22 Aralık 2013 Pazar

Mesnevi Bahçesinden-3

Kader kilidine teslim ol!
Kader kilidi çok büyüktür. Onu ancak Allah açar. Bu sebeple sen ona teslîm ol. Onun rızasına sarıl. Kainâtın her zerresi anahtar olsa, yine bir işe yaramaz. Çünkü kazâ ve kader kilidini Allâh’tan başkası açamaz.
Ne lütfu ne de kahrı düşün!
Oğlum, ne Allah’ın lütfuna mazhar olacağını, ne de kahra uğrayacağını düşünme; sadece onun emirlerine uymayı, nehyettiği, yapma dediği şeylerden kaçınmayı göz önünde tut!
Masiva nezlesinden kurtul da mana kokusu al!
Burnundan, genzinden masiva nezlesini gider de, burnuna güzel mânâ kokuları, ilahi kokular gelsin. Beden bukağısını, beden bağını canın ayağından çöz, çıkar da, canın mânâ çimenliklerinde donsun, dolaşsın… Hasislik zincirini elinden, boynundan at da, şu felekte yeni bir baht elde et. Eğer lütuf kâbesine uçmak için kanatların yoksa aczini, çaresizliğini her şeye çare bulan Allah’a arz et.
Gizli şeyler zıttı ile açığa çıkar.
Gece nûr olmadığı için, renkleri göremedin, şu halde nurun zıttı ile şunu anladın ki… Önce nûr görünür, sonra renk görünür. Bunu da şüphesiz, nurun zıttı olan karanlıkla anlarsın. Cenab-ı Hak, eziyeti, gamı; gönül hoşluğu nedir anlaşılsın diye gönül hoşluğuna zıt olarak yarattı. Gizli şeyler, hep zıtları ile meydana çıkıyor, görülüyor.
Kıyamet günü görüş günüdür.
Kıyamet günü, her şeyin Hakk’a arz edileceği gündür. O günde, insanî vazifelerini yapmış olanlar, temiz ve faziletli kişiler, kendilerini göstermek isterler. O kendini gösterme gününde, kötü işler yaparak yüzleri karartmış kişiler, artık kendilerini gizleyemeyecekler ve rezil olacaklardır. Güneş gibi parlak yüzü olmayan ve günahlarla yüzlerini karartmış kişiler elbette kendi kirliliklerini göstermemek için gecenin karanlığı ile perdelenmek, gizlenmek isterler.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Netçe (Erkek Dili)

