Şâh-ı
Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Ehlullah’tan
mânevî zuhûrat ve tulûatları karşısında firâset ve dirâyet sahibi olanlar, o
hâlleri (fiilî kıstas olarak) şer‘î ölçülerle mîzân ederler. Eğer bu hâller
şer‘î ölçülere uygun ise onlara îtimâd edip izhâr ederler, tatbikāta
geçirirler. Fakat kendilerinde vukû bulan bu hâller şer‘î ölçülere aykırı ise
onlara îtibâr etmez, ilgi ve alâka göstermezler.
Bir Hak dostu buyuruyor ki:
“Kalbimden gelen sözü iki âdil şâhid olan
Kur’ân ve Sünnet ile kontrol etmeden kabul etmem.”
[Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-:
“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap
ve Sünnet’e uymuyorsa bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.” buyurur.
İstidraç; kâfir, fâsık veya müteşeyyıh, yani
velî olmadığı hâlde velîlik iddiâ eden bâzı şahıslardan zuhûr eden, evliyânın
kerâmetine benzer birtakım fevkalâde hâllerdir. Onların arzu ve iddiâlarına
uygun olarak meydana gelen bu tür sıra dışı hâller, ekseriyetle birtakım rûhî
temrinler neticesinde gerçekleşir. Yani ruhtaki bâzı kâbiliyetleri, din dışı
birtakım tesirlerle de kuvveden fiile çıkarmak mümkündür. Meselâ Hind fakirleri
de riyâzat yoluyla rûhî bir kuvvete ulaşırlar. Bâzen de bu, sihir veya
cinnîlerden “huddam” kullanmak sûretiyle vâkî olur. Bâzı insanlar da bunu,
şâhit olanların nazarına tesir ederek illüzyon veya hayal mahsulü olarak
gösterirler.
Bu gibi sıra dışı hâllerin kerâmetten farkını
anlayabilmek, ilim işidir. Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, yukarıda
zikrettiğimiz misallerden anlaşılacağı üzere böyle kimselerin büyük bir
kısmının hayat tarzı “takvâ” ölçüleri içinde değildir. Bunlar, Kur’ân’a ve
Sünnet’e uyma husûsunda noksandırlar. Hattâ bir kısmı büsbütün İslâm
dışıdırlar. Esâsen ilk dikkat edilmesi gereken nokta da budur.
Demek ki bir mü’min, kalp âleminde hangi hâl ve
zuhûrat ile karşılaşırsa karşılaşsın, onlara takılıp kalmamalı; her gördüğü
rüyâyı sâdık ve Rahmânî rüyâ zannetmemeli, kendisine dâimâ Kitap ve Sünnet’i
kıstas almalı, gâyesinin Allâh’ın rızâsını tahsil ve O’na yaklaşmak olduğunu
hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Kendi görüş ve ölçülerini Kitap ve
Sünnet’ten öncelikli görme gaflet ve cür’etine düşmemeli, şu ilâhî îkâzı bir
hayat düstûru edinmelidir:
“Ey
îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz
Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)]
Şâh-ı
Nakşibend Hazretleri buyurur:
“(Dînin
zâhirinde takılıp kalan gâfil) kārîlerle (okuyucularla) alâkayı kes, (dînin
hakîkatine ermiş gerçek) sûfîlerle beraber ol!
«Kārî»
kimdir, «sûfî» kimdir; bu sözden maksat nedir, denilecek olursa:
«Kārî»
(okuyucu), sadece «isim»le meşgul olan; «sûfî» ise «müsemmâ» ile (ismin
sahibiyle) meşgul olandır...”
[Yani “okuyucu”, dâimâ işin zarfında, kabuğunda
ve sathında kalan; “sûfî” ise mazrûfa, öze ve hakîkate intikal edebilendir.
