“Hakîkatte Allah
dostlarının insanlar tarafından övülmeye, senâ edilmeye ihtiyaçları yoktur.
Çünkü yüce Rabbimiz onları sevmiş, derecelerini âlî eylemiş; onları seveni de
kendisini seviyor saymış. Bu sevilenlerden bir tanesi de Sultânü’l-Ârifîn
Adanalı Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’dir.
Her türlü fazîlet ve
kemâlâtı üzerinde cemeden bu zâtta, Allah ve Peygamber aşkı o derece kuvvetli
tecellî etmişti ki, Rabbimizin izni ile her türlü hâl ve hareketi, Kur’ân-ı
Kerîm ve sünnet ahkâmına uygundu.
Bu bakımdan bu büyük
velînin hâllerini abdestli olarak, büyük bir saygı ve itinâ ile okuyan veya
dinleyen mü’minlerin, mânen istifade edecekleri muhakkaktır.
Zaten onun hayatını
dinleyen, yazan ve okuyan herkes, ister istemez büyük bir edep hâline bürünür.
İnşâallâh, bu röportajımız da Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri’nin özellikle edep
hâlinden örnekler almamıza vesile olur.
O mübârek Allah
dostunu, şimdiye kadar hep sevdiği müridlerinden ve onların hâtıralarından
dinledik, tanımaya çalıştık.
Şimdi de Mahmud Sâmi
Ramazanoğlu Hazretleri’ni, en yakınlarından kendi âile efradından dinleyelim.
Onun kıymetli torunları Melâhat ve Şeyma hanımlar, Mahmud Sâmî Efendi’mizin
yanlarında bulundukları dönemleri ve geçirdikleri güzel günleri, Medîne-i
Münevvere’ye hicretlerini ve ömrünün son anlarını bizimle paylaştılar.
Muhterem Sâmî
Efendimizi daha yakından tanımak, sene-i devriyesinde hasretle yâd etmek, iki
cihanda himmetlerinden istifade etmek niyâzı ile…
Sâmi Efendimiz, nasıl
bir âilede yetişmişler, biraz bahseder misiniz?
Sâmî Dedem Adana’da,
1892 yılında dünyaya gelir. Doğmadan evvel şöyle bir hadise cereyan eder: Büyük
ninemiz Ümmü Gülsüm Hanım, dedeme hâmileyken kapılarına yaşlı bir zât gelir.
Evdeki yardımcı, kapıyı açınca, bu yaşlı zât, evin hanımı olan Ümmü Gülsüm
ninemizi kapıya ister.
Büyük ninemiz,
mahremiyete îtina gösterdiği için yardımcı hanıma:
“-Kızım, ne istiyorsa
veriniz!..” der.
Fakat kapıdaki
zât:
“-Hayır, mutlaka
kendisi ile görüşmem lâzım!” diye ısrar eder. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm
ninemiz, kapının arkasından, ne istediklerini sorar. O yaşlı zât:
“-Kızım, çok büyük
bir insana hâmile olduğunuzu biliyor musunuz? İnşâallah dünyaya geldiğinde
ismini Mahmud Sâmî koyunuz! Sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben’i olacak.”
der ve ardından bir gömlek ister. Gömleği getirdiklerinde o yaşlı zâtı kapıda
bulamazlar. (Allâhu â’lem, bu zât Hızır –aleyhisselâm-’dır.)
Dedemin babası
Müctebâ Ramazanoğlu, Adana’nın mâruf eşrafından, çok zekî, âlim, mükrim ve
nüktedân bir zâttır. Zamanın padişahı, devlet erkânı ve gelen konuklar,
Kervansarayında misafir edilip ikramlanır.
Dedemiz, lise
tahsilini Adana’da tamamlar. Sonra babası üniversite için İstanbul’a yollar. O
günkü ismiyle, “Dâru’l-Fünûn” yani Hukuk Fakültesini
birincilikle bitirir. Hocası Ebu’l-Ulâ Mardin kendisine:
“-Senin nâsiyen,
ahlâkın, ilmin ne güzel!..” diyerek takdirlerini belirtir. Askerliğini de
İstanbul’da tamamlayan dedem, bir müddet Gümüşhanevî dergâhına devam edip sonra
mânevî bir işâretle Pirimiz Es’ad Erbili Hazretleri’nin Kelâmî dergâhına
intisab eder. Sonra da icâzetini alarak Adana’ya döner.