- Şirinciğim, erkek dili “Netçe” yi öğren.
- Zor bir dil midir?
- Çok kolay bir dil. Biz kadınların dili “Bükçe” gibi konuşurken imalar, eğip bükmeler falan yoktur. Gayet net, açık ve düz bir dildir.
- O zaman öğrenecek bir şey yok.
- Tabi ki var. Kadın ile erkek arasındaki yaratılış farklarından birisi de iki cinsin konuşma dillerinin farklılığıdır. Beyinler farklı çalışınca, haliyle dilden dökülenler de farklı oluyor. Erkek dili kolaydır; ama biz kadınlar düz yolda yürümeye alışkın olmadığımız için sürekli sapaklar bulmaya çalışırız.
- Nasıl yani?
- Mesela sofrada kocan sana “ekmeği getiri misin” dediğinde sadece ekmeği getirmeni istiyordur. Sofraya ekmeği getirmeyi unuttuğun için beceriksiz bir kadın olduğunu ima etmeye çalışmıyordur. Ya da saçın dökülüyor diyorsa, sadece saçının döküldüğünü söylüyordur, kel kalırsan seni sevmem, demek istemiyordur.
- Emin misiniz? Onlar hiçbir şey ima etmezler mi?
- Erkekler biz kadınlar gibi ima, mesaj ya da kıssa anlatıp hisse bulma metodunu pek kullanmazlar. Erkek fıtratına aykırıdır.
- Erkekler kıssa anlatmak yerine, hisseyi suratında patlatır diyorsunuz yani.
- Evet, öyle de diyebiliriz. Bazen kırıcı olabiliyorlar ama kadınlar gibi kurnazlık yetenekleri pek fazla olmadığı için ve az kelime ile konuşmayı sevdiklerinden dolayı dolambaçlı yollara girmek istemiyorlar. Erkeklerde dolambaçlı yollarda olsalardı, emin ol, kadın erkek hiç anlaşamazlardı. Tabi dünya da yaşanmaz olurdu.
- Netçe’yi öğrenmemin kadınlara ne faydası olacak?
- Kadınlar “Netçe”yi öğrensinler ki erkeklerin her sözünün altından bir anlam çıkarmaya çalışmasınlar, alınganlık etmesinler. Erkeklerle konuşurken net olmaya çalışsınlar. Onların anlamasını beklemek yerine, açıkça söylesinler. Kadınlar kırıldıkları zaman neye kırıldıklarını bile söylemiyorlar, erkeğin anlamasını bekliyorlar, anlamazsa da surat asıyorlar. Bu durumda erkekler de ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
- Ama erkeklerde, azcık da dolambaçlı yollara girsinler. Düz düz de gitmez ki hayat. Her şeyi dan dana söyleyip kalbimizi kırmasınlar. Onlar da “kadın dili”ni öğrensinler.
- Kadın dili “Bükçe” hikayesini yazdıktan sonra beklemediğim kadar çok teşekkür aldım erkeklerden. Bu kadar ilgilerini çekeceğini düşünmemiştim. Demek ki erkeklerde kadınları doğru tanımak ve ona göre davranmak istiyorlar. Belki de bugüne kadar hata bizdeydi kadınları onlara, olduğu gibi tanıtmadığımız için.
- Aslında dünyadaki en önemli şey kadın ve erkeğin doğru iletişim kurması değil mi? Çünkü dünya kadın ve erkeğin üzerine kurulu. Fakat maalesef ki bir eğitim almadan bir arada yaşamaya başlıyoruz. Sonra da üç günde aşkı, beş günde sevgiyi kaybediyoruz.
- Her şeyin bir ilmi vardır. Sevmenin de bir ilmi var tabi ki. Seven gönül, sevgiyi yaşatan akıldır. Sevgi gönülden doğar, akıldan beslenir büyür. Akıl sevgiyi beslemezse o sevgi kısa zamanda ölür gider.
- Sevgi deyince sadece gönül işi olarak düşünmüştüm hep.
- Bütün hatada burada zaten. Sevgiyi gönlün üstüne yıkmak, yeni doğan bebeği kendi başına büyüsün diye ortada bırakmak, ilgilenmemek gibidir.
- Akıl ne zaman devreye girecek?
- Sevdiğini uzaktan seveceksen akla hiç ihtiyacın yok. Sev platonik platonik. Ne zaman ki bir araya gelmeye başladın sözler ve davranışlar karşı karşıya geldi aklın hemen devreye girmesi lazım. Evlilikte gönül ve akıl işbirliği çok önemlidir. Gönül ve akıl el ele verirse sevgi hiç azalmaz gün geçtikçe artar.
- Sevgiyi kaybetmemek çok önemli.
- Sevdiğin neden hoşlanır, neden hoşlanmaz, nasıl mutlu olur, neye kızar, niçin kırılır, onun için ne yapman lazım. Sor soruları, bul cevabı, yap hizmeti, bakalım sevgi ölüyor mu?
- “Ne, nasıl, neden, niçin” leri sıralayınca sevginin akla neden ihtiyacı olduğu daha iyi ortaya çıktı.
- Gönül bencildir, sadece kendini düşünür. Sevdiğine kavuşmayı isterken de kendini düşünür. Kavuşup mutlu olayım ister. Gönlün bu bencillikten kurtulması için, aklın yol göstericiliğine ihtiyacı vardır. Ancak akıl yardım ettiğinde, sevdiğini düşünmeye başlar.
- Tamam, bu bilgilerden sonra erkek dili “Netçe” yi öğrenmeyi daha çok istiyorum. Başka kuralları var mı?
- Var. Erkekler soru sorulmasını ve soru sormayı sevmezler. Biz kadınlar soru sormayı severiz. Soru sormayı çoğu zaman amaç dışı kullanırız. Bizim için cevaplar pek önemli değildir. Kadınlar karşıdaki ile ilgilendiğini göstermek için, biriyle tanışmak için, sohbet başlatmak için farklı sebeplerle soru sorarlar. Erkekler ise soru sorulduğu zaman kendini hesaba çekiliyormuş gibi ya da işine burnunu sokuyormuş gibi hissederler. Doğru düzgün cevap vermezler.
- Haklısınız. Ben de akşam evde sohbet muhabbet edelim diye Ferhat’a soru sorarım. O da doğru düzgün cevap vermez, konuşmak istemiyor diye benim de canım sıkılır. Demek ki erkekleri konuşturmanın yolu soru sormak değilmiş.
- “Netçe”nin başka önemli bir kuralı da şudur: Erkekler “hayır” kelimesini gerçek anlamında bir şeyi istemedikleri zaman kullanırlar, “evet” sözcüğünü de bir şeyi istedikleri zaman kullanırlar. Biliyorsun biz kadınlar bazen nazlanmak için, istediğimiz bir şeye “evet” dememiz gerektiği halde “hayır” deriz. Bekleriz ki karşımızdaki anlasın, ısrar etsin, ondan sonra “evet” diyelim. Erkekler bu yöntemi kullanmazlar. Bir erkek “hayır” diyorsa üstüne gidip, ısrar edip zorla yaptırmaya çalışmamak lazım.
- Bunu öğrendiğim iyi oldu.
- Netçe’nin başka bir kuralı da erkekler, emir cümlelerini, sevmezler. Hele bir kadın emir cümleleri ile ondan bir şey istiyorsa, hükmedilmeye çalışıldığını düşünür ve yapacağı bir şeyse bile direnebilir.
- Emir cümleleri kurduğumda Ferhat’la hep çatışıyoruz.
- Netçe’ de önemli bir kural da erkekler yardım istemeyi ve istemedikçe yardım teklif edilmesini sevmezler. Kadınlar ise yardım istemekten çekinmezler ve yardım teklif etmeyi de pek severler.
- Bunun için mi bir adres ararken Ferhat birilerine sormak yerine, kendim bulacağım, diye dolanıp duruyor. Ben “dur bir soralım” dediğimde hiç dinlemediği gibi bir de sinirleniyor.
- Evet. Erkekler mücadeleyi ve başarmayı severler. Yardım istemeyi de zayıflık olarak görürler. Bu yüzden çok zorda kalmadıkça yardım istemezler. Bu yüzden eşin araba kullanırken, yanında sessizce otur ve gezintiye çıktığını hayal et. Sus ki tatsızlık çıkmasın. Biraz dolansanız da o nasıl olsa halleder. Tabi bu konu sadece araba kullanmayla ilgili değil. Onu üzgün gördüğünde de hemen “ne yapabilirim” diye yardım teklif etme. Onun yanında ol ve başaracağına inan yeter. Ondan daha akıllı ve güçlü görünmeye çalışma. Her zaman ona ihtiyacın olduğunu hissettir.
- Erkekler otoriter kadını da ezik kadını da sevmezler, diye okumuştum bir yerde.
- Çok doğru. Erkekler kadının kadınsılığını ve yumuşaklığını seviyorlar. Yumuşaklık ile eziklik arasında çok fark vardır.
- Güçlü görünmemek demek, ezik olmayı getirmiyor yani.
- Aynen öyle. “Netçe” de bir önemli kural da erkekler, dert anlatmayı ve hatalarını konuşmayı sevmezler. Biz kadınlar dert anlatmayı severiz, hatalarımızı anlatmaktan gocunmayız hatta çoğu zaman gülerek anlatırız. Oysa erkekler geçmişte yaptıkları bir hatanın hatırlatılmasından bile hiç hoşlanmazlar.
- Netçe’ de en kıymetli sözcükler nedir?
- Takdir cümleleri tabi ki. Erkek küçücük bir şey de yapmış olsa takdir edilmekten çok hoşlanır. Takdir edildikçe, teşekkür edildikçe daha çok yapmak isteği duyar. Eleştirildikçe ve suçlandıkça da yaptıklarını bırakır, yapacaklarını yapmaz ve kadından uzaklaşır. Bu durumda erkek, bilinçli bazen bilinçsiz olarak kendinin kıymetini bilecek, takdir edecek başka bir kadın aramaya başlar.
- Ne çok hata yapıyormuşum meğer. Kendimi ve etrafımdaki arkadaşlarımı düşünüyorum da bütün yaptığımız kocalarımızı eleştirmek. Şunu yapmıyorsun, bunu yapmıyorsun, şunu yap bunu yap.
- Her erkek, sevdiği kadının kahramanı olmak ister. Hiçbir kahraman da hatalarının sayılıp, burnunun yere düşürülmesinden hoşlanmaz. Erkekler zaten hatalarının çoğu zaman farkındadırlar, bilmedikleri için değil yapmak istemedikleri için yapmazlar. Fakat takdir edilen erkek yapmadığı pek çok şeyi yapmaya başlar.
- Biz kadınlar da erkekler istediklerimizi yapmayınca, bilmiyor ya da unutuyor diye sürekli öğretmeye çalışıp tekrar ediyoruz.
- Netçe’ de tekrar kelimeler en berbat kelimelerdir. Erkekler kadınların onlara sürekli bir şeyi hatırlatmalarından nefret ederler. Bir şeyi çok söyleyen kadına dırdırıcı gözüyle bakarlar.
- Anladım, yapılmayanın üzerinde durmayacağız, yapılanları görüp takdir edeceğiz.
- Her erkek kendini dünyanın en yakışıklı, yakışıklı değilse de en çekici erkeğinden biri zanneder. En güçlü ve en akıllı olduğuna da inanır. Kadın ise “sen zannettiğin gibi değilsin” diye tam aksini ispat etmeye çalışırsa, o kadın o erkek için bitmiş demektir. Eğer zorunluluktan devam etmesi gereken bir evliliğin içindelerse erkek kadına ya ölü muamelesi yapar ya da aptal muamelesi. Çünkü ancak ya bir  aptal ya da bir ölü onun gibi bir adamın kıymetini bilmez.
- Erkekler takdir edildikçe şımarmazlar mı?
- Hayır. Erkekler takdir edildikçe gayrete gelirler. Kadın erkeğe kendini iyi hissettirmelidir. Kadın “Ben çok şanslıyım senin gibi biriyle evli olduğum için” gibi cümlelerle ya da “Evimin güneşi, hayatımın anlamı, yiğidim, erkeğim” gibi hitaplarla erkeğin kulağından kalbine halat atarsa onu kendine sıkıca bağlayabilir.
- Ben de tam aksi “nerden düştüm senin gibi adama” havalarında davranıyorum kocama. Sizi dinledikçe yaptığım hataları çok iyi fark ettim.
- Sevgi emek ister, sevgili muhabbet etmek ister. Muhabbete de hizmet gerek. Muhabbeti istiyorsun sevdiğine adım adım yaklaş, onun adımlarını saymadan ve beklemeden. Ona hizmet et. Elinle, ayağınla, dilinle, gözünle, kulağınla, aklınla ve tabiî ki gönlünle. Bunun için de muhabbet yolunda ki taşların farkında olup onları kaldırman lazım.
- Sayenizde epey bir taşı gördüm ve yoldan kaldırmaya başladım. Bazıları ağır geldi ama vazgeçmeyeceğim.
- Evdeki kahramandan yardım iste. Hatalarını gördüğünü samimiyetle ona itiraf edersen sana seve seve yardım edecektir.
- Tamam, teşekkür ederim.