Dînin yalnızca zâhirî kısmına takılıp bâtın
yönünü ihmâl edenler, onun özünü kavrayamaz, maksadını anlayamaz, ana gâyesini
gözden kaçırmış olurlar. Bu şekilde, dîni sırf gâfil bir “okuyucu” gözlüğüyle
seyredenler, onun beden ve kalp âhengi içinde yaşanmasıyla elde edilebilen “hâl
ve ruh” cihetinden mahrum kalırlar. Bu yüzden gerçek tasavvuf ehli, ilâhî
hakîkatleri sadece şeklen, zâhiren, aklen ve bedenen değil; mânen, kalben ve
rûhen de kavrayıp hayatlarında fiilen tatbik etme gayreti içinde olurlar. Kalp
ve beden âhengiyle ibâdet eder, bu âhenkle Kur’ân okur, okuduklarını da bu
âhenk içinde hâl ve davranışlarına müessir kılarlar. Her âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîf, onların rûhunda ulvî bir derinlik meydana getirir.
Esâsen tasavvuf da dînin derûnî ciheti, özü ve
kalbî derinliğidir. Bu yönüyle âdeta sütün içindeki laktoz gibidir. O
çıkarıldığında, geriye kuru bir kāideler manzûmesi kalır. Dolayısıyla
mutasavvıfların en çok üzerinde durdukları husus, ilâhî hükümleri kavrayıp
yaşamaktaki asıl gâyeyi hiçbir zaman unutmamaktır.
Yûnus Emre Hazretleri bu hakîkate ne güzel
işâret eder:
Dört kitabın mânâsı,
Bellidir bir elifte.
Sen elifi bilmezsin,
Bu nice okumaktır?
Yigirmi dokuz hece,
Okusan uçtan uca
Sen elif dersin hoca,
Mânâsı ne demektir?..
Bütün bilgilerin aslî ve nihâî gâyesi,
“mârifetullah” yani Allâh’ı hakîkatine uygun bir sûrette bilmek ve O’nu kalben
tanımaktır. Zâhirî bilgilerin de bu yolda bir basamak olduğu gerçeğini göz ardı
etmeden, dîni madde ve mânâ bütünlüğü, zâhir ve bâtın dengesi içinde kavramak,
kâmil bir mü’min olmak için zarûrîdir. Kulluk hayatında akıl ve kalp
müşterekliği, his ve fikir beraberliği, ruh ve beden âhengi elzemdir.
Bu cümleden olmak üzere, meselâ bedenen namazda
olup da, Hakk’ın huzûruna durmanın ruh mîrâcını yaşayacağı yerde, kalben ve
zihnen nefsânî düşüncelerle, dünyevî hesaplarla, mâlâyânî fikirlerle meşgul
olanlar, büyük bir gaflet içindedirler. Rabbimiz de, namazı böyle kılanlar
hakkında; “Yazıklar olsun!” buyurmaktadır.1 Allâh’ın biz kullarından beklediği
tam ve noksansız bir namaz; “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; onlar ki,
namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) âyetlerinde bildirildiği
üzere, “haşyet”le kılınan namazdır.
Yeri gelmişken şunu da ifâde etmek gerekir ki,
namazı gâfilâne kılan mü’minler hakkında bile bu kadar dehşetli bir îkâz-ı
ilâhî vârid oluyor. O hâlde namazdan tamamen uzak durmanın, gerçek bir mü’min
için ne ağır bir cürüm olduğunu düşünmek îcâb eder!..
Diğer taraftan, dînin sadece ruh ve mânâsına
ehemmiyet verip zâhirini ihmâl edenler de, aynı hatânın bir benzerine
sürüklenmiş olurlar. Zira bedensiz bir namaz kılınamaz, oruç tutulamaz, zâhirî
bir metâ olan mal-mülk infâk edilmeden mâlî ibâdetler edâ edilemez. En mücerred
bir hakîkat olan “îman” bile, önce kalp ile tasdîki gerekli kılarsa da, hemen
ardından, kalbin tasdîk ettiği o hakîkatin dil ile ikrâr edilerek dışa
yansıtılması, ifâde edilmesi ve davranışlar sûretinde zâhire çıkarılması îcâb
eder.
