26 Ekim 2014 Pazar

Hak Dostlarından Hikmetler-Şah-ı Nakşibend-3

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“«Çalışıp kazanan, Allâh’ın sevgilisidir.» buyruluyor. Hakîkatte Allâh’ın sevgilisi olan, çalışıp Allâh’ın hoşnutluğunu kazanandır; yoksa sırf mal biriktirmek için çalışıp dünya serveti kazanan değil.”
[Mü’min, her hususta Allah rızâsını hedeflemelidir. Kendi alın teriyle maîşetini temin edip Allah’tan başka hiç kimseye el açmamalı; alan el değil, veren el olabilme gayretiyle çalışıp, ihtiyacından fazlasını infâk etmelidir. Bu şekilde niyet ve gâyesini ıslâh eden bir kulun bütün gayretleri, Allâh’ın rızâsını ve muhabbetini celbeder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” buyrulmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
İnfâkı emreden âyet-i kerîmeler nâzil olmaya başladığı zaman, verecek hiçbir şeyi bulunmayan fakir sahâbîler bile dağlardan sırtlarında odun getirip satmış, kazandıklarıyla infâk edebilmenin vicdan huzurunu yaşamışlardır. Böylece infâk ehli olabilmek için lâzım gelen asıl sermâyenin, gönül zenginliği ve cömertlik olduğunu fiilen tebliğ etmişler, Allah (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.)’e olan muhabbetlerini bu amel-i sâlihleriyle ispat ederek, âdeta canlı bir Kur’ân olmaya gayret göstermişlerdir.
Diğer taraftan, kendisi ve âilesinin geçimini te­min için elinden gelen bü­tün gayreti gösterdiği hâl­de kifâyet miktarı bir rızık kazanmaya muvaffak olamayan bîçâre din kar­deşlerimizi de görüp gö­zet­memiz zarûrîdir. Zira mü’min, mü’mine zim­met­lidir. Şeyh Sâdî ne gü­zel söyler:
“Arkadaş! Merhamet ve şefkat ehli ol da, sâlih kişilerin yolunu tut! Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için onun elinden tutuver!”
Muhtaç durumdaki din kardeşlerini bulup onlara yardımcı olmak, mü’minler için bir vicdan borcudur. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâ­larından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)
Demek ki bir mü’minin gönlü incelip zarifleşerek öyle bir rikkat ve hassâsiyet kazanmalı ki, âdeta mânevî bir röntgen gibi, karşısındaki mü’minin duruşundan onun hâlini anlamalı ve kendisini, onun eksiklerini telâfîye mecbur hissetmelidir.
Velhâsıl, âile efrâdına, civârındaki muhtaçlara infâk etmek ve Allah yolundaki hizmetlere destek olup rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için çalışan kimse, Allâh’ın sevgili kuludur. Yoksa bütün gâye ve çırpınışı, mal-mülk ve servet biriktirip ten rahatlığına ulaşmak olan hodgâm ve hasis kimseler değil.
Hazret-i Mevlânâ, dünya serveti biriktirmekle yükseleceğini zanneden ve sırf kendisi için mal toplayan cimrileri, infâka teşvik için şöyle îkâz eder:
“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyâda define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”
Öte yandan, îmânın en büyük meyvesi olan merhamet; sadece zayıfa, fakire ve kimsesizlere acımak değildir. Bir zulüm karşısında asıl acınacak hâlde olan, mazlumdan ziyâde zâlimin taş kesilmiş vicdânıdır. Bu dünyada asıl acınacak kimseler, daha fazla kazanma hırsıyla işçisinin, müşterisinin hakkını yiyen zâlim patronlardır. Asıl zavallı durumunda olan, fânî saltanatlarının esiri olmuş zâlimlerin kirlenmiş ruhlarıdır. Bir zulüm ve haksızlık rejimi olan kapitalist sistemde mazlum fakirlerden önce, mütekebbir varlıklıların sefih ruhlarına acımak ve onların âkıbetlerinden ibret almak gerekir.
Ayrıca mü’­min­lere düşen, onların gelgeç ihtişâmına gönlünü kaptırmak değil, bilâkis onları yumuşak ve münâsip bir lisanla îkaz ve irşâd ederek ıslah olmaları için çalışmaktır. Zira Cenâb-ı Hak, küfürde Firavun derecesinde olan bir kulunun bile îkaz, irşad ve tebliğden mahrum bırakılmasına râzı olmamış, ona bile Musâ (a.s.)’ı gönderip “leyyin” yani gönül alıcı, yumuşak bir üslûpla konuşmasını emretmiştir. Zulme mânî olmak, hakkı tutup yüceltmek, her müslümanın vazifesidir. Âdeta selde sürüklenen kütükler misâli istikāmetini kaybetmiş kimselere, suyun akışı gibi ferahlık veren bir lisanla yön vermeye çalışmak, bir îman mes’ûliyetidir.
Unutmamak gerekir ki bu fânî dünyanın maddî saltanatına ulaşmak için ilâhî hudutları çiğneyen servet sahipleri, -hâllerini ıslah etmedikleri takdirde- âhiretin müflis dilencileri olacaklardır. Böyle muhterisler için şu ilâhî îkazlar ne kadar da şiddetlidir:
“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan­lar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)
“(Vay hâline o kimsenin) ki o, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 1-7)]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Halkın, Hak Teâlâ’nın rızâsından uzak düşmelerinin sebebi, (gaflete dalarak) kendilerini Hak’tan uzak tutmaları ve ihtiraslarına meylederek dünyevî sıkletlerin altında perişan olmalarıdır. Yoksa feyz-i ilâhîde kusur yoktur, o her an tecellî etmektedir.
Seyyid Emir Külâl Hazretleri şu misâli verirlerdi:
«Dünya sevgisinin nemli esintilerinden kurtulmadıkça, vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği pişirmek için sağlam olarak fırına sürerler. Mânevî tasarruf fırınına giren çömleklerden bâzıları sağlam, bâzıları da kırık olarak çıkar… Biz, kırık çıkan çömlekler hakkında da ümitvâr oluruz. Çünkü onları hemen toz yapıp başka bir çamurla birleştirir, çömlek yapıp tekrar fırına verirler. Sağlam çıkana dek böyle yaparlar.”
[Kulun Rabbinden gâfil kalmasının en mühim sebeplerinden biri, gönlünü dünya muhabbetlerine ve fânî lezzetlere esir etmesidir. Cenâb-ı Hak, dünya nîmetlerini, rızâsı yolunda sarf edip ilâhî mükâfatlara ulaşma vâsıtası ve ebedî saâdet sermâyesi kılalım diye lûtfetmiştir. Yoksa vâsıtayı gâye edinerek, nefsânî ihtirasların hoyratlığı içinde dünyanın gelgeç sevdâlarına ve süflî câzibelerine takılıp kalmamız için değil.