Mahmud Sâmî
Efendimizle Râbia Annemizin izdivaçları, hangi vesile ile ve nasıl olmuş?
Mücteba dedemiz,
oğlunu evlendirmek ister. Münâsib olabilecek üç isim tavsiye edilir. Dedem de,
pîri Es’ad Erbilî Hazretleri’ne danıştığında; Efendi Hazretleri, Râbia Hacı
Annemizi uygun görür.
O zaman büyük
konaklarda oğullar ve gelinler ile hep beraber yaşanmaktadır. Fakat dedemiz,
aynı evde oturmayı, mahremiyeti muhafaza açısından, uygun bulmadığı için ayrı
bir evde oturmak istediğini söyler. Babası ise; bu işi zamana bırakıp, oğlunun
aynı evde oturmaya zamanla râzı olacağını düşünür ve böylece tam beş sene,
Râbia Hacı Annemle nişanlı kalırlar. Müctebâ Dedemiz, sonunda Sâmî Efendi
Dedemizin kararından vazgeçmeyeceğini anlayarak, bahçeye onlar için müstakil
bir ev yaptırır. Yemekler konakta pişip, Hacıannemlerin evine de sini ile
yollanır. Adana’nın bu meşhur lezîz yemeklerinden dedemiz yemez; bulgur pilavı
ve birkaç zeytinle iktifâ eder. Hattâ Râbia Hacı Annem de, efendisi yemediği
için, kendisi de yiyemez, her defasında sini geldiği gibi konağa geri döner..
Bunu gören (Ümmü Gülsüm) Ninemiz yanlarına gelip:
“-Oğlum, niye
yemiyorsunuz? Babanın kazancının helâl olduğunu bilmiyor musun, çok üzülüyorum,
benim de boğazımdan geçmiyor!..” der. Dedem de:
“-Yediğime şükür
elhamdülillâh!..” diyerek annesinin gönlünü almaya çalışır.
Bu şükür ifadesi,
vefat edinceye kadar hep böyle sürer. Özellikle yemesi için ısrar ettiğimizde;
yine mûtâdı üzere:
“-Yediğime şükür
elhamdülillâh!..” derdi.
İcazetini alıp
Adana’ya dönmüş olan dedem, insanları irşad etmek üzere yurt içi seyahatlerine
çıkar. Ve Kayseri’ye gelir. Kayseri ulemasından Ahmet Kirazoğlu, dedemin evine
misafir olur. Babam Ömer Kirazoğlu, o zaman küçük bir çocuktur; mevsimlerden
kış, her yer karlarla kaplıdır. Dedemin kapı önünde çıkardığı pabuçların
üzerinde biriken karları muhabbetle yer. Yıllar sonra da Rabbim onu, o büyük
zâta damat eder.
Çok kıymetli babam da
dedem gibi yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Teknik Üniversite’den yüksek
mimar ve mühendis olarak mezun olur. Ve bütün talebelik hayatı boyunca da genç
arkadaşlarını irşada uğraşır. Kayseri’ye döndüğünde evlendirmek isterler.
Vâsıtalarla şeyhinin kızına tâlip olunur. Hacıannem, uzak memleket diye tek
evladını vermeye gönlü râzı olmaz. Ancak Hacı Sâmî Dedem, bütün ağırlığını
koyarak münâsib gördüğünü ve kızını, bu hayırlı namzede vermek istediğini
söyler. Bu arada Ahmet Kirazoğlu dedemler, uzak mesafe konusunu hassasiyetle
düşünerek:
“-Bin oğlumuz olsa
Efendi Hazretlerine fedâ olsun, Ömer Adana’ya gitsin.” derler. Ve böylelikle
Hacı Annemin de gönlü olur ve biricik kızlarını, babamla evlendirirler.