Âyet-i kerîmede de bu hakîkate şöyle işâret
edilir:
“İnsanlar,
imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini
mi sandılar?” (el-Ankebût, 2)
Demek ki îman bile ancak bâtın ve zâhir
beraberliği neticesinde tam olarak gerçekleşir. Nitekim fiilî kıstasımız olan
sahâbe nesli, inandıklarını yalnızca sözleriyle değil, fedâkârâne
davranışlarıyla da sergilemişlerdir.
Bu itibarla, söz de lâzımdır öz de; ruh da
gereklidir, şekil de… Mühim olan, bunların birine takılıp diğerine bîgâne
kalmamak…
Nitekim bu hakîkate ışık tutan şu hâdise ne
kadar mânidardır:
Bir gün, Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı
Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne uğramıştı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki
talebeler, İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar.
İmâm-ı Âzam Hazretleri onların bu hâlini sezdi ve İbrahim bin Edhem’e büyük bir
hürmetle:
“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref
veriniz!” diye seslendi.
İbrahim bin Edhem, mahcup bir edâ ile selâm
verip oradan ayrıldı.
Talebeler, dünya çapında zirve bir hukukçu olan
Ebû Hanîfe’nin, bir dervişe gösterdiği ihtiram ve iltifata şaşırdılar.
İbrahim bin Edhem Hazretleri oradan ayrıldıktan
sonra talebeler İmâm-ı Âzam’a:
“–Bu zât, sizlerle kıyas edildiğinde efendilik
ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl
«efendimiz» der?” diye sordular.
İlmini irfân ile mezcetmiş olan o büyük İmâm,
kendisinin yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu muhteşem cevâbı verdi:
“–O, dâimî bir sûrette Allah Teâlâ ile meşgul,
biz ise işin kıyl u kāliyle...”
Şüphesiz ki bu hüküm, dîni, ruh ve şekil
bütünlüğüyle kavrayamamış ve mârifetullah’tan yeterince nasiplenmemiş pek çok
kimse için geçerlidir. Fakat İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin talebeleri için bir
edep tâlimi, kendisi hakkında da ancak bir tevâzû ifâdesidir.
Zira o büyük İmam, her ne kadar İslâm’ın zâhirî
ahkâmına dâir fetvâlar ve dersler verse de, şahsî hayatında büyük bir ihlâs ve
takvâ duygusuyla yaşardı. Rivâyete göre İslâm dünyasında, iki rekâtta bir
hatimle namaz kılmalarıyla bilinen dört kişiden biriydi. Dâimâ muhabbet ve
mârifet ufkunda, murâkabe ve ihsan kıvâmında bir İslâm şahsiyeti sergilerdi.
Böylece dînin ancak zâhir ve bâtın bütünlüğü içinde tam mânâsıyla idrâk
edilebileceğini, bizzat yaşayışıyla tebliğ ederdi. Bütün kıymetine rağmen kendi
ilmî mesâîsine “kıyl u kāl” demesi de, o meşgûliyetin “takvâ” karşısındaki
durumunu îzah içindi.]
Şâh-ı
Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Mum
gibi ol ki, ışığın başkalarını aydınlatsın.
Mum
gibi olma ki, başkalarını aydınlatırken kendini karanlıkta bırakmayasın...”
[Mum, etrafını aydınlatmak uğruna kendin
den/nefsinden fedâkârlık eder, bu yolda eriyip gider. Bu hâl, Allah yolunda
fedâkârâne hizmet eden, bütün imkânlarını rızâ-yı ilâhî için seferber edip o
yolda cefâlar çekmeyi saâdet bilen gayret-i dîniyye sahibi sâlih mü’minlerin
vasfıdır. Bu yönüyle muma benzemek, büyük bir fazîlettir.