Yaşamakta olduğumuz dünya hayatı, ilâhî imtihan îcâbı aşmamız gereken çeşitli engellerle dolu bir yolculuktur. Yolculuğun nereye olduğunu unutarak dünya misafirhânesinin tezyinâtıyla aşırı alâkadar olan, fânî hayatın süs ve yaldızlarıyla gereğinden fazla oyalanan bir kul, ebedî yolculuk için gerekli hazırlığı yapmaktan gâfil kalır. Kendi eliyle başına büyük dertler alır. Yani kabirde kendisini sıkıntıya sokacak ve ilâhî mîzan önündeki çetin hesapta müşkül bir duruma düşmesine sebep olacak pek çok meşgaleye, âkıbetini düşünmeden atılıverir.
İnsanı Hakk’a vuslat yolunda en çok geri bırakan da, nefsânî arzuları sebebiyle üzerine aldığı bu nevî fazla yüklerdir. Bu yüklerin altında ezilmiş bir ruhla mânevî mesâfeler kat edilemez. Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Hazret-i Ömer (r.a.)’ın halîfeliği zamanında, Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedilmiş ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmuştu. Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytü’l-mâl’e akmaya başlamış, mü’minlerin refah seviyesi iyice yükselmişti. Fakat mü’minlerin emîri Hazret-i Ömer, devletin ihtişâmına, Beytü’l-mâl’in zenginliğine ve ulaşılan refah seviyesine tamamen müstağnî bir gönül zirvesinde, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı kabul ediyor ve bununla da zor geçiniyordu.
Ashâbın ileri gelenleri, onun bu hâ­line daha fazla dayanamadılar. Halî­fe­nin nafakasını artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i Ömer’in kızı ve Allah Rasûlü (s.a.)’in zevcesi Hazret-i Hafsa (r.anhâ) vâlidemize başvurdular. İsimlerini vermeyerek, babasına bu teklifi, kendileri nâmına arz etmesini istediler.
Hafsa (r.anhâ), ashâbın bu teklifini babasına arz etti. Rasûlullah (s.a.)’in açlığını giderecek bir tek hurma bile bulamadığı günlere defalarca şâhid olmuş bulunan Hazret-i Ömer (r.a.), kızı Hafsa’ya:
“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca da, sözlerine şöyle devam etti:
“–İki dost (yani Rasû­lul­lah (s.a.), Ebû Bekir (r.a.)) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Hazret-i Sıddîk) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”1
İşte mânevî tekâmül yolunda, zühd, riyâzat ve mücâhede gibi terbiye usûlleriyle hedeflenen de, bu kalbî olgunluğun kazanılmasıdır. Yani, lüks, israf ve gösterişten uzak, kanaatkâr ve sâde bir şekilde yaşamanın îmandan olduğu şuur ve idrâkiyle, dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devam ettirebilecek bir kalbî hassâsiyete sahip olmaktır.
Rivâyete göre hükümdârın biri, ihtişamlı bir saray yaptırır. Bir Allah dostunu dâvet edip sarayın her yerini kemâl-i edeple gezdirir. Sonra da:
“–Efendim, sarayı nasıl buldunuz, bir eksiği-kusuru var mı?” diye sorar. O Allah dostu:
“–Sarayın dünyevî ihti­şâ­mı gerçekten de göz kamaştırıyor. Kısaca her şey mü­kemmel. Yalnız bir eksiği var.” der.
Bu cevâbı hiç bek­le­meyen hükümdar şaşırır ve hayret için­de sarayın ne eksiği olduğunu sorar. O Allah dostu, şu ibretli cevabı verir:
“–Bekāsı yok!..”
Ardından da şu îkazda bulunur:
“–Şâyet sen bu sarayı kendi mülkünle yaptırmış isen, bil ki Allah israf edenleri sevmez.» Yok eğer, devlet hazinesinden masraf ederek yaptırdıysan, bu takdirde de unutma ki Allah zâlimleri sevmez!..”]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Halk, bizim yolumuzda riyâzet olmadığını söyler. Hâlbuki Allâh’ın gayrısından ilişiğini kesip, hu­zur-maallâh’a bağlılığını (yani Allah ile beraberlik ve her an O’nun huzurunda olunduğu şuurunu) muhâfaza etmekten daha büyük riyâzet mi olur?
Bütün zâhirî ve bâtınî hâllerini sünnete tâbî kılıp, nefsine dâimâ muhâlefet üzere ol! Nefse muhâlefet, her ne kadar az bir amel ise de, sâlik onu büyük bilmelidir. Sâlik, nefse muhâlefete kādir ise, onu da Al­lâh’ın tevfik ve inâyetinden bilip şükretmelidir.”
[Riyâzet, nefsi terbiye etmek için onu çok istediği şeylerden mahrum bırakmak veya maddî haz ve lezzetleri asgarîye indirebilmektir. Zira insanın iç âleminde -tıpkı bir terazinin iki kefesi gibi- nefsânî arzular asgarîye indirilmeden rûhî istîdatlar inkişâf edemez.
Nefse muhâlefetle ulaşılmak istenen hedef ise rûhî istîdatları geliştirip olgunlaştırarak, nefsi Hakk’a kulluğa râm etmek ve kullukta huzur ve itmi’nân hâline ulaşmaktır. Bunun neticesinde kul, gafleti bertaraf ederek, dâimâ ilâhî kameralar altında olduğu şuur ve idrâkine, yani îmandan ihsâna ulaşır. Riyâzetin aslı, özü, hakîkati ve gâyesi de, îmânın tecellî mekânı olan kalbe bu seviyeyi kazandırmaktır.
Nefsi terbiye ede­rek ihsan kıvamına ulaşmak ve o hâlini muhâfaza edebilmek ise, kulluğun zaferidir. Kul, bu zaferin, Cenâb-ı Hak’tan kendisine müstesnâ bir nîmet olarak lûtfedildiğini bilip şükrünü daha da artırma cehdi içinde olmalıdır.]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Tevekkül sahibi, nefsini görmemeli ve tevekkülünü çalışarak gizlemelidir.”
[Gerçek mânâda tevekkül ehli bir mü’min, yalnız Rabb’ine güvenir, O’na dayanır, O’na sığınır. Tedbir ve gayretlerinin, ilâhî takdir karşısında bir “hiç” hükmünde olduğunu bilir. Fakat bununla birlikte, sebepler âleminin şartlarına riâyet için, tedbir ve gayretten de geri kalmaz. Zira “Takdîr-i ezel, gayrete âşıktır.” hükmünce, Rabbimiz bizim samimî niyet ve gayretlerimizi -takdîrine muvâfık düştüğü zaman- âdeta “biri bin kılarcasına” bereketlendirerek başarıya ulaştırır. Bunun aksine bir iş ve niyet, ilâhî takdire muvâfık düşmediği durumda, bütün dünya seferber olsa, ona gerçekleşmek veya başarıya ulaşmak nasîb olmaz.
Bu sebeple kâmil bir mü’­mine yakışan, sebeplere sarılarak sabırla gayrette bulunmak ve neticeyi Allâh’a havâle etmektir. İşin sonunda maksadını elde edemese bile, bunun ilâhî takdir îcâbı olduğunu ve belki de kendisi için böylesinin daha hayırlı olacağını düşünüp isyan ve şikâyeti terk etmektir. Muvaffakıyete ulaştığında da, gurur, kibir ve şımarıklığa kapılmamaktır. Muvaffakıyeti, cüz’î irâdesiyle gösterdiği gayretinden ve âciz nefsinden değil, Allah’tan bilip O’na hamd ile şükretmektir.
Gayret ehli kâmil mü’­min­lerin bütün ümitleri Cenâb-ı Hak’tandır. Bununla birlikte onlar, makbul bir kulluğun alâmet-i fârikası olan “tevâzû ve mahviyet” hâlini korumak için, tevekkül fazîletlerini, azim ve gayretleriyle gizlerler.