Sema Maraşlı

5 Aralık 2013 Perşembe

Beş türlü kalp

-Kalp vardır ölüdür.
-Kalp vardır hastadır.
-Kalp vardır gafildir.
-Kalp vardır mühürlüdür.
-Kalp vardır sapasağlamdır.

-Kâfirin kalbi ölüdür.
-Günahkârın kalbi hastadır.
-Nasipsizin kalbi gafildir.
-Kalbimizde perde vardır diyerek fena iş yapanın kalbi de mühürlüdür.
-Allah-ü Teâla’dan korkup daima ibadette bulunan kimsenin kalbi de sağlam olan kalptir.

Kalp duru berrak bir su gibidir; gayb âlemindeki hakikatlere ve esrara bir aynadır. Bu ilâhi sırlar, kalbin parlaklığı nispetinde ona akseder. Herkes, görüşü nispetinde gaybı, hayrı ve şerri bilir. Kim gönlünü daha çok cilâlamışsa, daha çok görür.

“Ölümümüzden sonra türbemizi yerde arama. Bizim mezarımız ariflerin gönlündedir.” (Hz. Mevlana)

24 Eylül 2013 Salı

Gitme İstemem

Demek sen böyle salına salına bensiz gidiyorsun ey canımın canı
Ey, dostlarının canına can katan
Gül bahçesine böyle bensiz gitme istemem

İstemem, ey gök kubbe, bensiz dönme
İstemem, ey ay, bensiz doğma
İstemem, ey yeryüzü, bensiz durma
Bensiz geçme, ey zaman, istemem

Sen benimle beraberken
Hem bu dünya güzel bana, hem o dünya güzel
İstemem, bensiz kalma bu dünyada sen
O dünyaya bensiz gitme, istemem

İstemem, ey dizgin, bensiz at sürme
İstemem, ey dil, bensiz okuma
İstemem, ey göz, bensiz görme
Bensiz uçup gitme, ey ruh, istemem

Senin aydınlığındır aya ışığını veren geceleyin
Ben bir geceyim, sen bir aysın madem
Gökyüzünde bensiz gitme, istemem

Gül sayesinde yanmaktan kurtulan dikene bak bir
Sen gülsün, bense senin dikeninim madem
Gül bahçesine bensiz gitme, istemem

Senin gözün bende iken
Ben senin çevganın önündeyimdir
Ne olur, öylece bak dur bana
Bırakıp gitme beni, istemem

O güzelle berabersen, sen ey neşe
İstemem, sakın içme bensiz
Hünkarın damına çıkarsan, ey bekçi
Sakın bensiz çıkma, istemem

Bir şey yoksa bu yolda senden
Bitik bu yola düş enlerin hali
Ben senin izindeyim, ey izi görünmez dost
Bensiz gitme, istemem

Ne yazık bu yola bilmeden, rasgele girene
Sen ey, gideceğim yolu bilen
Sen ey yolumun ışığı, sen ey benim değneğim
Bensiz gitme, istemem

Onlar sadece aşk diyorlar sana,
Oysa aşk sultanımsın sen benim
Ey, hiç kimsenin düşüne sığmayan dost
Bensiz gitme, istemem.