Fakat diğer yönüyle mum, etrafını aydınlatırken
ne yazık ki kendi dibine ışık veremez. Onun bu hâline benzemekten de şiddetle
sakınmak gerekir. Zira bu hâl, başkalarına ilim ve hikmetle nasihatte bulunup
onları irşâda çalışırken, kendisini veya yakın çevresini o ilim ve hikmet
nûrundan nasiplendirmeyen; başkalarına Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini
anlatırken, kendisi O’ndan yeterince ittikā etmeyen; başkalarını haram ve
yasaklardan sakındırırken, kendi yaşayışında bu hususta gereken titizliği
göstermeyen gâfillerin vasfıdır. Sözü ile özü birbirini tutmayan,
anlattıklarıyla yaptıkları birbirini yalanlayan bu gibi kimseler hakkında
Rabbimizin îkâzı çok şiddetlidir:
“Ey
îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız
şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff,
2-3)]
Şâh-ı
Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Müslüman
olmak, şer’î ahkâma bağlanmak, takvâya riâyet, güç yettiğince ruhsatlardan
kaçınıp azîmete meyletmek, bütünüyle nur, safâ ve rahmettir. Bütün bunlar,
velâyet derecelerine ve yüce makamlara ulaşma vâsıtalarıdır. Evliyâullah, bu
sıfatların terbiyesi ile velîlik makâmına ulaşırlar.”
[Hakk’a yakınlık ve O’nunla dostluk iklîmine
girebilmenin ilk şartı, ilâhî hükümlere cân u gönülden, tam bir samîmiyet ve
teslîmiyetle itaat etmektir. Kur’ân ve onun şerhi demek olan Sünnet’i hayatının
her safhasına hâkim kılmadan, ilâhî teklifleri en yüksek ölçüler içerisinde
yaşamaya dâir azim, kararlılık ve gayret göstermeden; dînin emirlerini ruhsat
ve fetvâ seviyesinde değil, azîmet ve takvâ ölçüsünde tatbik etmeden, Allah
sevgisini ve korkusunu hayat pusulası edinmeden, Hakk’ın dostluk dergâhına
dâhil olunamaz.
Bu hususta mü’minin maddî nesebi veya mânevî
mensûbiyeti de bir değer ifâde etmez. Kula mânen seviye kazandıracak olan,
ancak onun îmânı, takvâsı ve bunlar muktezâsınca yapması lâzım gelen sâlih
amelleridir. Bu yolda kimin istek, gayret ve hizmeti daha çoksa, o daha fazla mesâfe
alır. Nitekim âyet-i kerîmede; “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka
bir şey yoktur.” (en-Necm, 39) buyrulmuştur.
Bütün muvaffakıyetlerin sabır ve sebatla sa’y ü
gayretten geçtiğini ifâde sadedinde de; “Takdîr-i ezel, gayrete âşıktır.” denilmiştir.
Rabbimizin lûtuf, ihsan ve ikrâmı, dâimâ rızâsı yolunda sağlam bir irâde ve
sabırla gayret gösteren samimî kulları üzerindedir.]
Şâh-ı
Nakşibend Hazretleri buyurur:
“«Herkes
koşmakla avı yakalayamaz. Avı devamlı takip eden kimse yakalamaya muvaffak
olur.» Bunun için, sürekli ve istikāmet üzere çalışmak îcâb eder.”
[Bir anlık coşkunlukla aşırı derecede gayrete
gelenler, ekseriyetle çabuk yorulur, maksada vâsıl olamazlarsa azim ve şevkleri
kırılıp eskisinden de kötü bir duruma düşebilirler.
Efendimiz (s.a.) bir hadîs-i şerîflerinde:
“…Acele
etmeden ve telâşa kapılmadan gidin ki, varacağınız hedefe ulaşasınız.” tavsiyesinde bulunmuşlardır. (Buhârî, Rikâk, 18)
Hakk’a kulluk, belli bir dönemlik değil,
ömürlük bir vazîfe olduğundan, onun makbul bir kıvamda sürdürülmesi için bir
îtidâl dengesine ihtiyaç vardır. Nitekim Hazret-i Âişe (r.anhâ) vâlidemiz:
“…Allah Rasûlü’nün ameli, hafif ve devamlı
yağan yağmur gibiydi…” buyurmuştur. (Buhârî, Savm 64, Rikâk 18; Müslim,
Müsâfirin 217)
Efendimiz (s.a.), şahsına âit husûsî vakitlerde
çokça ibâdet eder, bilhassa seherlerde ayakları şişinceye kadar namaz kılar,
mübârek gözlerinden döktüğü yaşlarla secde mahallini sırılsıklam ederdi. Fakat
ümmetine örnek olacağı durumlarda, îtidâl üzere ibâdet ederdi. Zira bir işin devamını
sağlayan, îtidâldir. Îtidâlden sapıldığında o işin sonu gelmiş demektir. Çünkü
zıt kutuplardan birbirine geçiş çabuk olur. Bu sebeple devamlı îtidâl tavsiye
edilmiştir. Bu hususta Peygamber Efendimiz’in; “Söz ve davranışlarında
ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.” (Müslim, İlim, 7) hadîs-i
şerîfi, mühim bir îkazdır.