Kâmil mü’minler nazarında her dâim güvenilecek yegâne mercî, Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak’tır. Aksi takdirde îmânın bir gereği olan Hakk’a tevekkül ve îtimâdın bir mânâsı kalmaz. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Aslâ ölmeyecek, hakîkî hayat sahibi ve dâimâ diri olan Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbîh et!..” (el-Furkan, 58)
Halk dilinde yer etmiş bulunan; “Adama dayanma ölür, duvara dayanma yıkılır.” sözü de, fânîlere değil, Bâkî’ye dayanıp güvenme zarûre­tinin ârifâne bir ifâdesidir.
Hak Teâlâ, kullarının yalnızca Yüce Zât’ına güvenip dayanmalarını arzu ettiğini, âyet-i kerîmelerde şöyle bildirmektedir:
“...Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrahim, 11)
“...Allâh’a tevekkül edene, Allah kâfîdir!..” (et-Talâk, 3)
Peygamber Efen­di­miz (s.a.) de:
“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 33/2344; İbn-i Mâce, Zühd, 14)
Diğer taraftan tevekkülün, ancak sebepler plânında gerekli olan bütün tedbir ve gayretler gösterildikten sonra Hakk’a dayanmak olduğunu, gayret ve tedbirden mahrum bir tevekkülün doğru olmadığını şu hâdiseler ne güzel ifâde eder:
Bir bedevî:
“–Yâ Rasûlâllah! Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı?” diye sormuştu. Efendimiz (s.a.) cevâben:
“–Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2517)
Tevekkülü yanlış anlayan bâzı Yemenliler de hacca giderken yanlarına yol azığı almaz ve:
“–Biz Allâh’ın evini ziyâ­rete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?” derlerdi. Mekke’ye varınca da başkalarından istemek mecburiyetinde kalırlardı. Bunun üzerine; “...Kendinize yol azığı hazırlayınız…” (el-Bakara, 197) âyeti nâzil oldu.
Çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri Hazret-i Ömer (r.a.);
“–Siz Allâh’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakikî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır.2]
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Ye­ni­le­cek bir gı­dâ, her ne olur­sa ol­sun, gaf­let­le, öf­keyle ve­ya is­te­me­ye­rek te­dâ­rik edil­miş­ ve ha­zır­lan­mış ise, on­da ha­yır ve be­re­ket yok­tur. Zira ona nefs ve şey­tan yol bul­muş­tur. Böy­le bir yi­ye­ce­ği yi­yen kim­se­de, mut­la­ka (fe­yiz ve huzuru bo­za­cak) çirkin bir ne­ti­ce mey­da­na ge­lir. Gaf­le­te dal­ma­dan hazırlanan ve Allah Te­âlâ’yı dü­şü­ne­rek ye­nen he­lâl ve hâ­lis yi­ye­cek­ler­den, ha­yır (feyz ve rûhâniyet) mey­da­na ge­lir.
İn­san­la­rın hâ­lis ve sâ­lih amel­ler iş­le­me­ye mu­vaf­fak ola­ma­yış­la­rı­nın se­be­bi; ye­me­-iç­me­de (ha­ra­ma, şüp­he­li şey­le­re ve kul hak­la­rı­na kâfî derecede dik­kat et­meyiş­le­ri ve bu hususta) ihtiyatsız davranmaları­dır. Her ne hâl olur­sa ol­sun, bil­has­sa na­maz­da hu­şû, hudû ve huzur-maallah hâ­lin­de bu­lun­mak, zevk­le ve göz­ya­şı dö­ke­rek na­maz kı­la­bil­mek; he­lâl lok­mayla beslenmeye ve ye­me­ği Al­lah Te­âlâ’yı düşünerek pi­şi­rip O’nun hu­zû­run­daymış gi­bi ye­me­ye bağ­lı­dır. Vü­cû­du ha­ram (ve şüpheli) lok­ma ile bes­len­miş bir kim­se, na­maz­dan bir neş­ve du­ya­maz.”
[Eserlerde nakledildiğine göre Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemeği kendi elleriyle pişirir, sofra hizmetini de bizzat kendisi îfâ ederdi. Yemek yenirken sâliklerine;
“–Sofra başında kendinizi Allâh’ın huzurunda bilin, O’nun verdiği rızkı yediğinizi unutmayın...” diye nasihat ederdi.
Topluca yemek yenirken eğer biri gafletle ağzına lokma alsa, Hazret bunu firâsetiyle sezer ve:
“–Önündeki yemeği, Allâh’ın huzurunda olduğunu unutmadan ye, Allah’tan gayrı şey­ler düşünme, dâimâ sana senden yakın olan Mevlâ’yı düşün.” buyururdu.
Bu îkazlarıyla aslında, her hâlükârda ve dâimâ Allâh’ı zikretmek, O’nu düşünmek ve kalben O’nunla olmak gerektiğini hatırlatmış olur; bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği rızkı yerken O’ndan gâfil kalmanın, kulluk edebi bakımından çok daha büyük bir kusur olacağını telkin etmiş olurdu. Nitekim İslâm’ın yemek âdâbında Allâh’ın adını anarak başlayıp yine O’na hamd ve şükür ile bitirmenin tavsiye edilmiş olması da, bu hikmete binâendir.
Yine Nakşibend Hazretleri; şâyet bir yemek gaflet ile, öfke ile, yahut kerhen, yani isteksizce ve zorla pişirilmiş ise, o yemekten kendisi yemediği gibi sâliklerine de yedirmezdi.
Nitekim dostlarından biri Nakşibend Hazret­leri’ne bir ekmek hediye getirdiğinde, Hazret buyurdu ki:
“–Bu ekmeği yemek, bizim için uygun değildir. Zira ekmek, öfke ile yoğruldu ve öfke ile pişirildi.”
Zamanımızda yapılan bâzı ilmî araştırmalar, mânevî hâllerin madde üzerinde büyük bir tesir icrâ ettiğini ispat etmiştir. Bu cümleden olmak üzere meselâ, suya güzel sözler söylenince su zerrelerinde güzel kristallerin oluştuğu, kötü ve çirkin sözler söylenildiğinde ise kristallerin bozulup çirkin bir hâl aldığı, yapılan deneyler esnâsında görülmüştür.
O hâlde bir gıdânın hazırlanması ve tüketilmesi esnâsındaki hâlet-i rûhiyenin ona yansıyacağı, ondan gelecek enerjinin de insanın mânevî keyfiyeti üzerinde müsbet veya menfî bir tesir icrâ edeceği muhakkaktır. Hâl böyleyken, bir de haram ve şüpheli gıdâların vücutta nasıl bir mânevî hantallık ve gaflet meydana getireceğini, ciddiyetle düşünmek îcâb eder.
Abdülkâdir-i Geylâ­nî Hazretleri, yenilen lokmaların, insanın iç âlemi üzerinde ne kadar hayâtî bir tesiri bulunduğunu şöyle ifâde eder:
“Haram yemek, kalbi öldürür; helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var seni âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Allah Teâlâ’ya rağbet ettirir.”]
Rabbimiz, biz âciz kullarını, bu hakîkatleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsınca yaşama azmi içinde olan, ihlâs, takvâ ve gayret ehli sâlihlerden eylesin.
Âmîn…
Dipnotlar: 1. Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367.  2.İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Amman 1990, s. 650.