Mevlana Celaleddin Rumi

19 Eylül 2013 Perşembe

Hak Dostlarından Hikmetler - Şâh-ı Nakşibend–1 -ks-

Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in gönül âleminden nasipli yüreklere aksede aksede günümüze kadar teselsül eden irşad nûruna vâris olmuş, büyük bir Allah dostu… Üstelik Efendimiz (s.a.v.)’e nisbeti yalnızca mânen değil. O, aynı zamanda Seyyid, yani Efendimiz (s.a.v.)’in pâk nesebinden…
Kendisine kadar “Hâcegân1 ismiyle tanınan tasavvuf yolunu, nakşettiği silinmez mühürle “Nakşibendiyye” yapan büyük bir mürşid…
O, Allah muhabbetini ve îman lezzetini kalplere nakşeden bir gönül tabîbi…
Altın Silsile’nin on beşinci mürşid-i kâmili…
Uçsuz bucaksız bir mânevî tasarruf deryâsı, mârifetullah okyanusu…
Her türlü varlık ve benlik illetlerinden arınmış, tevâzu, hiçlik, diğergâmlık ve mahviyet şâhikası…
O, velîler ordusunun serdârı...
Şüphesiz ki bu muhteşem mânevî makam, her şeyden evvel Cenâb-ı Hakk’ın çok müstesnâ bir lûtfu. Fakat o lûtfa mazhar olan kalbî istîdat, irâde kuvveti, azim ve iştiyak da, bir o kadar müstesnâ…
CANI PAHASINA…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Allah yolunda çağlayanlar misâli coşkun olan heyecan, azim ve gayretini daha da kuvvetlendiren bir ibret tablosunu şöyle naklediyor:
“Bir gün yolumda giderken, bir kumarhanenin önünden geçiyordum. İçeride bir topluluğun, çok hırslı bir şekilde kumar oynamakta olduklarını gördüm. Hele içlerinden ikisi, kendilerini oyuna öyle kaptırmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değillerdi. Maddî-mânevî bütün güç ve varlıklarıyla kumara dalmışlar, sanki kumarın nefsânî lezzetinden sarhoş olmuş, kendilerinden geçmişlerdi.
Böylece ikisi, aralarında aldılar verdiler. Bir müddet sonra onlardan biri mağlup oldu, ütüldü. Kaybettikçe kaybetti. Varını yoğunu ortaya koydu. Neticede dünyalık olarak nesi varsa, rakibi hepsini elinden aldı.
Düşmüş olduğu o perişan hâle rağmen kumarbaz, ısrarla ve büyük bir gayretle oyunu sürdürüyordu. Yenildikçe de hırsı artıyordu. Bir ara, kendisini hep yenen rakibine dedi ki:
«–Bana bak! Malımı ve bütün servetimi değil, bu oyun için başımı bile vereceğimi bilsem, yine de oynamaktan vazgeçmem! Hayatım pahasına da olsa oynayacağım. Öyle ki, benim düştüğüm bu perişan hâle sen düşeceksin!»
Kumarbazın, kumarda her şeyinden, hattâ canından bile vazgeçebilecek derecedeki ısrar, kararlılık, hırs ve irâde kuvvetini görünce, bana da apayrı bir şevk ve gayret hâli geldi. Bu musîbet tablosundan ibret alarak kendi kendime düşündüm:
Bir kumarbaz, bâtıl bir işte bile her şeyinden vazgeçecek kadar ısrarlı, hırslı ve kararlı davranırken, ben Hak yolunda nasıl bir azim, gayret ve fedâkârlık içinde olmalıyım? O günden beri Hak yolunu takip etmekteki azim ve isteğim daha da arttı. Hamdolsun Rabbime, her geçen gün de artmaktadır.”2
Görüldüğü üzere o Hak dostu, şâhid olduğu müsbet veya menfî her manzaranın ibret ve hikmet dersini okuyabilecek bir gönül gözüne ve ruh hassâsiyetine sahipti. Demek ki bu kalbî kıvâma ulaşılınca; bir edepsizden bile edep öğrenilebilir, müflis bir kumarbazın hâlinden bile Hakk’a vuslat yolunda elzem olan, azim, sebat ve irâdeye dâir büyük dersler çıkarılabilir.
Hakîkaten çok ibretlidir ki, boş hülyâlar ve gelgeç sevdâlar uğruna nice insan, rahatından, malından, sağlığından, hattâ canından olmayı göze almakta iken; günümüzün Ebû Cehilleri bâtıl dâvâlarını sürdürmek için canhıraş bir gayret ve fedâkârlık gösterirken; hak ve hakîkat bir dâvânın mensupları olan bizler, gayret-i dîniyyemizin seviyesini nasıl kâfî görebiliriz? Bu husustaki vicdan muhâsebesinden nasıl yüz aklığıyla çıkabiliriz?..
İşte her mü’minin kendi içinde çözmesi gereken bu gibi çetin sualler; büyük bir aşk, vecd ve iştiyakla, gece-gündüz demeden, bezginlik ve yorgunluk nedir bilmeden, Allah yolunda gayret, himmet ve hizmeti zarûrî kılmaktadır.
HİZMET BASAMAKLARINDA…
Hakk’a vâsıl olan yüksek şahsiyetler, dâimâ hizmet yolundan giderek menzillerine ermişlerdir. Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yürüdüğü mânevî yolun daha ilk adımlarından itibâren bu gayret ve hizmetlerin şâheser numûnelerini görmekteyiz. Üstâdı Emir Külâl Hazretleri, derûnundaki nefsânî temâyüllerin ıslâhı ve rûhânî istîdatların inkişâfı için ona şu tavsiyede bulunmuştu:
“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçoğu tam bir kalp huzuru, tevâzu ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında, evvelâ gurur ve kibrin zıddı olan “hiçlik” hâline ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek uzun yıllar boyunca, kâ‘bına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştı.
Kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yoldan geçerken, Allâh’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetime mukâbil bende öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim.”
Görüldüğü üzere mânevî olgunluk yolunda mesâfe alabilmek, sadece kitap okumak veya sohbet dinlemekle değil, okuyup dinlediklerinden kendine âdeta bir reçete çıkarıp onun gerektirdiği istikâmette yaşamak ve Allah için hizmet etmekle mümkündür. Gönüllerin ilâhî sır ve hikmetlere âşinâ olabilmesi, bu nevî gayretlere bağlıdır. İşte Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de, aldığı mânevî terbiye neticesinde, nefsine “hiçlik” ve “yokluk” tâcını taktıktan sonra asıl gönül feyzine, mânevî keşif ve fütûhâta nâil olmuştur.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşi ben yaman!”
[Yani herkes iyidir, kötü olan benim… Allah dostlarını zirveleştiren sır, bu tevâzu hâlinde gizli. Necip Fâzıl’ın;
O erler ki gönül fezâsındalar