İbâdetlerde bile aşırıya kaçmayıp îtidâli
muhâfaza etmenin lüzûmunu, şu hadîs-i şerîf de ne güzel ifâde eder:
“Farz
olmayan amellerden gücünüz yettiği kadar yapın. Çünkü amellerin en hayırlısı,
az da olsa devamlı olanıdır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 28)
İbâdette devamlılık ve niyette ihlâs,
gönüllerde bir şuur hâline gelmelidir. Bu hâle ulaşıldıktan sonra, hastalık,
yaşlılık vs. sebeplerle hasbel-beşer îfâ edilemeyen -farzlar dışındaki- ibâdetlere,
edâ edilmiş gibi ecir lûtfedileceği bildirilmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Fakat
îmân edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen, devamlı bir ecir vardır.”
(et-Tîn, 6)
Velhâsıl, ibâdetlerde ihmalkâr davranmak,
insanı âhirette zor durumda bırakacağı gibi, aşırı giderek hırslı hareket etmek
de bir müddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlış yollara sapmaya sebep
olabilir. Bu sebeple orta yolu tutmak ve devamlılığı esas almak îcâb eder. Zira
şahsî ibâdetlerdeki ifrat, Allah yolunda hizmet gibi ictimâî ibâdetleri ihmâle
sebep olduğu takdirde, yine rızâ-yı ilâhîye muhâlif bir durum meydana gelmiş
olur. Cenâb-ı Hak, biz kullarına Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahmân ve Rahîm”
isimlerini hatırlatarak bizleri merhametli olmaya dâvet ediyor. Îmânın ilk meyvesi
merhamet, merhametin tezâhürü ise Allah rızâsı için O’nun mahlûkâtına hizmet
etmektir.]
Şâh-ı
Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Kerâmet
gösterip havada uçmak mârifet değildir. Görmüyor musunuz, insandan daha aşağı
yaratıklar da havada uçup dururlar. İnsan, ilâhî sanatın en büyük, en mükemmel
eseridir. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanoğlu, elbette ki kurttan-kuştan
üstündür. Bu sebeple bir adamın uçması büyük bir hâdise ve güç bir iş
sayılmamalıdır. Böyle kerâmetler, Allâh’ın has kulları nazarında mûteber
değildir.”
[Kerâmet; Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmı olarak,
kâmil bir îman, mârifet ve takvâ neticesinde velî kullarda zuhûr eden ve tabiat
kânunlarıyla îzah edilemeyen, hârikulâde hâdiselerdir.
Allah dostlarından zuhûr eden kerâmetler iki
kısımdır:
1) Kevnî ve sûrî kerâmet: Bunlar, tayy-i mekân,
ortada bulunmayan bir eşyâyı göz önüne getirme, vahşî hayvanlara iş gördürme
gibi madde âleminde meydana gelen hârikulâdeliklerdir.
Allah dostları, bu tip kerâmete ehemmiyet
vermezler. Onu zarûret dışında izhâr etmeyi de hoş karşılamazlar. Çünkü bu hâl,
halkın hayranlık ve alkışlarını celbeder. Câhil kimseler artık her şeyi o
velîden beklemeye başlar. Bu ise kalbe zehir saçan şöhret ve gurur âfetini
beraberinde getirir. Bu sebeple velî zâtlar bu tip kerâmetlere meyletmez, fakat
mecbur kalırlarsa da mümkün mertebe bu hâllerini gizlemeye çalışırlar.