Osman Nûri Topbaş
Altınoluk - 2011 - Eylül, Sayı: 307, Sayfa: 032

31 Ağustos 2014 Pazar

Bir Okçunun Hikayesi

Bütün bilgelere danıştı. Nerede bir kitap bulduysa okudu. Ok atmakta usta olduğunu duyduğu kim varsa, yanına gitti. Büyük bir okçunun arkadaşı olduğu söylenen ihtiyar bir adamı ölmek üzereyken bulup, isteğini anlattı.
Konuştuğu herkes, bu işi öğrenmek istiyorsa, dağların ardında yaşayan o yaşlı adamı, o büyük ustayı bulması gerektiğini söylüyordu.
Adam dünyanın en büyük okçusu olmaya kararlıydı. Karısıyla vedalaştı, yol hazırlıklarını yaptı, tarif edilen dağın yolunu tuttu. Günlerce yürüdükten sonra ustanın yaşadığı yere geldi.
Etrafı ağaçlarla çevrili, önünde ufacık bahçesi, yıkılmaya yüz tutmuş bir kulübeydi burası. Bir-iki seslendi, cevap veren olmadı. Kulübenin penceresinden içeriye baktı, etrafı inceledi, çiçekleri seyretti, hâlâ gelen-giden yoktu. Bir ağacın gölgesine uzanıp, hayaller içinde beklemeye başladı. Yorgundu, az sonra uyuyakaldı.
Gözlerini açtığında, başucunda dikilmiş, kendisini seyreden biri vardı. Eski ama tertemiz giysiler içinde yaşlı bir adam. Bu Büyük Usta olmalıydı. Hemen toparlandı, saygıda kusur etmemeye çalışarak kendini tanıttı. Niçin geldiğini, okçuluğa olan merakını, okuduğu kitapları, her şeyi bir çırpıda anlattı.
Usta hiçbir şey söylememiş, bir tek soru bile sormamıştı, hatta onu dinlemiyor gibiydi. Elindeki değnekle yere bir şeyler çiziyor, yüzünü ekşitiyor, sürekli uzaklara bakıyordu. Sonra birden kalktı, kulübesine doğru yürümeye başladı. Tam kulübenin önüne geldiğinde bir an durakladı, başını çevirmeden seslendi:
- Gözlerini kırpmamayı öğren, öyle gel!..
Bunca yolu bunun için mi geldim, diye düşündü adam. Sonra hak verdi Büyük Usta’ya, bir bildiği vardır herhalde, deyip evine döndü.
Gözlerini kırpmamayı öğrenecekti, ama nasıl? Hayli zaman düşünüp taşındıktan sonra şöyle bir yol izlemeye başladı: Eşinin dikiş makinesinin üstüne başını koydu. İğne inip kalktıkça gözlerini biraz daha yaklaştırarak bakmaya çalıştı. Her gün biraz daha uzun süre gözünü kırpmadan bakmayı başararak, tam dört sene boyunca bütün vakitlerini böyle geçirdi. Sonunda başarmıştı. İğne neredeyse kirpiklerine değiyor, ama o gözlerini hiç kırpmıyordu.
Adam tekrar Büyük Usta’nın ardında yaşadığı dağın yoluna düştüğünde, şehirdekiler onun iki kirpiğinin arasına ağ yapan küçük örümceği konuşuyorlardı.
Bu kez Usta’yı kulübesinde buldu. Olanları anlattı. Heyecanlıydı, fakat bir takdir sözü duymak için boşuna bekledi. Usta ocağa odun atarken o hayal kurmaya başladı; birazdan, evlat, diyecekti, okunu ve yayını al, peşimden gel. Birlikte dışarı çıkacaklar, okçuluğun incelikleri üzerine konuşmaya başlayacaklardı. Usta ona yatacak bir yer gösterecekti sonra. Senelerce sabahtan akşama kadar çalışacaklardı. Ama sonunda şehre döndüğünde herkes dünyanın en büyük okçusunu alkışlayacaktı. Ağzı kulaklarına varıyordu adamın. Karısı onunla gurur duyacak, bir sürü öğrencileri olacaktı, kitaplar yazacaktı ve daha neler neler...
Usta’nın sesiyle kendine geldi, düşündüklerini belli etmemeye çalıştı. Büyük Usta gelip adamın karşısında durdu, gözlerini gözlerine dikti ve dedi ki:
- Şimdi küçük şeyleri büyük, büyük şeyleri daha büyük görmeyi öğren, sonra gel...
Dağdan aşağı yürürken düşünceliydi adam. Anlaşılan, ok ve yayı eline alması için birkaç sene daha sabretmesi gerekecekti. Ama bu kez hiç değilse konuşurken yüzüne bakmıştı büyük usta. Bunu düşününce mutlu oldu. Bu ilerlediğinin işareti olmalıydı.
Eve geldiğinde karısı hiddetle üzerine yürüdü adamın. Ne zamana kadar devam edecek, diyordu, vazgeç bu sevdadan artık! Bizim halimiz umurunda mı, şimdi ne yapacaksın, sırada ne var?
Karısı konuşurken, o ne yapacağını bulmuştu. Bir saman çöpü aldı, küçük bir böceği taktı çöpün ucuna. Pencerenin önüne koyup seyretmeye başladı. Aylar boyunca karısıyla kavga etmediği bütün zamanlan böceği uzaktan seyrederek geçirdi. Nihayet, tam üç sene sonra, saman çöpünü bir ağaç, böceği bir at kadar görmeye başladı. Üstelik bütün detayları, bütün görünmez çizgileriyle. Bu ders de tamamdı işte...
Büyük Usta bu kez kapıda karşıladı adamı, içeri buyur etti. Dikkatle dinledi.
- Tamam, dedi sonra, sen büyük bir okçusun artık!
Adam şaşırmıştı. Beraber bahçeye çıktılar, büyük usta bir ok ve yay getirip öğrencisine verdi. Uzaktaki bir ağacı göstererek, şu budağı görüyor musun, dedi, oku oraya atmanı istiyorum senden. Adam oku yerleştirdi, yayı gerdi ve attı. Ama ne atış! Tam budağın üstündeydi ok.
Sonra bir daha, bir daha... Attığı her ok bir öncekinin arkasına saplanmış, ağaçtan kendilerine kadar uzanan bir hat olmuştu.
Sevindi adam, teşekkür etti, minnettarlığını ifade edecek kelime bulamıyordu. Vedalaşıp yola çıktı. Okçuların en iyisi oydu artık.
Daha yarı yola gelmemişti ki, bir kurt düştü içine; Büyük Usta yaşadıkça ben dünyanın en büyük okçusu olamam ki, dedi. Geri dönmeye karar verdi, Büyük Usta’yı öldürecekti.
Uzaktan, yaşlı ustanın bahçede çiçeklerle uğraştığını gördü. Bu iş kolay olacaktı. Sadağından bir ok çıkardı, yayını gerdi, nişan aldı ve yayı bıraktı. Ama o da ne? Kendisine doğru gelen oku fark eden Usta bir karşı ok atmış, oklar havada birbirine çarpıp düşmüştü. Okları tükenene kadar bu hal böylece devam etti. Sonunda öğrencisinin yanma geldi Büyük Usta ve dedi ki:
- Anladım, dünyanın en büyük okçusu olmak istiyorsun. Eğer benden de iyi olmak istiyorsan, filan dağın ardına gitmelisin. Orada tepedeki mağarada falan usta var, git, ondan ders al.
Mahcup oldu adam, utanıyordu. Özür dileyecek oldu, ilk defa güldüğünü gördü ustasının:
- Git haydi, durma!..
Günlerce yol yürüdü, tarif edilen dağa geldiğinde perişan haldeydi. Nefes nefese tepeye doğru tırmanırken kayalıkların arasında bir mağara fark etti. Söylenen yer burası olmalıydı. Yeni ustayı merak ediyordu ki, seksen-doksan yaşlarında, iki büklüm bir adamın titreyerek mağaranın önüne gelip bir taşın üstüne oturduğunu gördü. Oraya doğru yürüdü. Masa gibi bir kütüğün üstüne kollarını dayamış, öylece kendisine bakan bu ihtiyar bir ok ustası olabilir miydi?
Mağaraya iyice yaklaştı, ihtiyara birkaç adım mesafede durdu. Başını kaldırıp üstlerinde uçan kuşlara baktı. Sadağından bir ok çıkardı, yayını gerdi ve okunu bıraktı. Okun vınlamasıyla kuşlardan birinin yere düşmesi bir oldu. Güldü ihtiyar, titreyen elleriyle kütüğün üzerinden bir yay alır gibi yaptı, oku yerleştirir gibi, gerer gibi yaptı, kuşlardan birine nişan aldı. Adam bir ihtiyara, bir kuşlara bakıyordu. Elinde hiçbir şey yoktu ki ihtiyarın... Birden oku bırakır gibi yaptı, fakat o da ne?! Kuşlardan biri düşüvermişti! Büyük bir şaşkınlıkla olanları seyrederken, ihtiyar usta ayağa kalktı, yanına geldi, gözlerinin içine dikti gözlerini ve:
- Evlat, dedi, sen hâlâ ok ve yayla mı okçuluk yapıyorsun?
Adam ihtiyar ustanın yanında tam yedi sene kaldı. Şehre döndüğünde bambaşka biriydi artık. İnsanların dertleriyle ilgileniyor, öfkelenmiyor, az konuşuyor, herkesin yardımına koşuyor, sürekli tebessüm ediyordu.
Bir gün bir arkadaşıyla otururken, masanın üzerinde duran bir şey dikkatini çekti adamın. Bu nedir, diye sordu. Şaşırmıştı arkadaşı.
- Usta, dedi, dalga mı geçiyorsun benimle?
- Hayır hayır, dedi, nedir o?
İyice şaşırdı arkadaşı, ne diyeceğini bilemiyordu. Soru üçüncü kez tekrarlanınca, çaresiz cevap vermek zorunda kaldı:
- Ok ve yay usta, ok ve yay!..