Toprakta sürünme ezâsındalar
Yıldızları tesbih tesbih çeker de
Namazda arka saf hizâsındalar…
mısrâları, bu hâlin tercümânı…
Büyük Allah dostu Nakşibend Hazretleri de, öyle bir tevâzu ve mahviyet içinde yaşamıştı ki, mânâ fezâsındaki ulvî mevkiine rağmen, kendisini dâimâ kapı eşiğinde görmüştü. Allah Teâlâ da onu bu tevâzuuna mukâbil yüceltmiş, insanlara sevdirmiş ve katında ulvî bir makam olan, irşad ve terbiye vazifesine lâyık kılmıştı.
Bir başka şâir bu sırrı ne güzel hulâsa eder:
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât,
Mütevâzı olanı rahmet-i Rahman büyütür…
“Tohum toprağa düşmedikçe yetişip gelişme bereketine mazhar olamaz. Bunun gibi, nefsini yerle bir gören mütevâzı kullara da Allah rahmetiyle nazar kılıp onları büyütür, yüceltir.”]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Hak Teâlâ’nın inâyetiyle, kendi hatalarını görerek temizlenme gayreti içinde olan ve nefsin hilelerini gereği gibi bilen kimsenin, nefsine muhâlefet etmesi gayet kolaydır…”
[Nefsin ne amansız bir düşman olduğunu bilmek ve onu tanımak, onunla mücâdeleye girip muvaffak olmanın birinci adımıdır. Nefsin tuzaklarından gâfil olanlar, onun verdiği zararları hissetmek bir yana, o fecî hâli âdeta tatlı bir mûsikî gibi normal karşılarlar. Yani onun ağırlığını, narkozlanmış ruhlarında hissedemezler. Dolayısıyla da hâllerini düzeltme yolunda bir gayrete yönelme ihtiyacı duymazlar.
Bu sebeple mü’min, öncelikle nefsinin tehlikelerini bilmeli ki ona gerekli tedbirlerle, yani takvâ ve amel-i sâlih zırhıyla mukâvemet edebilsin.
Yine bu hakîkatlerden dolayıdır ki; “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” buyrulmuştur.]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Rasûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; «Ezâ verecek şeyi yoldan kaldırınız.»3 buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfte bahsedilen «ezâ verecek şey»den kastedilen; nefsânî arzulardır. «Yol»dan murâd ise «Hak yolu»dur.
Nefsine bas ve yüksel! Hakk’a kurbiyyet / yakınlık dâiresine girmek istersen, önce nefsânî arzularını terk et!”
[Nefs engeli, iki gözün önüne konulan iki parmak gibidir ki, kişiyi bütün hakîkatlere karşı âmâ eder. Bu sebeple kul, Rabbiyle arasındaki en büyük engel olan nefs perdesini aralamaya gayret etmelidir. Yani nefsinin arzularından vazgeçerek onu terbiye etmeli, onun taşkınlıklarını dizginlemeli, onu âdeta ayağının altında bir basamak yapmak sûretiyle mânen yükselmeli, kalben seviye almalıdır.
Nefs, terbiye edilip sâlih amellere medâr olabilecek bir kıvâma ulaştırılmadığı takdirde, azgın bir attan farksızdır. Azgın bir at ise, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helâkine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce dizginlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür.
Bunun içindir ki Hakk’ın dergâh-ı izzetine yol bulabilmek için evvelâ mânevî terbiye ile nefsin hevâ ve hevesini bertarâf etmek zarûrîdir. Nitekim bu hakîkati ifâde sadedinde; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” denilmiştir.]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Ehl-i bâtının/gönül ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzu, hiçlik, yokluk, acz hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin enâniyetinin kırılması husûsunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı bir şey yoktur. Peygamberlerin bile zelle, yani küçük hatalara düşmelerinin hikmetlerinden biri de budur.”
[Günahlarının yükü altında nedâmet ve mahcûbiyetinden iki büklüm olmuş tevbekâr bir mücrimin hâli, amelinin zâhiren düzgün olmasına güvenerek mağrur olan, hata ve kusurlarının farkında olmadığı için âkıbetinden eminmiş gibi rahat davranan bir kimsenin hâlinden kat kat üstündür. Zira namaz kılmak, oruç tutmak, infak etmek, kişiyi Allâh’a yaklaştıran yollardandır. Fakat asıl mühim olan, bütün bunları yaparken kendinde bir üstünlük görmemek, nîmet ve muvaffakıyeti Allah’tan bilmektir.
Lokman Hakîm ne güzel buyurur:
“İki şeyi unutma: Allah Teâlâ’yı ve ölümü.
İki şeyi de unut: Başkasına yaptığın iyiliği ve başkasının sana yaptığı kötülüğü.”
Gurur, kibir ve ucba kapılarak nefsâniyete prim vermemek için, bir sâlih amel işledikten sonra onu hemen unutuvermek îcâb eder. Eğer namaz, oruç, infak, Allah yolunda gayret gibi hayırlar, nefsânî bir üstünlük hazzı veriyorsa, evvelâ, nefsin bu kötü huyu bertaraf edilmelidir. Bunun yolu da, nefsin tuzaklarından olan, hâl ve ameline güvenme gafletinden kurtulmak, Rabbimizin rahmetine nâil olabilmek için korku ve ümit duyguları içinde titreyen bir kalbî hassâsiyetle kullukta bulunmak ve neticede yine Rabbimizin rahmet ve mağfiretine sığınmaktır.
Nitekim kulluktaki güzel hâl ve amelleriyle beşeriyetin zirvesi olan Peygamber Efendimiz(s.a.v.) duâlarında:
“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!”4 diyerek biz ümmetine örnek olmuştur.
Yani mü’minin Hakk’a yakınlığı arttıkça, O’na olan ibâdet, hamd, şükür, zikir, mârifet ve yakînindeki noksanlığını, hâlindeki kusurunu idrâk edişi de artar. Bunun içindir ki Hakk’ı en iyi bilen ârifler, O’nu lâyıkıyla bilemeyeceklerini kavramış olanlardır. Hakk’a en güzel kullukta bulunan âbidler, O’na lâyıkıyla ibâdet edebilmekten âciz olduklarını anlamış olanlardır…]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Bir sâlik, kendi nefsini Fivarun’un nefsinden daha beter görmezse, o sâlik, yolumuzun ehli olamaz. Bu yolda varlık iddiâsından geçerek yokluğa ermek, muazzam bir iştir. Nefsini noksan sıfatı ile görmek kolay değildir. Lâkin nefsin noksanlığını idrâk edebilmek, Hakk’a vuslat zaferinin ipucudur.