2) Mânevî kerâmet: İlim, ahlâk, ibâdet, mârifet
ve takvâda mesâfe kat ederek, “Emrolunduğun
gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesinin muhtevâsından hisse
alabilmektir.
Her ne kadar halk, bu kerâmet türlerinden
birincisine rağbet ederse de aslında makbûl olan ikincisidir. Zira tasavvuf
ehli ittifak etmişlerdir ki; “En büyük kerâmet, binbir güçlüğe rağmen
istikāmeti muhâfaza etmektir.” İstikāmet üzere olmayan bir sâlikin kerâmet elde
etmek için çırpınışı boşunadır.
Hâlid-i
Bağdâdî Hazretleri:
“İstikāmet ve gayret, sayısız keşif ve
kerâmetten efdaldir. Ayrıca bilinmelidir ki keşif ve kerâmet, dînin emirlerine
riâyeti artırmaya vesîle olmuyorsa, belâ ve fitneden başka bir şey değildir.”
der.
Mühim olan, Kur’ân ve Sünnet istikāmetinde,
takvâ üzere yaşamaktır. Zira insan keşif ve kerâmet sahibi olsa da, son
nefesinde îmânını kurtarıp kurtaramayacağından emin olamaz. Bunun içindir ki,
sahâbe-i kiram bile, büyük bir âkıbet endişesi içerisinde yaşamışlardır.
Nitekim şu hâdise, bu hâlin mânidar bir misâlidir:
Rivâyete göre iki kişi Selmân-ı Fârisî (r.a.)’a
selâm verip:
“–Sen Rasûlullah (s.a.)’in ashâbından mısın?”
diye sordular. (Allah Rasûlü (s.a.)’in çok sevdiği ve; “Selman bendendir,
Ehl-i Beyt’imdendir.”2 buyurduğu o güzîde sahâbî, gönlündeki “son
nefes” endişesi ile):
“–Bilmiyorum.” cevâbını verdi.
Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye
tereddüt ettiler. Selman (r.a.) sözlerini şöyle açıkladı:
“–Evet, ben Rasûlullah (s.a.)’i gördüm, O’nun
meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte
cennete girebilecek olan kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I,
549)
İlim ve irfanda “güneşler güneşi” denilen Hak
dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi
için hüsn-i hâtime duâsı talep etmiştir.
Ebedî hayatları hususunda ilâhî teminat altında
olan peygamberler dahî, îmanlarının kemâline masruf olarak ve insanlığa örnek
olma hikmetine binâen, Cenâb-ı Hakk’a son nefes endişesi içerisinde duâ
etmişlerdir:
–Allâh’ın Halîli İbrahim (a.s.): “(Yâ Rabbi!
İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme!”3 niyâzında
bulunmuş;
–Hazret-i Yûsuf (a.s.); “…(Ey Rabbim!) Beni
müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!”4 diye
ilticâ etmiştir.
Demek ki asıl mühim olan, yüksek makam ve
mevkîlere erişmek değil, son nefesi îmanla verebilmek ve Hakk’ın huzûruna,
O’nun sevip râzı olduğu bir kulu olarak varabilmektir.]
Cenâb-ı Hak, bizleri, yaratılış gâyemize teksif
olmaktan ve aslî hedefimize odaklanmaktan alıkoyacak maddî-mânevî her türlü
câzibenin tuzağına düşmekten muhâfaza buyursun. Sadırlarımıza inşirah,
kalplerimize firâset, gözlerimize basîret ihsân eylesin.
Âmîn…
Dipnotlar: 1. Bkz. el-Mâûn, 4-5. 2. İbn-i
Hişâm, III, 241; Vâkıdî, II, 446-447; İbn-i Sa’d, IV, 83; Ahmed, II, 446-447;
Heysemî, VI, 130. 3. eş-Şuarâ, 87. 4. Yûsuf, 101.
Osman
Nûri Topbaş
Altınoluk
- 2011 - Haziran, Sayı: 304, Sayfa: 032
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder