bir ibret tablosunu şöyle naklediyor:
“Bir gün yolumda
giderken, bir kumarhanenin önünden geçiyordum. İçeride bir topluluğun, çok
hırslı bir şekilde kumar oynamakta olduklarını gördüm. Hele içlerinden ikisi,
kendilerini oyuna öyle kaptırmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değillerdi.
Maddî-mânevî bütün güç ve varlıklarıyla kumara dalmışlar, sanki kumarın nefsânî
lezzetinden sarhoş olmuş, kendilerinden geçmişlerdi.
Böylece ikisi,
aralarında aldılar verdiler. Bir müddet sonra onlardan biri mağlup oldu,
ütüldü. Kaybettikçe kaybetti. Varını yoğunu ortaya koydu. Neticede dünyalık
olarak nesi varsa, rakibi hepsini elinden aldı.
Düşmüş olduğu o
perişan hâle rağmen kumarbaz, ısrarla ve büyük bir gayretle oyunu sürdürüyordu.
Yenildikçe de hırsı artıyordu. Bir ara, kendisini hep yenen rakibine dedi ki:
«–Bana bak! Malımı ve
bütün servetimi değil, bu oyun için başımı bile vereceğimi bilsem, yine de
oynamaktan vazgeçmem! Hayatım pahasına da olsa oynayacağım. Öyle ki, benim
düştüğüm bu perişan hâle sen düşeceksin!»
Kumarbazın, kumarda
her şeyinden, hattâ canından bile vazgeçebilecek derecedeki ısrar, kararlılık,
hırs ve irâde kuvvetini görünce, bana da apayrı bir şevk ve gayret hâli geldi.
Bu musîbet tablosundan ibret alarak kendi kendime düşündüm:
Bir kumarbaz, bâtıl
bir işte bile her şeyinden vazgeçecek kadar ısrarlı, hırslı ve kararlı
davranırken, ben Hak yolunda nasıl bir azim, gayret ve fedâkârlık içinde
olmalıyım? O günden beri Hak yolunu takip etmekteki azim ve isteğim daha da
arttı. Hamdolsun Rabbime, her geçen gün de artmaktadır.”2
Görüldüğü üzere o Hak
dostu, şâhid olduğu müsbet veya menfî her manzaranın ibret ve hikmet dersini
okuyabilecek bir gönül gözüne ve ruh hassâsiyetine sahipti. Demek ki bu kalbî
kıvâma ulaşılınca; bir edepsizden bile edep öğrenilebilir, müflis bir
kumarbazın hâlinden bile Hakk’a vuslat yolunda elzem olan, azim, sebat ve irâdeye
dâir büyük dersler çıkarılabilir.
Hakîkaten çok
ibretlidir ki, boş hülyâlar ve gelgeç sevdâlar uğruna nice insan, rahatından,
malından, sağlığından, hattâ canından olmayı göze almakta iken; günümüzün Ebû
Cehilleri bâtıl dâvâlarını sürdürmek için canhıraş bir gayret ve fedâkârlık
gösterirken; hak ve hakîkat bir dâvânın mensupları olan bizler, gayret-i
dîniyyemizin seviyesini nasıl kâfî görebiliriz? Bu husustaki vicdan
muhâsebesinden nasıl yüz aklığıyla çıkabiliriz?..
İşte her mü’minin
kendi içinde çözmesi gereken bu gibi çetin sualler; büyük bir aşk, vecd ve
iştiyakla, gece-gündüz demeden, bezginlik ve yorgunluk nedir bilmeden, Allah
yolunda gayret, himmet ve hizmeti zarûrî kılmaktadır.
HİZMET
BASAMAKLARINDA…
Hakk’a vâsıl olan
yüksek şahsiyetler, dâimâ hizmet yolundan giderek menzillerine ermişlerdir.
Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yürüdüğü mânevî yolun daha ilk
adımlarından itibâren bu gayret ve hizmetlerin şâheser numûnelerini
görmekteyiz. Üstâdı Emir Külâl Hazretleri, derûnundaki nefsânî temâyüllerin
ıslâhı ve rûhânî istîdatların inkişâfı için ona şu tavsiyede bulunmuştu:
“Gönül almaya bak;
güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir
ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçoğu tam bir
kalp huzuru, tevâzu ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul
ve onlara hizmet et!”
Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında, evvelâ gurur ve kibrin zıddı olan
“hiçlik” hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara
hizmet etmiş ve hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek uzun yıllar
boyunca, kâ‘bına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştı.
Kendileri şöyle
anlatıyorlar:
“Hocamın emrettiği
yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki,
yoldan geçerken, Allâh’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur,
önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu
hizmetime mukâbil bende öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde
hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim.”
Görüldüğü üzere
mânevî olgunluk yolunda mesâfe alabilmek, sadece kitap okumak veya sohbet
dinlemekle değil, okuyup dinlediklerinden kendine âdeta bir reçete çıkarıp onun
gerektirdiği istikâmette yaşamak ve Allah için hizmet etmekle mümkündür.
Gönüllerin ilâhî sır ve hikmetlere âşinâ olabilmesi, bu nevî gayretlere
bağlıdır. İşte Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de, aldığı mânevî terbiye
neticesinde, nefsine “hiçlik” ve “yokluk” tâcını taktıktan sonra asıl gönül
feyzine, mânevî keşif ve fütûhâta nâil olmuştur.
Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri buyurur:
“Âlem buğday ben
saman,
Herkes yahşi ben
yaman!”
[Yani herkes iyidir,
kötü olan benim… Allah dostlarını zirveleştiren sır, bu tevâzu hâlinde gizli. Necip
Fâzıl’ın;
O erler ki gönül
fezâsındalar
Toprakta sürünme
ezâsındalar
Yıldızları tesbih
tesbih çeker de
Namazda arka saf
hizâsındalar…
mısrâları, bu hâlin
tercümânı…
Büyük Allah dostu
Nakşibend Hazretleri de, öyle bir tevâzu ve mahviyet içinde yaşamıştı ki, mânâ
fezâsındaki ulvî mevkiine rağmen, kendisini dâimâ kapı eşiğinde görmüştü. Allah
Teâlâ da onu bu tevâzuuna mukâbil yüceltmiş, insanlara sevdirmiş ve katında
ulvî bir makam olan, irşad ve terbiye vazifesine lâyık kılmıştı.
Bir başka şâir bu
sırrı ne güzel hulâsa eder:
Mazhar-ı feyz olamaz
düşmeyicek hâke nebât,
Mütevâzı olanı
rahmet-i Rahman büyütür…
“Tohum toprağa düşmedikçe
yetişip gelişme bereketine mazhar olamaz. Bunun gibi, nefsini yerle bir gören
mütevâzı kullara da Allah rahmetiyle nazar kılıp onları büyütür, yüceltir.”]
Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri buyurur:
“Hak Teâlâ’nın
inâyetiyle, kendi hatalarını görerek temizlenme gayreti içinde olan ve nefsin
hilelerini gereği gibi bilen kimsenin, nefsine muhâlefet etmesi gayet
kolaydır…”
[Nefsin ne amansız
bir düşman olduğunu bilmek ve onu tanımak, onunla mücâdeleye girip muvaffak
olmanın birinci adımıdır. Nefsin tuzaklarından gâfil olanlar, onun verdiği
zararları hissetmek bir yana, o fecî hâli âdeta tatlı bir mûsikî gibi normal
karşılarlar. Yani onun ağırlığını, narkozlanmış ruhlarında hissedemezler.
Dolayısıyla da hâllerini düzeltme yolunda bir gayrete yönelme ihtiyacı duymazlar.
Bu sebeple mü’min,
öncelikle nefsinin tehlikelerini bilmeli ki ona gerekli tedbirlerle, yani takvâ
ve amel-i sâlih zırhıyla mukâvemet edebilsin.
Yine bu hakîkatlerden
dolayıdır ki; “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” buyrulmuştur.]
Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri buyurur:
“Rasûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; «Ezâ
verecek şeyi yoldan kaldırınız.»3 buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfte
bahsedilen «ezâ verecek şey»den kastedilen; nefsânî
arzulardır. «Yol»dan murâd ise «Hak yolu»dur.
Nefsine bas ve yüksel!
Hakk’a kurbiyyet / yakınlık dâiresine girmek istersen, önce nefsânî arzularını
terk et!”
[Nefs engeli, iki
gözün önüne konulan iki parmak gibidir ki, kişiyi bütün hakîkatlere karşı âmâ
eder. Bu sebeple kul, Rabbiyle arasındaki en büyük engel olan nefs perdesini
aralamaya gayret etmelidir. Yani nefsinin arzularından vazgeçerek onu terbiye
etmeli, onun taşkınlıklarını dizginlemeli, onu âdeta ayağının altında bir
basamak yapmak sûretiyle mânen yükselmeli, kalben seviye almalıdır.
Nefs, terbiye edilip
sâlih amellere medâr olabilecek bir kıvâma ulaştırılmadığı takdirde, azgın bir
attan farksızdır. Azgın bir at ise, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak
yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helâkine sebep olur. Fakat bir binek atı
iyi terbiye edilip, güzelce dizginlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan
bile selâmetle taşıyıp götürür.
Bunun içindir ki
Hakk’ın dergâh-ı izzetine yol bulabilmek için evvelâ mânevî terbiye ile nefsin
hevâ ve hevesini bertarâf etmek zarûrîdir. Nitekim bu hakîkati ifâde sadedinde; “Sen
çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” denilmiştir.]
Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri buyurur:
“Ehl-i bâtının/gönül
ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzu, hiçlik, yokluk, acz
hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin
enâniyetinin kırılması husûsunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı bir şey
yoktur. Peygamberlerin bile zelle, yani küçük hatalara düşmelerinin
hikmetlerinden biri de budur.”
[Günahlarının yükü
altında nedâmet ve mahcûbiyetinden iki büklüm olmuş tevbekâr bir mücrimin hâli,
amelinin zâhiren düzgün olmasına güvenerek mağrur olan, hata ve kusurlarının
farkında olmadığı için âkıbetinden eminmiş gibi rahat davranan bir kimsenin
hâlinden kat kat üstündür. Zira namaz kılmak, oruç tutmak, infak etmek, kişiyi
Allâh’a yaklaştıran yollardandır. Fakat asıl mühim olan, bütün bunları yaparken
kendinde bir üstünlük görmemek, nîmet ve muvaffakıyeti Allah’tan bilmektir.
Lokman Hakîm ne güzel buyurur:
“İki şeyi unutma:
Allah Teâlâ’yı ve ölümü.
İki şeyi de unut:
Başkasına yaptığın iyiliği ve başkasının sana yaptığı kötülüğü.”
Gurur, kibir ve ucba
kapılarak nefsâniyete prim vermemek için, bir sâlih amel işledikten sonra onu
hemen unutuvermek îcâb eder. Eğer namaz, oruç, infak, Allah yolunda gayret gibi
hayırlar, nefsânî bir üstünlük hazzı veriyorsa, evvelâ, nefsin bu kötü huyu
bertaraf edilmelidir. Bunun yolu da, nefsin tuzaklarından olan, hâl ve ameline
güvenme gafletinden kurtulmak, Rabbimizin rahmetine nâil olabilmek için korku
ve ümit duyguları içinde titreyen bir kalbî hassâsiyetle kullukta bulunmak ve
neticede yine Rabbimizin rahmet ve mağfiretine sığınmaktır.
Nitekim kulluktaki
güzel hâl ve amelleriyle beşeriyetin zirvesi olan Peygamber Efendimiz(s.a.v.)
duâlarında:
“Allâh’ım! Sen’in
gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık
olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen
öylesin!”4 diyerek biz ümmetine
örnek olmuştur.