İşte ben de bu sıfatları tahsilde, nefsimi bütün varlıkların her tabakasıyla mukâyese ettim, onu kâinattan her zerre ile tarttım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her yaratığı nefsimden daha iyi ve daha hoş gördüm. Nefsimi bu denli âciz ve zavallı görmek, içimdeki her türlü kiri-pası temizledi...”
[Bir insan, küfürde Firavun derecesinde şiddetli olsa bile, son nefesinden önce hidâyete nâil olarak bütün günahlarından arınma imkân ve ihtimâli vardır. Bu sebeple mü’min, kendisini hiç kimseden üstün görmemeli, “ibâdullâh’ı istihkâr”, yani “Allâh’ın kullarını hor görmek”ten, dolayısıyla da kendisinde bir üstünlük vehmetmekten titizlikle sakınmalıdır.
Bütün zulüm, haksızlık ve ihtirasların temelinde de, nefsini başkalarından daha değerli görme, kendini nîmete daha lâyık bilme huyu vardır. Bu kötü huydan kurtulabilmek için en tesirli ilâç, herkesi ve her varlığı kendinden değerli görmek sûretiyle nefse haddini bildirmek, onun azgınlık ve taşkınlıklarına gem vurabilmektir.
Rivâyete göre, Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri bir sâhilden geçerken, testiyi başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına taşkınlık ediyordu. Hazret içinden şöyle geçirdi:
“–İnsan, mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzı olmalı. Ama ben herhâlde şu günahkâr gençten de kötü değilimdir. Şarap içmiyorum, lâubâli hareketler ve ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”
Tam o sırada denizden bir feryat duyuldu:
“–Batıyoruz, imdât!..”
Bu sesi duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize atladı ve birkaç dakika içinde, boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sâhile taşıdı. Olup biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî Hazretleri, biraz önce aklından geçen düşüncelerden mahcup oldu ve kendi kendine:
“–Bak, o küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..” dedi.
Nihâyet, gencin bu merhamet ve şefkati sebebiyle İbn-i Arabî Hazretleri ile aralarında bir muhabbet peydâ oldu. Genç, önceki hayat tarzını terk ederek İbn-i Arabî Hazretleri’nin dizi dibinde, nezih bir hayâtın tâlimine başladı, onun sâdık bir tâkipçisi oldu.
Demek ki, kendimizde bulunduğunu düşündüğümüz fazîletlerin belki de daha üstünü, küçük gördüğümüz nice kimsede de mevcut olabilir. Bu sebeple Allâh’ın kullarını hor görmek, hakîkatte kendimizi küçülten yanlış bir davranıştır.
İnsanlara ve hattâ bütün mahlûkâta bakışta bu mahviyet hâlini kazanabilmek, kulun Rabbine karşı sahip olması gereken kulluk edebini takviye eder. Zira kulun ilâhî kudret ve azamet karşısındaki hiçlik ve yokluğunu kavraması, kulluk edebinin başıdır. Kul, hangi mânevî mertebeye ulaşmış olursa olsun, kendisini ilâhî huzurda müflis bir sâil, yani dilenci olarak görmelidir. Bütün güzellikleri Hak’tan, bütün kusurları nefsinden bilmelidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” buyurmuşlardır.
Nakledildiğine göre Şeyh Ebu’l-Abbas Kassâb Hazretleri’ne:
“–Sizin cenâzeniz götürülürken önünüzde hangi âyeti okuyalım.” diye sorulmuş. Hazret de:
“–Âyet okumak büyüklere mahsustur, bizim için şöyle deyiniz.” dedikten sonra şu mânâya gelen bir beyit okumuş:
«Dostun, Dost’unun yanına veya Sevdiği’nin katına ulaşmasından daha güzel, âlemde ne vardır?»
Velîler kutbu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bu kıssayı talebelerine naklettikten sonra, tevâzu ve mahviyet içerisinde buyurmuşlar ki:
“–Bu beyti okumak da büyüklerin kârıdır. Benim cenâzemin önünde şu beyti okuyunuz:
Müflisânîm âmede der kûy-i tû,
Şey’en lillâh ez-cemâl-i rûy-i tû…
«Müflis dilencileriz, Sen’in katına geldik. Allah aşkına bize Cemâl’inin güzelliğinden bir şey ihsân eyle!»
İşte o büyük zâtlar, ulaştıkları mânâ zirvelerine ve eriştikleri keşf ü kerâmete rağmen, aslâ kendi hâl ve amellerinin yüceliğine îtibâr etmemişlerdir. Bilâkis, Hak kapısının âciz dilencileri olduklarını, Hak’tan bir lûtuf erişmezse bir “hiç”ten ibâret kalacaklarını her fırsatta dile getirmişlerdir.
Yine bir gün müridleri, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden bir kerâmet göstermesini istemişlerdi. Hazret buyurdu ki:
“–Bizim kerâmetimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen hâlâ ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan büyük kerâmet mi olur?..”
Ardından, tasavvufta mühim olanın kerâmet değil, istikâmet olduğunu hatırlatarak şöyle buyurdular:
“–Bir kimse bir bahçeye girse ve oradaki ağaçların her bir yaprağının dile gelip; «Ey Allâh’ın velîsi merhabâ!» diye seslendiğini duysa, gerek zâhiren gerek de bâtınen, bu sese aslâ îtibâr etmemelidir! Bilâkis kulluğa olan gayret ve azmini daha da artırmalıdır.”
Bunun üzerine bâzı talebeleri:
“–Efendim, ne kadar üstünü örtseniz de, sizden de zaman zaman kerâmet zâhir olmakta!..” dediler.
O büyük tevâzu âbidesi, edep ve mahviyet hâlini muhâfaza için, kendisindeki mânevî tecellîleri müridlerine izâfe ederek:
“–O müşâhede ettikleriniz, müridlerimin kerâmetleridir.” buyurdu.]
Rabbimiz, cümlemizi Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılarak sırât-ı müstakîm üzere bir kulluk hayatı yaşamaya muvaffak eylesin!
Âmîn…
Dipnotlar: 1. Hâcegân: “Hoca” kelimesinin çoğulu olup din âlimi, ehl-i tarîk hocaefendiler demektir. Nakşibendiyye yolunun mürşidleri ekseriyetle ilmiye sınıfından oldukları için, bilhassa Nakşibend Hazretleri’nden önceki dönemde bu isimle yâd edilmişlerdir. 2.  Bkz. Ekrem Sağıroğlu, Şâh-ı Nakşibend, Yasin Yayınevi, İstanbul 2001, sf. 99-100. 3. Buhârî, Cihâd, 18; Müslim, Zekât, 56; Tirmizî, Birr, 28. 4. Müslim, Salât, 222.

Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2011 - Mayıs, Sayı: 303, Sayfa: 032

7 Eylül 2013 Cumartesi

Mesnevi Bahçesinden-2

Kendi dereni temizleyemezsin!
İnsanın kendi bilgisi, kendisinde bulunan aşağı duyguları içinden süpürüp atabilir mi? Bir kimse, kendi deresini nasıl temizleyebilir? İnsanın bilgisi, ancak Allah’ın ilminden feyz alınca yararlı olur.
İnsanların savaşları temelsizdir
Ey Genç! Dünyada her zaman istenen, peşinde koşulan, bir türlü terk edilemeyen bu şehvet, çocukların evlenme oyununa benzer. Çocuğun evlenmesi, Rüstem gibi güçlü, kuvvetli bir yiğidin, bir gazinin evlenmesine nispetle bir oyundan ibarettir. İnsanların birbirleri ile savaşmaları da çocukların savaşmalarına benzer. Tamamıyla özsüzdür, temelsizdir, manasızdır.
Sütten kesil!
Sen yaşayışı Hakk’tan bulursan, o vakit hiçbir şeye aldırış etmezsin; dünyadan da, balçıktan da kurtulursun. Süt emen bir çocuk, memeden ayrılıp sütten kesilince mama yer; dadıyı bırakır. Sen topraktan biten daneler gibi yeryüzü sütüne bağlanmışsın; bu sütten kesil de gönüller gıdasını al!
Kaza ve kadere bahane bulma!
Ey Genç; kaza ve kadere az bahane bul. Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun? Neye çalıştın da zararını, faydasını görmedin? Ne ektin de onu biçip devşirmedin? Candan, tenden doğan işin, hareketin çocuğun gibi gelir, senin eteğini tutar, yakana yapışır.

3 Eylül 2013 Salı

Kurşun Kalem

Çocuk, büyük babasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu:
..."Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun? Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı?" 
Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi:
"Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin." 
Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi.
"İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç de farklı değil ki!"

"Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun. 
"Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Allah'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir." 
"İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin. Bu acılar seni daha iyi bir insan yapar." 
"Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığınız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın. Aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden birisidir." 
"Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın." 
"Beşinci ve son özelliği ise: Her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın."

8 Ağustos 2013 Perşembe

Konya'da Bir Bayram Klasiği :-)

- Esselaam Aliiküüm...

- Aliiküm Selaam, buyrun, buyrun, ana maşşalllah, ana maşşallah, Kimler gelmiş, kimler gelmiş, geçinele şööle dip sedire. Hoş geldin Erhan age paltunu alıyım.

- Hoşgördük, Bayramınız mübarek ossun, Allah bu günnere gine gavışdırsın.

- Amin, amin cümleynen beraber, sizin de mübarek ossun. Haçcabaa, mantunu çıkar da irahat otur, iğreti gibi durma.

- Ana yoo, fazla durmıyacaaz, daha yini çıkdık, ilk sizden başladık, daha bi sürü gapı var.


- Diyele gıy ana; zaten bayramdan bayrama gelirsiniz, ataş almaya mı geldiniz?

2 Ağustos 2013 Cuma

Kadir Gecesi

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Biz o (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi indirdik. Kadir Gecesi nedir, bilir misin sen? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Rûh o gece Rab’lerinin izniyle her iş için iner de iner. O gece, tâ fecrin doğuşuna kadar tam bir esenlik ve selâmettir.” (Kadîr, 1-5)
* * *
Bir gün Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- ashâbına, İsrâiloğulları’ndan bir kişiyi anlatmıştı. (Şem’ûn-i Gâzî isimli) bu zât, bin ay Allah yolunda silâh kuşanarak cihâd etmiş, gecelerini de ibadetle geçirmişti. Müslümanlar hayretler içinde kalarak ona gıpta ettiler. Bunun üzerine Allah Tealâ, ümmet-i Muhammed’e olan lûtuf ve merhametini beyan etmek üzere Kadir Sûresi’ni indirdi. (Bkz. Vâhidî, s. 486)
* * *
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-  bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
“Kadir Gecesi’ni, fazilet ve kudsiyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6; Müslim, Müsâfirîn, 173-176)
Hadis-i şeriflerde, Kadir Gecesi’nin Ramazan’ın son on gününde, son on günündeki tek gecelerde, yirmi dördüncü gecesinde, yirmi yedinci gecesinde, son yedi gecesinde olduğu haber verilmiştir.
Hz. Âişe -radıyallahü anha- der ki: Peygamber Efendimiz’e:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu bilecek olursam, o gece nasıl dua edeyim?” diye sordum. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:
 “«Allah’ım! Sen çok affedicisin, kerimsin, affetmeyi seversin; beni affeyle!» diye dua et!” (Tirmizî, Deavât, 84/3513; İbn-i Mâce, Dua, 5)

25 Temmuz 2013 Perşembe

Arif olan anlar

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış:
“Selamünaleyküm ey pir'i fani...”
“Aleykümselâm ey serdar'ı cihan...”
Padişah sormuş:
“Altılarda ne yaptın?”
“Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...”
Padişah gene sormuş:
“Geceleri kalkmadın mı?”
“Kalktık... Lakin ellere yaradı...”
Padişah gülmüş:
“Bir kaz göndersem yolar mısın?”
“Hem de ciyaklatmadan...”
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş:
“Ne konuştuğumuzu anladın mı?”
“Hayır padişahım...”
Padişah sinirlenmiş:
“Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.”
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
“Ne konuştunuz siz padişahla?'
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
“Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.”
Baş vezir, yüz altın vermiş.
“Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.”
“Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.'
Vezir kafasını kaşımış.
“Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...”
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
“Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. (32 ise ağızdaki dişten kinaye, boğaz)”
Vezir bir soru daha sormuş...
“Geceleri kalkmadın mı ne demek?”
Adam bir yüz altın daha almış.
“Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...”
Vezir gene kafasını sallamış.
“Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…”
Adam gülmüş.
“Onu da sen bul...”