Serdar Tuncer / Hikayeler

20 Temmuz 2014 Pazar

Aslı Aslına Nesli Nesline…

Padişah biraz düşünceli sanki.
Ellerini arkasına atmış, bir sola yürüyor, bir sağa. Bunda bir iş var.
Vezirini çağırıyor. Hâlâ düşünceli el pençe huzura geliyor vezir. Padişah başını kaldırıyor, bir an duruyor, vezirin gözlerine bakarak soruyor.
- Hızır hayatta mıdır?
Vezir bir an duraklıyor ve cevap veriyor:
- Söylenenlere göre hayattadır sultanım.
Padişah koltuğuna otururken konuşuyor:
- Hızır’la görüşmek istiyorum. Ne yapıp edip, bana Hızır’ı bulacaksın!
Yutkunuyor vezir:
- Bu işi benim halletmem çok zor hünkarım. Ama Şeyhülislam Efendi, onun mutlaka bir bildiği vardır.
Kapıdan bekleşenlerden birisi hemen dışarı koşuyor. Az sonra Şeyhülislam önde, o arkada, geri dönüyorlar. Şeyhülislam da çaresiz boynunu büküyor. 
- Hızır’ı bulmak kemalat işidir sultanım. Nice ilim sahipleri onun yüzünü bile görememiştir. Ama öyle gönül ehli zatlar vardır ki, istedikleri an görüşürler Hızır’la. Bana biraz mühlet verin, Hızır’ı bulup getirebilecek birini bulayım size…
Ülkenin dört bir yanına tellallar gönderiliyor. Hızır’ı bulup saraya getirebilenin mükâfatlandırılacağı ilan ediliyor. Beklemeye başlıyorlar. Nihayet fakir bir zat Şeyhülislam’ın huzuruna giriyor.
- Hızır’ı aradığınızı duydum, beni padişahla buluşturun.
Şeyhülislam sevinçle ellerinden tutuyor mübarek zatın, padişahın huzuruna çıkarıyorlar. Diyor ki o kişi:
- Sultanım, bana kırk gün mühlet verirseniz, Hızır’ı bulup size getirebilirim.
Padişah kabul ediyor, ama adamın bir şartı daha var:
- Kırk gün boyunca siz sarayda ne yiyip içiyorsanız, bir mislini bizim eve de göndereceksiniz…
Evine gelince içini bir endişe kaplıyor fakir adamın. Bu işin sonunun düşünüp korkmaya başlıyor. Kapı çalışıyor o esnada. Bir dolu adam kap kap yiyeceklerle kapının arkasında duruyorlar. Evin hanımı şaşkın. Efendisine bu işin hikmetini soruyor. Gülümsemeye çalışıyor adam:
- Sorma hanım, kırk gün boyunca biz de padişah gibi yiyip içeceğiz. Ama kırk gün sonra başımıza neler geleceğini Allah bilir.
Hadiseyi baştan sonra anlatıyor. Kadın endişeyle soruyor:
- Sen Hızır’ı bilir misin efendi?
- Bilmem.
Ayağa kalkıyor kadın telaşla:
- Ne cesaretle yaptın bu işi!
Adam kafasını kaldırıp derin bir nefes alıyor.
- Allah kerimdir hatun, fukaralıktan bıktım yoruldum artık. Padişahın Hızır’ı bulacak bir adam aradığını duyunca, ömrümüzde kırk gün olsun saray yemeği yiyelim dedim. Allah’a, Rasulullah’a, Hızır Aleyhisselam’ın ruhaniyetine sığındım, bir hatadır yaptım işte. Allah Büyüktür…
Gözleri doluyor adamın. Kadın sofrayı kurarken kocasına bakıyor:
- Kırk gün çabuk geçer bey, Allah yardımcın olsun.
Kırk günün sonunda adamın evinin önüne iki atlı getiriyorlar, biri fakire, diğeri Hızır için. Adam atları getirenlere biraz beklemelerini söylüyor. Eve dönüp bir güzel abdest alıyor, iki rekat namaz kılıp ellerini açıyor Rabbi’ne:
- Ey kulunun gönlünü bilen Rabbim, Habibin’in yüzü suyu hürmetine, beni Sultan’ın huzurunda mahcup etme…
Duasını bitirip, karısıyla helalleşiyor. Kadın ağlamaklı…
Fakirin yalnız geldiğini görünce adamlar Hızır’ın nerede olduğunu soruyorlar: “Bu, Sultan’la benim aramdadır, saraya gidelim.” diyor fakir.
Padişah heyecan içinde. Etrafında bir sürü kalabalık. Nihayet Hızır’ı görecekler. Bir koşuşturmaca, bir gürültü, bir heyecan… İşte adam geldi. Padişah onun yalnız olduğunu görünce şaşırıyor.
- Hızır nerede?
Adam iki büklüm, mahcup, gözlerini yerden kaldıramıyor. Padişaha bir-iki adım daha yaklaşıp konuşmaya başlıyor:
- Sultanım, ben ömrüm boyunca Hızır’ı hiç görmedim. Fakirlikten perişan haldeydik. Nefsime uydum, kırk gün sizin gibi yaşamak istedim. Sizin asalet ve sultanlığınızın izzetine sığınıyorum. Beni hoşgörün, affedin, Allah sizi Hızır’a kavuştursun.
Kalabalık homurdanmaya başlıyor. Padişah celalli:
- Kırk gün bizi ne diye oyaladın? Niye hakkından gelemeyeceğin bir işi vaad ettin? Madem fakirsin, gelip bir ihsan isteseydin bizden! Kırk gün bizi oyalamak olur mu?
Padişah küplere binmiş vaziyette. Şeyhülislam perdenin arkasında saklanıyor. Fakir başını kaldırıp bakamıyor. Padişah öfkeyle baş vezirine döndü:
- Şimdi buna ne ceza verelim?
Fakir adam korkuyla cevabı bekliyor. Baş vezir padişahtan daha kızgın:
- Onu parça parça edelim sultanım. Her parçasını şehrin bir ucuna dikelim. Herkes anlasın Sultan’a yalan söylenmeyeceğini…
O sırada bir çocuk ileriye çıkıyor kalabalığın arasından. Saray erkânından birinin çocuğu olmalı bu. Belki de misafirlerden birinin yanında gelmiştir. Ne kadar da masum bir yüzü var… Bir şey söyleyecek sanki. Ve konuşuyor. Bir çocuktan beklenmeyecek bir ses tonuyla konuşuyor:
- Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Padişah ikinci vezirine dönüyor:
- Sen söyle, ne ceza verelim bu adama?
İkinci vezir Baş vezirden aşağı kalacağa benzemiyor. Gözlerini kısarak, konuşmaya başlıyor.
- Sultanım, onu parçalayıp ellerini dibekte dövelim. Keşkek yapıp, şehrin dört köşesine bırakalım sonra. Kimse bir daha böyle bir şey yapmaya cesaret edemesin.
Aynı çocuk yine ileri çıkıp, aynı şeyi bir daha söylüyor:
- Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Padişah üçüncü vezirine bakıyor bu kez:
- Sen ne dersin?
Asil bir adama benziyor üçüncü vezir, gözlerinde merhamet var. Tane tane konuşmaya başlıyor.
- Diğer vezirleriniz doğru söyler. Sultan’ı kandırıp kırk gün oyalamak elbette az bir suç değildir. Ama bana sorarsanız, size düşen af ile muamele etmektir. Affetmek peygamberlerin sıfatıdır sultanım.
Üçüncü vezir sözünü bitirirken çocuk bir kez daha geliyor:
- Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Çocuğun ortaya gelip sürekli aynı şeyi söylemesi padişahın dikkatini çekiyor. Adama dönerek soruyor: “Bu çocuk senin neyin olur?” Yavaşça başını kaldırıyor adam. Üçüncü vezirle göz göze geliyorlar. Biraz rahatlıyor sanki.
- Ben bu çocuğu tanımam efendim. İlk defa görüyorum. Herhalde buradakilerden birinin oğludur.
Padişah çocuğa dönüyor bu kez:
- Sen kimsin çocuk? Vezirlerimin üçü de başka başka şeyler söylediler, ama sen her defasından “aslı aslına, nesli nesline, hu” dedin. Bu ne demektir?
Çocuk Padişah’a biraz daha yaklaştı. Kalabalık çocuğu görmek için halkayı biraz daha daralttı. Çocuk konuşmaya başladı:
- Sultanım, benim kim olduğumdan evvel, vezirlerinizin kimler olduğunu öğrenin.
Herkes şaşkınlık içinde çocuğa bakarken, o tane tane konuşmaya devam etti:
- Baş vezirin bir kasabın oğludur. Babası et kesip parçalardı. O da babası gibi kırmaktan, parçalamaktan başka iş bilmez. Teklifi buna göre oldu. İkinci vezirin bir aşçının oğludur. O da babasına benzer; ezmeye, pişirip kaynatmaya meyillidir, teklifi de bu istikamette idi. Üçüncü vezirine gelince, o bir vezirin oğludur. Yani asil, olgun bir zatın oğlu. Onun teklifi ise bu asalete uygun oldu.
Bana gelince, ben aramakta olduğun Hızır’ım. Allah bu fakir adamın hatırına buraya gelmemi emretti. Şimdi sana nasihatim şudur: Birinci vezirini saraya kasap başı, ikinci vezirini aşçıbaşı yap. Şu fakir adamdan da ihsanını kesme, o sabırlı ve güzel bir adamdır.
Hızır sözlerini bitirdiğinde herkes şaşkınlık ve hayret içinde… Kalabalık adeta taş kesilmişken, çocuk birden ortadan kayboluyor. Sarayın dört bir köşesini arıyorlar, ama nafile…
Satır Arası Hikayeler - Serdar TUNCER

8 Temmuz 2014 Salı

Bambu Ağacı

Hayatta hiç bir şey yolunda gitmiyor diyenlere...
Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel bir örnektir.
Çinliler bu ağacı söyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır. Akla gelen
ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik? Bir başarının şartları her zaman çok basittir:
Bir süre için çalışın,
Bir süre tahammül edin,
Her zaman inanın,
Ve hiçbir zaman geri dönmeyin.