Yani mü’minin Hakk’a
yakınlığı arttıkça, O’na olan ibâdet, hamd, şükür, zikir, mârifet ve
yakînindeki noksanlığını, hâlindeki kusurunu idrâk edişi de artar. Bunun
içindir ki Hakk’ı en iyi bilen ârifler, O’nu lâyıkıyla bilemeyeceklerini
kavramış olanlardır. Hakk’a en güzel kullukta bulunan âbidler, O’na lâyıkıyla
ibâdet edebilmekten âciz olduklarını anlamış olanlardır…]
Şâh-ı Nakşibend
Hazretleri buyurur:
“Bir sâlik, kendi
nefsini Fivarun’un nefsinden daha beter görmezse, o sâlik, yolumuzun ehli
olamaz. Bu yolda varlık iddiâsından geçerek yokluğa ermek, muazzam bir iştir.
Nefsini noksan sıfatı ile görmek kolay değildir. Lâkin nefsin noksanlığını
idrâk edebilmek, Hakk’a vuslat zaferinin ipucudur.
İşte ben de bu
sıfatları tahsilde, nefsimi bütün varlıkların her tabakasıyla mukâyese ettim,
onu kâinattan her zerre ile tarttım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her
yaratığı nefsimden daha iyi ve daha hoş gördüm. Nefsimi bu denli âciz ve
zavallı görmek, içimdeki her türlü kiri-pası temizledi...”
[Bir insan, küfürde
Firavun derecesinde şiddetli olsa bile, son nefesinden önce hidâyete nâil
olarak bütün günahlarından arınma imkân ve ihtimâli vardır. Bu sebeple mü’min,
kendisini hiç kimseden üstün görmemeli, “ibâdullâh’ı istihkâr”, yani “Allâh’ın
kullarını hor görmek”ten, dolayısıyla da kendisinde bir üstünlük vehmetmekten
titizlikle sakınmalıdır.
Bütün zulüm,
haksızlık ve ihtirasların temelinde de, nefsini başkalarından daha değerli
görme, kendini nîmete daha lâyık bilme huyu vardır. Bu kötü huydan
kurtulabilmek için en tesirli ilâç, herkesi ve her varlığı kendinden değerli
görmek sûretiyle nefse haddini bildirmek, onun azgınlık ve taşkınlıklarına gem
vurabilmektir.
Rivâyete göre, Muhyiddin
İbn-i Arabî Hazretleri bir sâhilden geçerken, testiyi başına dikip
şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına
taşkınlık ediyordu. Hazret içinden şöyle geçirdi:
“–İnsan, mahlûkât
içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzı olmalı. Ama ben herhâlde şu
günahkâr gençten de kötü değilimdir. Şarap içmiyorum, lâubâli hareketler ve
ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”
Tam o sırada denizden
bir feryat duyuldu:
“–Batıyoruz,
imdât!..”
Bu sesi duyan genç,
elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize atladı ve birkaç dakika
içinde, boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sâhile taşıdı. Olup biteni
hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî Hazretleri, biraz önce aklından geçen
düşüncelerden mahcup oldu ve kendi kendine:
“–Bak, o
küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya
sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..” dedi.
Nihâyet, gencin bu
merhamet ve şefkati sebebiyle İbn-i Arabî Hazretleri ile aralarında bir
muhabbet peydâ oldu. Genç, önceki hayat tarzını terk ederek İbn-i Arabî
Hazretleri’nin dizi dibinde, nezih bir hayâtın tâlimine başladı, onun sâdık bir
tâkipçisi oldu.
Demek ki, kendimizde
bulunduğunu düşündüğümüz fazîletlerin belki de daha üstünü, küçük gördüğümüz
nice kimsede de mevcut olabilir. Bu sebeple Allâh’ın kullarını hor görmek,
hakîkatte kendimizi küçülten yanlış bir davranıştır.
İnsanlara ve hattâ bütün
mahlûkâta bakışta bu mahviyet hâlini kazanabilmek, kulun Rabbine karşı sahip
olması gereken kulluk edebini takviye eder. Zira kulun ilâhî kudret ve azamet
karşısındaki hiçlik ve yokluğunu kavraması, kulluk edebinin başıdır. Kul, hangi
mânevî mertebeye ulaşmış olursa olsun, kendisini ilâhî huzurda müflis bir sâil,
yani dilenci olarak görmelidir. Bütün güzellikleri Hak’tan, bütün kusurları
nefsinden bilmelidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar; “Kişi noksânını
bilmek gibi irfân olmaz!” buyurmuşlardır.