Babacığımın da ömrü
dedeme, Hacı Anneme ve ihvâna hizmetle geçmiştir. Zaman zaman dedemin, sebebini
çözemediğimiz maddî veya mânevî üzgün hâllerinde Hacı Annem, babamı çağırtıp,
onu neş’elendirmesini isterdi. O da eski-yeni, güzel havâdislerden anlatarak
ihvandan getirdiği iyi haberler ve okuduğu ilahilerle dedemi mesrur ederdi. Bu
vazife de babama has bir durumdur!..
Rabia annemizle Sâmî
Efendi Hazretleri’nin âile hayatı nasıldı?
Dedem, Hacı Anneme
karşı son derece saygılı ve kibardı. Muhabbetini her hâliyle izhar eder, ona
kendini hep özel hissettirdi. Odasına dahî girerken kapıyı tıklatırdı. Biz de
onu örnek alır; hatta kapı açıkken bile tıklatıp girerdik. Geceleri yatağına
geçerken, Hacı Annemin yanına gelir, elini eline alır, tebessümle gözlerinin
içine bakarak musâfaha ederdi.
“-Allah, gecenizi,
gecemizi hayırlı etsin.” diyerek duâlar ederdi. Bu her gece böyle olurdu!
Onların bu sürûr tablosu, bizlere de mutluluk verir, hayatımıza ışık tutardı.
Dedemin böylesi muâmelelerinden son derece hoşnut olan Hacı Annem:
“-Kibâr-ı evliyâ işte
bu!..” derdi.
Kızına, torunlarına
nasıl bir terbiye metodu uygulardı?
Dedem çok ehl-i
tertipti. Düzensizlikten rahatsız olur, ancak hiçbir zaman bizi üzerek kırarak
ikaz etmez; nazik bir şekilde uyarırdı. Yapılan hata ve olumsuzlukları
kesinlikle yüze vurmaz; neden ve niçin kelimelerini aslâ kullanmazdı.
Küçük yaşta anneme,
öğretmek istediği her şeyi güzel bir misalle örneklendirerek, yalnız bir defa
söylerdi. Annem de, babasından gördüğü ve öğrendiği her şeyi küçük yaşından
itibaren hayat boyu kendine düstur edinir.
Bunu herkes yapamaz.
Bu da bir sanat… Allah dostları, ahlâklarıyla da sanat harikası gerçekten… Hem
uyaracaksınız, hem kırmayacaksınız. Rabbim, bize de bu güzel hâllerle
hâllenmeyi nasip buyursun!..
Âmin. Evet, tam ifade
ettiğiniz gibi, bu Allah dostlarına has bir durum…
Namaz husûsunda
tavsiyeleri nelerdi?
Onun bütün hayatı,
ibadet üzre tanzim edilmişti. Namaz hususunda çok hassastı. Namaza vaktinden
evvel hazırlanır, ezân okunmadan evvel abdestini almış olurdu. Mutlaka her
namaz için abdest tazeler:
“-Nûrun alâ nûr!..”
buyururdu.
Kışın biz kıyamaz,
içeriye leğen-ibrik getirir, ılık su ile abdest aldırırdık. Ona ibrikle su
dökerken bile bilinçli ve mu’tedil bir şekilde olmanız gerekirdi. Eğer hızlı ve
bolca dökecek olursak, eliyle ibriğin ağzını kaldırır ve suyun fazla
dökülmesinden rahatsız olurdu. Her hâli, tam bir sünnet üzereydi. Ve bu hâli
hiç zorlanmadan yaşardı, âdeta artık onun fıtrat-ı tabiîyyesi hâline gelmişti.
Siz, en yakınıydınız.
Birinci dereceden hizmet etme imkânı buldunuz.
Elhamdülillah, bütün
ev halkı hizmetine büyük bir iştiyakla koşardık. Yapılan her hizmette rahmeti
sezer, yorulmaz, hatta güç kazanırdık. Elhamdülillah tırnaklarını kesme hizmeti
bana nasip olurdu. Bu, bana özel bir vazifeydi. Ona mahsus takımları alıp
gelir, incitmeden dikkatle yapmaya çalışırdım. Her defasında dedeciğim,
memnuniyetle gözlerime bakarak:
“-Esteıynu fî
külli san’atin bi sâlihi ehlihâ: Her sanatta, o işe ehil olan salih
kimseden yardım isteyiniz.” diye beni taltif ederdi.