(Alıntıdır)

9 Mart 2014 Pazar

"Kibâr-ı Evliyâ, İşte Bu" - Mahmud Sami Ramazanoğlu

“Hakîkatte Allah dostlarının insanlar tarafından övülmeye, senâ edilmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü yüce Rabbimiz onları sevmiş, derecelerini âlî eylemiş; onları seveni de kendisini seviyor saymış. Bu sevilenlerden bir tanesi de Sultânü’l-Ârifîn Adanalı Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’dir.
Her türlü fazîlet ve kemâlâtı üzerinde cemeden bu zâtta, Allah ve Peygamber aşkı o derece kuvvetli tecellî etmişti ki, Rabbimizin izni ile her türlü hâl ve hareketi, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet ahkâmına uygundu.
Bu bakımdan bu büyük velînin hâllerini abdestli olarak, büyük bir saygı ve itinâ ile okuyan veya dinleyen mü’minlerin, mânen istifade edecekleri muhakkaktır.
Zaten onun hayatını dinleyen, yazan ve okuyan herkes, ister istemez büyük bir edep hâline bürünür. İnşâallâh, bu röportajımız da Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri’nin özellikle edep hâlinden örnekler almamıza vesile olur. 
 O mübârek Allah dostunu, şimdiye kadar hep sevdiği müridlerinden ve onların hâtıralarından dinledik, tanımaya çalıştık.
Şimdi de Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’ni, en yakınlarından kendi âile efradından dinleyelim. Onun kıymetli torunları Melâhat ve Şeyma hanımlar, Mahmud Sâmî Efendi’mizin yanlarında bulundukları dönemleri ve geçirdikleri güzel günleri, Medîne-i Münevvere’ye hicretlerini ve ömrünün son anlarını bizimle paylaştılar.
Muhterem Sâmî Efendimizi daha yakından tanımak, sene-i devriyesinde hasretle yâd etmek, iki cihanda himmetlerinden istifade etmek niyâzı ile…

Sâmi Efendimiz, nasıl bir âilede yetişmişler, biraz bahseder misiniz?
Sâmî Dedem Adana’da, 1892 yılında dünyaya gelir. Doğmadan evvel şöyle bir hadise cereyan eder: Büyük ninemiz Ümmü Gülsüm Hanım, dedeme hâmileyken kapılarına yaşlı bir zât gelir. Evdeki yardımcı, kapıyı açınca, bu yaşlı zât, evin hanımı olan Ümmü Gülsüm ninemizi kapıya ister.
Büyük ninemiz, mahremiyete îtina gösterdiği için yardımcı hanıma:
“-Kızım, ne istiyorsa veriniz!..” der.
 Fakat kapıdaki zât:
“-Hayır, mutlaka kendisi ile görüşmem lâzım!” diye ısrar eder. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm ninemiz, kapının arkasından, ne istediklerini sorar. O yaşlı zât:
“-Kızım, çok büyük bir insana hâmile olduğunuzu biliyor musunuz? İnşâallah dünyaya geldiğinde ismini Mahmud Sâmî koyunuz! Sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben’i olacak.” der ve ardından bir gömlek ister. Gömleği getirdiklerinde o yaşlı zâtı kapıda bulamazlar. (Allâhu â’lem, bu zât Hızır –aleyhisselâm-’dır.)
Dedemin babası Müctebâ Ramazanoğlu, Adana’nın mâruf eşrafından, çok zekî, âlim, mükrim ve nüktedân bir zâttır. Zamanın padişahı, devlet erkânı ve gelen konuklar, Kervansarayında misafir edilip ikramlanır.
Dedemiz, lise tahsilini Adana’da tamamlar. Sonra babası üniversite için İstanbul’a yollar. O günkü ismiyle, “Dâru’l-Fünûn” yani Hukuk Fakültesini birincilikle bitirir. Hocası Ebu’l-Ulâ Mardin kendisine:
“-Senin nâsiyen, ahlâkın, ilmin ne güzel!..” diyerek takdirlerini belirtir. Askerliğini de İstanbul’da tamamlayan dedem, bir müddet Gümüşhanevî dergâhına devam edip sonra mânevî bir işâretle Pirimiz Es’ad Erbili Hazretleri’nin Kelâmî dergâhına intisab eder. Sonra da icâzetini alarak Adana’ya döner.

Mahmud Sâmî Efendimizle Râbia Annemizin izdivaçları, hangi vesile ile ve nasıl olmuş?
Mücteba dedemiz, oğlunu evlendirmek ister. Münâsib olabilecek üç isim tavsiye edilir. Dedem de, pîri Es’ad Erbilî Hazretleri’ne danıştığında; Efendi Hazretleri, Râbia Hacı Annemizi uygun görür. 
O zaman büyük konaklarda oğullar ve gelinler ile hep beraber yaşanmaktadır. Fakat dedemiz, aynı evde oturmayı, mahremiyeti muhafaza açısından, uygun bulmadığı için ayrı bir evde oturmak istediğini söyler. Babası ise; bu işi zamana bırakıp, oğlunun aynı evde oturmaya zamanla râzı olacağını düşünür ve böylece tam beş sene, Râbia Hacı Annemle nişanlı kalırlar. Müctebâ Dedemiz, sonunda Sâmî Efendi Dedemizin kararından vazgeçmeyeceğini anlayarak, bahçeye onlar için müstakil bir ev yaptırır. Yemekler konakta pişip, Hacıannemlerin evine de sini ile yollanır. Adana’nın bu meşhur lezîz yemeklerinden dedemiz yemez; bulgur pilavı ve birkaç zeytinle iktifâ eder. Hattâ Râbia Hacı Annem de, efendisi yemediği için, kendisi de yiyemez, her defasında sini geldiği gibi konağa geri döner.. Bunu gören (Ümmü Gülsüm) Ninemiz yanlarına gelip:
“-Oğlum, niye yemiyorsunuz? Babanın kazancının helâl olduğunu bilmiyor musun, çok üzülüyorum, benim de boğazımdan geçmiyor!..” der. Dedem de:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” diyerek annesinin gönlünü almaya çalışır.
Bu şükür ifadesi, vefat edinceye kadar hep böyle sürer. Özellikle yemesi için ısrar ettiğimizde; yine mûtâdı üzere:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” derdi.
İcazetini alıp Adana’ya dönmüş olan dedem, insanları irşad etmek üzere yurt içi seyahatlerine çıkar. Ve Kayseri’ye gelir. Kayseri ulemasından Ahmet Kirazoğlu, dedemin evine misafir olur. Babam Ömer Kirazoğlu, o zaman küçük bir çocuktur; mevsimlerden kış, her yer karlarla kaplıdır. Dedemin kapı önünde çıkardığı pabuçların üzerinde biriken karları muhabbetle yer. Yıllar sonra da Rabbim onu, o büyük zâta damat eder.
Çok kıymetli babam da dedem gibi yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Teknik Üniversite’den yüksek mimar ve mühendis olarak mezun olur. Ve bütün talebelik hayatı boyunca da genç arkadaşlarını irşada uğraşır. Kayseri’ye döndüğünde evlendirmek isterler. Vâsıtalarla şeyhinin kızına tâlip olunur. Hacıannem, uzak memleket diye tek evladını vermeye gönlü râzı olmaz. Ancak Hacı Sâmî Dedem, bütün ağırlığını koyarak münâsib gördüğünü ve kızını, bu hayırlı namzede vermek istediğini söyler. Bu arada Ahmet Kirazoğlu dedemler, uzak mesafe konusunu hassasiyetle düşünerek:
“-Bin oğlumuz olsa Efendi Hazretlerine fedâ olsun, Ömer Adana’ya gitsin.” derler. Ve böylelikle Hacı Annemin de gönlü olur ve biricik kızlarını, babamla evlendirirler.
Babacığımın da ömrü dedeme, Hacı Anneme ve ihvâna hizmetle geçmiştir. Zaman zaman dedemin, sebebini çözemediğimiz maddî veya mânevî üzgün hâllerinde Hacı Annem, babamı çağırtıp, onu neş’elendirmesini isterdi. O da eski-yeni, güzel havâdislerden anlatarak ihvandan getirdiği iyi haberler ve okuduğu ilahilerle dedemi mesrur ederdi. Bu vazife de babama has bir durumdur!..

Rabia annemizle Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile hayatı nasıldı? 
Dedem, Hacı Anneme karşı son derece saygılı ve kibardı. Muhabbetini her hâliyle izhar eder, ona kendini hep özel hissettirdi. Odasına dahî girerken kapıyı tıklatırdı. Biz de onu örnek alır; hatta kapı açıkken bile tıklatıp girerdik. Geceleri yatağına geçerken, Hacı Annemin yanına gelir, elini eline alır, tebessümle gözlerinin içine bakarak musâfaha ederdi.
“-Allah, gecenizi, gecemizi hayırlı etsin.” diyerek duâlar ederdi. Bu her gece böyle olurdu! Onların bu sürûr tablosu, bizlere de mutluluk verir, hayatımıza ışık tutardı. Dedemin böylesi muâmelelerinden son derece hoşnut olan Hacı Annem:
“-Kibâr-ı evliyâ işte bu!..” derdi.

Kızına, torunlarına nasıl bir terbiye metodu uygulardı?
Dedem çok ehl-i tertipti. Düzensizlikten rahatsız olur, ancak hiçbir zaman bizi üzerek kırarak ikaz etmez; nazik bir şekilde uyarırdı. Yapılan hata ve olumsuzlukları kesinlikle yüze vurmaz; neden ve niçin kelimelerini aslâ kullanmazdı.
Küçük yaşta anneme, öğretmek istediği her şeyi güzel bir misalle örneklendirerek, yalnız bir defa söylerdi. Annem de, babasından gördüğü ve öğrendiği her şeyi küçük yaşından itibaren hayat boyu kendine düstur edinir.