Nakledildiğine
göre Şeyh Ebu’l-Abbas Kassâb Hazretleri’ne:
“–Sizin cenâzeniz
götürülürken önünüzde hangi âyeti okuyalım.” diye sorulmuş. Hazret de:
“–Âyet okumak
büyüklere mahsustur, bizim için şöyle deyiniz.” dedikten sonra şu mânâya gelen
bir beyit okumuş:
«Dostun, Dost’unun
yanına veya Sevdiği’nin katına ulaşmasından daha güzel, âlemde ne vardır?»”
Velîler kutbu Şâh-ı
Nakşibend Hazretleri bu kıssayı talebelerine naklettikten sonra,
tevâzu ve mahviyet içerisinde buyurmuşlar ki:
“–Bu beyti okumak da
büyüklerin kârıdır. Benim cenâzemin önünde şu beyti okuyunuz:
Müflisânîm âmede der
kûy-i tû,
Şey’en lillâh
ez-cemâl-i rûy-i tû…
«Müflis dilencileriz,
Sen’in katına geldik. Allah aşkına bize Cemâl’inin güzelliğinden bir şey ihsân
eyle!»”
İşte o büyük zâtlar,
ulaştıkları mânâ zirvelerine ve eriştikleri keşf ü kerâmete rağmen, aslâ kendi
hâl ve amellerinin yüceliğine îtibâr etmemişlerdir. Bilâkis, Hak kapısının âciz
dilencileri olduklarını, Hak’tan bir lûtuf erişmezse bir “hiç”ten ibâret
kalacaklarını her fırsatta dile getirmişlerdir.
Yine bir gün
müridleri, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden bir kerâmet göstermesini
istemişlerdi. Hazret buyurdu ki:
“–Bizim kerâmetimiz
açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen hâlâ ayakta
durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan büyük kerâmet mi olur?..”
Ardından, tasavvufta
mühim olanın kerâmet değil, istikâmet olduğunu hatırlatarak şöyle buyurdular:
“–Bir kimse bir
bahçeye girse ve oradaki ağaçların her bir yaprağının dile gelip; «Ey Allâh’ın
velîsi merhabâ!» diye seslendiğini duysa, gerek zâhiren gerek de bâtınen, bu
sese aslâ îtibâr etmemelidir! Bilâkis kulluğa olan gayret ve azmini daha da
artırmalıdır.”
Bunun üzerine bâzı
talebeleri:
“–Efendim, ne kadar
üstünü örtseniz de, sizden de zaman zaman kerâmet zâhir olmakta!..” dediler.
O büyük tevâzu
âbidesi, edep ve mahviyet hâlini muhâfaza için, kendisindeki mânevî tecellîleri
müridlerine izâfe ederek:
“–O müşâhede
ettikleriniz, müridlerimin kerâmetleridir.” buyurdu.]
Rabbimiz, cümlemizi
Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılarak sırât-ı müstakîm üzere bir kulluk hayatı
yaşamaya muvaffak eylesin!
Âmîn…
Dipnotlar: 1. Hâcegân: “Hoca” kelimesinin çoğulu olup din
âlimi, ehl-i tarîk hocaefendiler demektir. Nakşibendiyye yolunun mürşidleri
ekseriyetle ilmiye sınıfından oldukları için, bilhassa Nakşibend
Hazretleri’nden önceki dönemde bu isimle yâd edilmişlerdir. 2. Bkz.
Ekrem Sağıroğlu, Şâh-ı Nakşibend, Yasin Yayınevi, İstanbul 2001, sf.
99-100. 3. Buhârî, Cihâd, 18; Müslim, Zekât, 56; Tirmizî,
Birr, 28. 4. Müslim, Salât, 222.
Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2011 - Mayıs, Sayı:
303, Sayfa: 032