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Müzik Aşkı

Küçüklüğümden beri bende müziği karşı bir ilgi alaka var nedenini bilemesem de. Hem dinlemeyi hem de söylemeyi çok seviyorum. Derse çalışırken bile radyo ya da telefon bi taraftan çalar. Bana coşku ve heyecan veriyor, mutluluk hormonu salgılıyor vücudum adeta. Nefesim kuvvetli ve sesim daha güzel olsaydı belki de ben de albüm çıkartırdım. Ama nasip…
Yıllardır dinlediğim ve dinlemekten de usanmayacağım Mustafa Demirci abimizin müthiş sesinden çok sevdiğim “Sultanım” ilahisini sizinle paylaşıyorum.


SULTANIM

Tut elimden kaldır beni
Aşkın ile yandır beni
Haber gönder aldır beni
Derde ferman ey sultanım

Yol yürürüm yollar çamur
Ha dolu yağmış ha yağmur
Sana varmak bana onur
Derde ferman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanım sultanım

Yollarımı sana getir
Her sonucu sende bitir
Yiteceksem sende yitir
Derde derman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanımDerde derman ey sultanım

Aşkın ile kıl derbeder
Gönül bu derde sabreder
Aşktan gelen aşka gider
Derde ferman ey sultanım

Yola düştüm yarda kaldım
Güle düştüm harda kaldım
Dile düştüm darda kaldım
Dile ferman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanım sultanım

Yollarımı sana getir
Her sonucu sende bitir
Yiteceksem sende yitir
Derde derman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanım
Derde derman ey sultanım

12 Temmuz 2013 Cuma

Bilgisayar ve İman

İmam Abdullah Hoca, resmi işlerini yaptırmak için kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakın internet-cafenin yolunu tutmak zorunda kalır.  Kafenin kapısından girerken levhada yazılı isim 'fesuphânallah'lar, estagfirullah'lar çektirir hoca efendiye, hem de peş peşe.
Cafe işleten delikanlıya:
- Evlâdım TC kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin?
- Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim.
Abdullah Hoca başlar beklemeye. Böylelikle bulunduğu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline.
Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır.
Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer. Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler nasıl kapandan çıkamıyorlarsa, ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de buradan çıkamadıklarını düşünür.
Bir 'fesuphânallah' daha çeker ve:
- Ahir zaman fitneleri işte canım der kendi kendine.
Hoca Efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı bir çay söyleyince, kendisine çay ikram edilmesinden memnun olur. En azından bu da bir hürmet ifadesidir. 'Aferin' derken içinden hayıflanır, istemeden:
- Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar.
Boşa hayıflanmanın, ah vah demenin bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbihal etmeye karar verir:
- Delikanlı sana bir şey soracağım ama bilmem ne düşünürsün?
- Buyurun amca, ne soracaktınız?
- Sen Allah'ı bilir misin?
Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği jöleli saçları, her baktığında bir 'fesuphanallah' daha çektiği sakal şekliyle bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır. Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak:
- Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca?
Hayretle sormaktan alamaz kendisini:
- Biliyor musun? Peki, neyle biliyorsun Allah'ı, bana bir anlatır mısın?
Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir:
- Bu bilgisayarla biliyorum amca.
- Bunlarla mı? Pek anlayamadım.
- Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah'ın varlığının en açık delillerinden biridir. Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca, böyle bir makine ancak bir mühendis ve üstün bir teknoloji ile var olabilir. Ateistin en önde gidenine sorsan, bu zımbırtının tesadüf eseri oluşmayacağını, mutlaka birisi tarafından yapılmış olduğunu söyler sana. Meselâ Darwin kalkıp dirilse, şu laptopu göstersen, desen ki:
'Bu alet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir. Darwin bile 'çüş lan deve' der.
Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir:
- Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam, onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince kıvırıveriyor değil mi evlâdım?
- Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlı, hepsi bir program tarafından idare ediliyor. Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur; yani bir anlamda da farzi muhal buranın tanrısı benim.
Bazen oyun oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor. Hemen yakalıyorum onları. 'Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle? Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz? 'Paramız yok abi! ' derlerse; 'Yok öyle yağma! ' deyip cezalandırıyorum. Internet-cafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum. Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana? Bir cafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatı kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı? Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi?
- Vallahi evlâdım pek takdir ettim seni. Peki, Allah'ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin?
- Ben Allah'ı hiçbir şeye benzetmeden bilirim amca.
- Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım?
Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti:
- Yine bunlar sağolsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır. Birbirlerine benzemezler. Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka. Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır. Kamerası vardır, ses düzeni vardır ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır.
Abdullah Hoca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti.
Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu.
Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama muhabbete devam etmek istedi.
- Peki, varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun?
- Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda kendimi yeterli görmüyorum.
- Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardımcı olabilirim belki evlâdım.
- Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca: Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş. Ben de gönlümde sadece O'na ve sevdiklerine yer vermeliyim, O'nun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım. İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman O'nu söylemeli, O'nu anlatmalıyım. Son olarak bana verdiği bu bedeni onun razı olacağı şekilde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu O'nun yolunda eskitmeliyim. Benim bildiğim bundan ibaret.
- Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki!
- Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama bal demekle ağız tatlanmıyor ki! Gidilecek yolu bilmek ayrı, usulüyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey! Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse, Şeytan denilen mel'un HACKER, benim sistemimde ki NEFS virüsünü aktif hale getiriyor. Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir antivirüs programı bulmam lazım belki de…
- Ben biliyorum dedi Abdullah Hoca ve ekledi: NAMAZ!
- Eveeet amca, NAMAZ anti-virus programlarından birisidir. Hayat sistemine kurup, günde beş kere de bağlanırız, böylece sürekli güncellenir.


Harun Kırkıl/Genç Dergi