Bunu herkes yapamaz. Bu da bir sanat… Allah dostları, ahlâklarıyla da sanat harikası gerçekten… Hem uyaracaksınız, hem kırmayacaksınız. Rabbim, bize de bu güzel hâllerle hâllenmeyi nasip buyursun!..
Âmin. Evet, tam ifade ettiğiniz gibi, bu Allah dostlarına has bir durum…

Namaz husûsunda tavsiyeleri nelerdi?
Onun bütün hayatı, ibadet üzre tanzim edilmişti. Namaz hususunda çok hassastı. Namaza vaktinden evvel hazırlanır, ezân okunmadan evvel abdestini almış olurdu. Mutlaka her namaz için abdest tazeler:
“-Nûrun alâ nûr!..” buyururdu.
Kışın biz kıyamaz, içeriye leğen-ibrik getirir, ılık su ile abdest aldırırdık. Ona ibrikle su dökerken bile bilinçli ve mu’tedil bir şekilde olmanız gerekirdi. Eğer hızlı ve bolca dökecek olursak, eliyle ibriğin ağzını kaldırır ve suyun fazla dökülmesinden rahatsız olurdu. Her hâli, tam bir sünnet üzereydi. Ve bu hâli hiç zorlanmadan yaşardı, âdeta artık onun fıtrat-ı tabiîyyesi hâline gelmişti.

Siz, en yakınıydınız. Birinci dereceden hizmet etme imkânı buldunuz.
Elhamdülillah, bütün ev halkı hizmetine büyük bir iştiyakla koşardık. Yapılan her hizmette rahmeti sezer, yorulmaz, hatta güç kazanırdık. Elhamdülillah tırnaklarını kesme hizmeti bana nasip olurdu. Bu, bana özel bir vazifeydi. Ona mahsus takımları alıp gelir, incitmeden dikkatle yapmaya çalışırdım. Her defasında dedeciğim, memnuniyetle gözlerime bakarak:
“-Esteıynu fî külli san’atin bi sâlihi ehlihâ: Her sanatta, o işe ehil olan salih kimseden yardım isteyiniz.” diye beni taltif ederdi.

Cenâb-ı Hak, size çok büyük nimetler vermiş, inşâallah iki cihanda bu nimetlerini arttırarak devam ettirsin.
Elhamdülillah, bunun farkındayız ve şükründen âciziz.

Râbia Annemiz, Sâmî Efendimize çok yardımcı olmuş, değil mi? Biraz da Râbia Annemizden bahsedebilir misiniz?
Hakikaten Hacı Annem, dedeme Allâh’ın ikramı idi. Her hâliyle ona uygun bir hanımdı. Âdeta birbirleri için yaratılmış, birbirlerine nîmet olmuşlardı.
Hacı Annem çok güzel bir müslümandı, hayatı boyunca hiç namaz borcu yoktu, nâmahrem günahı yoktu ve bir defa dahî çarşıya gitmemişti. Son derece temiz, tertipli, cömert; onca ihvana kapısını açmış, köyden, kentten gelen her türlü misafiri yedirmiş, yatırmış, gönüllerini hoş etmişti.
Ramazanlarda ve diğer günlerde evimizde hep dâvetler olurdu. Hacı Annem, mutlaka yemeklerin başına geçer ve çok bol yapılmasını isterdi. Yemekler bolca ikram edilmeli, yenmeli ve de artmalı ki; misafirlere paketlenerek evlerine yollanmalıydı. Hacı Annemin içi ancak böyle mutmain olurdu.
Yola gidenlere, yoldan gelenlere, hastalara tepsilerle yemek yollardı. Muharrem ayında aşûre çok büyük tencerelerle pişirilir ve büyük çorba kaseleriyle dağıtılırdı. Aşurenin üzerine konan yemişler, özenle kavrulur ve bolca kullanılırdı. Herkes onun aşuresini beklerdi.

Siz Râbia Annemizin, Efendisine desteğini anlatırken aklıma Hazret-i Hatice Annemizin Peygamber Efendimiz’e her hâlükârda yapmaya çalıştığı maddî-mânevî yardımları geldi.
Gerçekten aynen onun gibiydi. Şefkatle vakar, bir insana bu kadar mı yakışır?! Dînî hususlarda tavizsiz, sevgi ve ikramda akar su gibiydi.

Râbia Annemiz, Sâmi Efendi Hazretlerinden sonra vefat etmiş, değil mi?
Evet, iki sene sonra… Zaten dedem de arkasından çok gecikmeyeceğini işaret etmişti. Hacı Annemin vefatı da hayatı gibi ibretliydi. Ölüme çok hazırdı ve hiç korkmazdı. Hacı Annem çok güzel yaşadı ve imrenilecek bir şekilde Rabbine kavuştu.
Sene 1986, Kasım ayı, günlerden Perşembe…. Hacı Annem kalkıyor, evin mû’tad temizliği yapılıyor. Çeşitli yemekler hazırlanıyor, kendisi de banyosunu yapıp saçlarını tarıyor, tırnaklarını kesiyor. Tertemiz giyinip, beyaz örtüsünü örtüyor. Sanki her hâliyle gidişe hazırlanıyor. Ve ikindiden sonra bir hasta ziyaretine gidiyorlar. Akşamüstü eve dönüldüğünde sofrayı hazırlatıp, hepimizi yemeğe çağırıyor. Biz de yatsı namazlarımızı kılıp Hacı Annemin yer sofrasının etrafına diziliyoruz. Kendisi de yatsı namazını ezanla kıldığı için son vaktini de edâ etmiş oluyor.
Sofrada Hacı Annem tam karşımda oturuyordu. Daha bir lokma almıştık ki; Hacı Annem gözlerini kapamış, sessiz sedâsız, sağ yana doğru yavaş yavaş eğiliyordu.
“-Hacı Anneme bakın! Bir şey oluyor!..” dememle hepimiz yerimizden fırladık ve onu hemen oradaki yer minderine uzattık.
“-Hak!” dedi ve her şey bitti! Ama inanmak istemiyor; bir şeyler yapmak için çırpınıyorduk. Daha erkekler Harem-i Şerif’ten, yatsı namazından çıkmamışlardı. Kimseye ulaşamıyorduk. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. İkindide hasta ziyaretine gittiği eve, bu acı haber ulaştığında kat’iyen inanmamışlar:
“-İmkânsız, başka Hacı Annedir; Rabia Hacıanne daha ikindi vakti bizdeydi!..” diye bir türlü kabullenememişler.
İşte böyle… Hacı Annem, çok güzel yaşadı ve çok daha güzel bir şekilde Rabbine kavuştu. Allah rahmet eylesin, şefaatlerine nail eylesin.

Sâmi Efendi Hazretleri, Medîne’ye hicrete nasıl karar vermişler? Âilece hep beraber hicret edildi, değil mi? Hicretiniz nasıl oldu?
Hicret!… Âni verilmiş bir karar değildi! Âilemizin bütün fertlerinde Medîne’de yaşama aşkı vardı. Hicret, sürekli konuşulur, hiç gündemimizden düşmezdi. Herkesin hayali, orada yaşamak idi.
Sene 1977 Nisan ayı; hicretten önceki son umreydi. Yine bütün âile fertleri ve ihvanın ileri gelenleri ile Medine-i Münevvere’ye gidilmişti.
Annem:
“-Giderken hazırlıklı olun. Biz büyüklere ve zuhûrâta tâbîyiz. Kalın derlerse, kalırız!..” diye bizi uyarmıştı.
 Ama o sene, umre ve Medine ziyaretimizden sonra İstanbul’a geri dönüldü.
 Fakat o sefer esnasında çok değişik bir hadise yaşanmıştı. Dedem, büyük bir ihvan grubu ile Medine-i Münevvere’de ikamet eden, Pakistanlı Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretleri’nin evine ziyarete gidiyorlar. Misafirleri, oğlu Fadlurrahman Efendi karşılıyor. Ayakta sarılıp musafahalaşıldıktan sonra oturuluyor ve 45 dakika süresince hiçbir kelime konuşulmadan boyunlar bükülü, gözler kapalı, sükût sohbeti yapılıyor. Kimi sessiz ağlıyor, kimileri kendinden geçmiş vecd hâlinde... Gönülleri çok farklı boyutlara götüren bir âlem yaşanıyor. Sâmî Efendi Hazretlerinden gelen bir sinyalle, herkes bir anda ayağa kalkıp vedâlaşılıp dağılınıyor.
Yıl 1979, 11 Ekim… Günlerden Perşembe... Hüzünlü bir sonbahar günü… İhvan ağlıyor. Bizler çok heyecanlıyız. 12 kişi âile efrâdımız ve yakın ihvan grubu, hava limanına ulaşıyoruz. Uçağa bindiğimizde en önde; Dedem ve Hacı Annem oturuyorlar. Arkasında bizler ve daha sonra da ihvanlar… Koridorun sağındaki en önde ise; Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, âilesi ve arkada da ihvanı oturuyor. Bu nasıl bir tertib-i İlâhîdir?! …..
 Dedem, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla iki kaşının ortasını tutarak yol boyu gözyaşı döküyor. Onu daha önce hiç böyle görmediğimiz için, hepimiz üzülüyor ve bir şey de yapamıyoruz. Hacı Annem, annem ve hatta babam, bir türlü gözyaşını dindiremiyorlar. Herhâlde ihvandan ve vatandan son ayrılığın gözyaşları diye yorumluyoruz….