Cenâb-ı Hak, size çok
büyük nimetler vermiş, inşâallah iki cihanda bu nimetlerini arttırarak devam
ettirsin.
Elhamdülillah, bunun
farkındayız ve şükründen âciziz.
Râbia Annemiz, Sâmî
Efendimize çok yardımcı olmuş, değil mi? Biraz da Râbia Annemizden bahsedebilir
misiniz?
Hakikaten Hacı Annem,
dedeme Allâh’ın ikramı idi. Her hâliyle ona uygun bir hanımdı. Âdeta birbirleri
için yaratılmış, birbirlerine nîmet olmuşlardı.
Hacı Annem çok güzel
bir müslümandı, hayatı boyunca hiç namaz borcu yoktu, nâmahrem günahı yoktu ve
bir defa dahî çarşıya gitmemişti. Son derece temiz, tertipli, cömert; onca
ihvana kapısını açmış, köyden, kentten gelen her türlü misafiri yedirmiş,
yatırmış, gönüllerini hoş etmişti.
Ramazanlarda ve diğer
günlerde evimizde hep dâvetler olurdu. Hacı Annem, mutlaka yemeklerin başına
geçer ve çok bol yapılmasını isterdi. Yemekler bolca ikram edilmeli, yenmeli ve
de artmalı ki; misafirlere paketlenerek evlerine yollanmalıydı. Hacı Annemin
içi ancak böyle mutmain olurdu.
Yola gidenlere,
yoldan gelenlere, hastalara tepsilerle yemek yollardı. Muharrem ayında aşûre
çok büyük tencerelerle pişirilir ve büyük çorba kaseleriyle dağıtılırdı.
Aşurenin üzerine konan yemişler, özenle kavrulur ve bolca kullanılırdı. Herkes
onun aşuresini beklerdi.
Siz Râbia Annemizin,
Efendisine desteğini anlatırken aklıma Hazret-i Hatice Annemizin Peygamber
Efendimiz’e her hâlükârda yapmaya çalıştığı maddî-mânevî yardımları geldi.
Gerçekten aynen onun
gibiydi. Şefkatle vakar, bir insana bu kadar mı yakışır?! Dînî hususlarda
tavizsiz, sevgi ve ikramda akar su gibiydi.
Râbia Annemiz, Sâmi
Efendi Hazretlerinden sonra vefat etmiş, değil mi?
Evet, iki sene sonra…
Zaten dedem de arkasından çok gecikmeyeceğini işaret etmişti. Hacı Annemin
vefatı da hayatı gibi ibretliydi. Ölüme çok hazırdı ve hiç korkmazdı. Hacı
Annem çok güzel yaşadı ve imrenilecek bir şekilde Rabbine kavuştu.
Sene 1986, Kasım ayı,
günlerden Perşembe…. Hacı Annem kalkıyor, evin mû’tad temizliği yapılıyor.
Çeşitli yemekler hazırlanıyor, kendisi de banyosunu yapıp saçlarını tarıyor,
tırnaklarını kesiyor. Tertemiz giyinip, beyaz örtüsünü örtüyor. Sanki her
hâliyle gidişe hazırlanıyor. Ve ikindiden sonra bir hasta ziyaretine gidiyorlar.
Akşamüstü eve dönüldüğünde sofrayı hazırlatıp, hepimizi yemeğe çağırıyor. Biz
de yatsı namazlarımızı kılıp Hacı Annemin yer sofrasının etrafına diziliyoruz.
Kendisi de yatsı namazını ezanla kıldığı için son vaktini de edâ etmiş oluyor.
Sofrada Hacı Annem tam
karşımda oturuyordu. Daha bir lokma almıştık ki; Hacı Annem gözlerini kapamış,
sessiz sedâsız, sağ yana doğru yavaş yavaş eğiliyordu.
“-Hacı Anneme bakın!