Hicret etmek kolay değil!.. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Medîne’ye hicret ederken Mekke’ye dönerek gözyaşları içinde, “Ey Allah katında, Beldelerin en güzeli!.. Vallâhi, senden zorla çıkarılmış olmasaydım, aslâ çıkmaz, başka bir yeri yurt edinmezdim.” buyuruyor. Belki Efendi Hazretleri de bir hicret mahzunluğu yaşamıştır. İhvânlarından, vatanından ayrılıyordu tabiî... Mahmud Sâmî Efendimizle seyahatleriniz nasıl olurdu?
Yurtiçi seyahatlerimiz, genellikle Afyon Sandıklı Kaplıcaları ya da Bursa’ya olurdu. Arabayı, Hacı Musa Topbaş Bey Amca veya şoförü kullanırdı. Musa Efendi, çok güzel araba kullanırdı. Yollar şimdiki gibi düzgün ve asfalt değil; stablize, çakıl taşlı idi. O, büyük bir dikkat ile yolcularını sarsmadan menzile ulaştırırdı. Büyük Chavrole arabaya babam ortaya oturur; dedem de cam kenarında olurdu. Arkasında Hacı Annem, yanına da annemle ben otururduk. Arabanın içinde çıtımız çıkmazdı. Öksürmek, hapşırmaktan dahî haya ederdik, ama bu bize açıkça tembih edilmemişti. Öyle olması gerekirdi ki; öyle de olurdu! Dedeciğim, seyahatlerde yanında akide şekeri ve küçük nane şekerleri bulundururdu. Babama verir; o da önce araba kullanana ikram eder, sonra bize, arkaya uzatırdı. Biz de sessizce alır ve yerdik. 

Mûsâ Efendimiz, Râbia annemizi anlatırken, “O kadar hizmetlerinde bulundum, Hacı Râbia Annemin sesini duymadım.”demişlerdi.
Doğrudur. Evimizde misafir olduğunda, bırakın ses duyurmayı, mutfaktan tabak-kaşık sesi dahî çıkmamasına dikkat edilirdi.

Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri ile Mûsâ Topbaş Efendimizin muhabbetleri nasıldı?
Musa Efendi, çok özel bir insandı. Kibar ve zarifdi. Her hafta Dedemle mû’tad görüşmeleri olurdu. Dedeme ihvandan haberler getirirdi. O da büyük bir ilgiyle dinler, gerekli tavsiyelerde bulunurdu. Musa Efendi, ikramı çok sever, getirdiği hediyeleri beyaz kâğıtlara özenle kendisi ambalajlardı. Medine’ye âilemizin bütün fertlerine hediyeler yollar, paketlerin zarâfetinden kendisinin yaptığı anlaşılırdı. Üzerindeki etiketlerde yine onun inci gibi yazısı ile hepimize hitabı olurdu.

Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile efradına özel sohbetleri olur muydu? Nelerden bahsederlerdi?
Tabiî olurdu. Zaten onun bütün konuşmaları sohbetti. Her yanına girdiğimizde, özellikle de nefsi tezkiye ve kalbi tasfiyenin zarurî gerekliliğini vurgulardı.
Bunun için de:
1- Namazı huşû ve huzur ile kılmalı,
2- Teheccüde kalkmalı,
3- Zikrullâha devam etmeli,
4- Oruç tutmalı ve az yemeli,
5- Sâlihlerle beraber olmalı.
Ancak bu beş şeye devam ile nefsi tezkiye, kalbi tasfiye etmek mümkün olur, nefis kademe atlar buyururlar:
“Boşuna yaratıldığınızı mı zannediyorsunuz?!” âyet-i kerîmesini de çok okurlardı.

Mahmud Sâmî Efendi’nin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetleri nasıldı?
Muazzam bir sevgisi vardı. Mübarek Medine’de yaşadığı süre boyunca hiç ayaklarını uzatmadı. Hep ayaklarını kıvırarak oturup yattığından, dizleri bükülü bir şekilde kireçlenmişti. Vefatında da sağ yanına dönük, dizleri büküktü. Hacı Musa Efendi gelip bu hâli gördüğünde:
“-Efendimiz edeb üzere yaşadı; edep üzere vefat etti!..” demişti…

Efendi Hazretleri’nin son zamanlarından da biraz bahseder misiniz?
Dedem kerâmetlere çok önem vermez, kendisi de gizli hâlleri, mânevî durumları izhar etmezdi.
Yalnız son zamanlarda, Abdullah bin Mes’ud -radıyallahu anh-’ın, Veysel Karânî Hazretleri’nin, İbrahim -aleyhisselam-’ın, Cebrail -aleyhisselam-’ın kendisini ziyarete geldiklerini söylemiş ve onların durduğu yeri işaret ederek:
“-Beni oraya indirin, namaz kılacağım!..” demişti.
İşaret ettiği yere seccâdesini yaymış, biz de orada namaz kılışını ve uzun uzun dua edişini haşyetle seyretmiştik. Sonra ev halkı olarak bizler de aynı yerde teberrüken namaz kıldık.
İbrahim -aleyhisselâm- teşrif ettiğinde, kendini:
“-Ben Allâh’ın Halîli’yim.” diye takdim etmiş.
Cebrail -aleyhisselâm- da:
“-Ben, Allâh’ın Cibriliyim!” buyurmuş.
Veysel Karânî hazretleri ise:
“-Ben Veysel Karânîyimmm!..” diyerek “mim”i vurgulayarak selamlamış.
Yine son rahatsızlık günleri idi. Dedeme çorba içirecektik. Arkasına yastıklar koyarak onu rahat bir şekilde oturtmak istedik. Her yastık ilavemizde, az daha öne geliyor ve bir türlü yastığa dayanmıyordu. Ben de:
“-Dedeciğim; lütfen dayanın, rahat edin, çorbanızı içirmeye ben yardımcı olacağım.” diye dayanması için ısrar ediyordum. Sonunda gözlerime bakarak:
“-Ben kulum, kul gibi yerim.” dedi.

Bu bile nasihat olarak yeter! Tam bir nebevî ahlâk...
Meğer o günler, dedemin son günleriymiş. Son ânına kadar kulluk bilincinden taviz vermedi. Medine’deki rahatsızlık döneminde zaman zaman doktorlar eve gelir, kontrollerini yapardı. Biz hanımlar dışarıda endişe ile duâlar ederek beklerdik. Doktor ayrıldıktan sonra içeriye girdiğimizde kendisini pırıl pırıl parlayan gözlerle:
“-Elhamdülillah, hâlime şükrediyorum.” diyerek Rabbine şükreder vaziyette bulurduk. Onun bu hâli, bizleri de rahatlatırdı… 

Kıymetli torunları, Melâhat Akça ve Şeyma Yalçıntaş hanımlara, bu güzel hâtıraları bizimle paylaştıkları ve bizi de o mes’ud günlere götürdükleri için çok teşekkür ederiz. O kadar hissederek anlattılar ki, sanki o ânları yaşamış gibi olduk. Rabbim, cümlemizi Efendi Babamıza lâyık evlâtlar eylesin. Âmin.
Biz de size teşekkür ederiz. Bu vesileyle, dedemi ve o mesud günleri bir defa daha yâd etmiş olduk. Okuyucularımızdan istirhamımız, muhterem dedemi de duâ ve Fâtiha-i Şerifeler ile anmaları… Cenâb-ı Hak, hepimize, bu güzel hayattan ve örnek ahlâktan hisseler nasip etsin. Âmin.

Şebnem Dergisi