Bir şey oluyor!..” dememle hepimiz yerimizden fırladık ve onu hemen oradaki yer
minderine uzattık.
“-Hak!” dedi ve her
şey bitti! Ama inanmak istemiyor; bir şeyler yapmak için çırpınıyorduk. Daha
erkekler Harem-i Şerif’ten, yatsı namazından çıkmamışlardı. Kimseye
ulaşamıyorduk. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. İkindide hasta
ziyaretine gittiği eve, bu acı haber ulaştığında kat’iyen inanmamışlar:
“-İmkânsız, başka
Hacı Annedir; Rabia Hacıanne daha ikindi vakti bizdeydi!..” diye bir türlü
kabullenememişler.
İşte böyle… Hacı
Annem, çok güzel yaşadı ve çok daha güzel bir şekilde Rabbine kavuştu. Allah
rahmet eylesin, şefaatlerine nail eylesin.
Sâmi Efendi
Hazretleri, Medîne’ye hicrete nasıl karar vermişler? Âilece hep beraber hicret
edildi, değil mi? Hicretiniz nasıl oldu?
Hicret!… Âni verilmiş
bir karar değildi! Âilemizin bütün fertlerinde Medîne’de yaşama aşkı vardı.
Hicret, sürekli konuşulur, hiç gündemimizden düşmezdi. Herkesin hayali, orada
yaşamak idi.
Sene 1977 Nisan ayı;
hicretten önceki son umreydi. Yine bütün âile fertleri ve ihvanın ileri
gelenleri ile Medine-i Münevvere’ye gidilmişti.
Annem:
“-Giderken hazırlıklı
olun. Biz büyüklere ve zuhûrâta tâbîyiz. Kalın derlerse, kalırız!..” diye bizi
uyarmıştı.
Ama o sene,
umre ve Medine ziyaretimizden sonra İstanbul’a geri dönüldü.
Fakat o sefer
esnasında çok değişik bir hadise yaşanmıştı. Dedem, büyük bir ihvan grubu ile
Medine-i Münevvere’de ikamet eden, Pakistanlı Şeyh Ziyaeddin Efendi
Hazretleri’nin evine ziyarete gidiyorlar. Misafirleri, oğlu Fadlurrahman
Efendi karşılıyor. Ayakta sarılıp musafahalaşıldıktan sonra oturuluyor
ve 45 dakika süresince hiçbir kelime konuşulmadan boyunlar bükülü, gözler
kapalı, sükût sohbeti yapılıyor. Kimi sessiz ağlıyor, kimileri kendinden geçmiş
vecd hâlinde... Gönülleri çok farklı boyutlara götüren bir âlem yaşanıyor. Sâmî
Efendi Hazretlerinden gelen bir sinyalle, herkes bir anda ayağa kalkıp
vedâlaşılıp dağılınıyor.
Yıl 1979, 11 Ekim…
Günlerden Perşembe... Hüzünlü bir sonbahar günü… İhvan ağlıyor. Bizler çok
heyecanlıyız. 12 kişi âile efrâdımız ve yakın ihvan grubu, hava limanına
ulaşıyoruz. Uçağa bindiğimizde en önde; Dedem ve Hacı Annem oturuyorlar.
Arkasında bizler ve daha sonra da ihvanlar… Koridorun sağındaki en önde ise;
Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, âilesi ve arkada da ihvanı oturuyor. Bu nasıl
bir tertib-i İlâhîdir?! …..
Dedem, sağ
elinin baş ve işaret parmağıyla iki kaşının ortasını tutarak yol boyu gözyaşı
döküyor. Onu daha önce hiç böyle görmediğimiz için, hepimiz üzülüyor ve bir şey
de yapamıyoruz. Hacı Annem, annem ve hatta babam, bir türlü gözyaşını
dindiremiyorlar. Herhâlde ihvandan ve vatandan son ayrılığın gözyaşları diye
yorumluyoruz….
Hicret etmek kolay
değil!.. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Medîne’ye hicret
ederken Mekke’ye dönerek gözyaşları içinde, “Ey Allah katında,
Beldelerin en güzeli!.. Vallâhi, senden zorla çıkarılmış olmasaydım, aslâ
çıkmaz, başka bir yeri yurt edinmezdim.” buyuruyor. Belki Efendi
Hazretleri de bir hicret mahzunluğu yaşamıştır. İhvânlarından, vatanından
ayrılıyordu tabiî... Mahmud Sâmî Efendimizle seyahatleriniz nasıl olurdu?
Yurtiçi
seyahatlerimiz, genellikle Afyon Sandıklı Kaplıcaları ya da Bursa’ya olurdu.
Arabayı, Hacı Musa Topbaş Bey Amca veya şoförü kullanırdı. Musa Efendi, çok
güzel araba kullanırdı. Yollar şimdiki gibi düzgün ve asfalt değil; stablize,
çakıl taşlı idi. O, büyük bir dikkat ile yolcularını sarsmadan menzile
ulaştırırdı. Büyük Chavrole arabaya babam ortaya oturur; dedem de cam kenarında
olurdu. Arkasında Hacı Annem, yanına da annemle ben otururduk. Arabanın içinde
çıtımız çıkmazdı. Öksürmek, hapşırmaktan dahî haya ederdik, ama bu bize açıkça
tembih edilmemişti. Öyle olması gerekirdi ki; öyle de olurdu! Dedeciğim,
seyahatlerde yanında akide şekeri ve küçük nane şekerleri bulundururdu. Babama
verir; o da önce araba kullanana ikram eder, sonra bize, arkaya uzatırdı. Biz
de sessizce alır ve yerdik.
Mûsâ Efendimiz, Râbia
annemizi anlatırken, “O kadar hizmetlerinde bulundum, Hacı Râbia
Annemin sesini duymadım.”demişlerdi.
Doğrudur. Evimizde
misafir olduğunda, bırakın ses duyurmayı, mutfaktan tabak-kaşık sesi dahî
çıkmamasına dikkat edilirdi.
Mahmud Sâmî Efendi
Hazretleri ile Mûsâ Topbaş Efendimizin muhabbetleri nasıldı?
Musa Efendi, çok özel
bir insandı. Kibar ve zarifdi. Her hafta Dedemle mû’tad görüşmeleri olurdu.
Dedeme ihvandan haberler getirirdi. O da büyük bir ilgiyle dinler, gerekli
tavsiyelerde bulunurdu. Musa Efendi, ikramı çok sever, getirdiği hediyeleri
beyaz kâğıtlara özenle kendisi ambalajlardı. Medine’ye âilemizin bütün
fertlerine hediyeler yollar, paketlerin zarâfetinden kendisinin yaptığı
anlaşılırdı. Üzerindeki etiketlerde yine onun inci gibi yazısı ile hepimize
hitabı olurdu.
Sâmî Efendi
Hazretleri’nin âile efradına özel sohbetleri olur muydu? Nelerden
bahsederlerdi?
Tabiî olurdu. Zaten
onun bütün konuşmaları sohbetti. Her yanına girdiğimizde, özellikle de nefsi
tezkiye ve kalbi tasfiyenin zarurî gerekliliğini vurgulardı.
Bunun için de:
1- Namazı huşû ve
huzur ile kılmalı,
2- Teheccüde
kalkmalı,
3- Zikrullâha devam
etmeli,
4- Oruç tutmalı ve az
yemeli,
5- Sâlihlerle beraber
olmalı.
Ancak bu beş şeye
devam ile nefsi tezkiye, kalbi tasfiye etmek mümkün olur, nefis kademe atlar
buyururlar:
“Boşuna
yaratıldığınızı mı zannediyorsunuz?!” âyet-i
kerîmesini de çok okurlardı.
Mahmud Sâmî
Efendi’nin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetleri
nasıldı?
Muazzam bir sevgisi
vardı. Mübarek Medine’de yaşadığı süre boyunca hiç ayaklarını uzatmadı. Hep
ayaklarını kıvırarak oturup yattığından, dizleri bükülü bir şekilde
kireçlenmişti. Vefatında da sağ yanına dönük, dizleri büküktü. Hacı Musa Efendi
gelip bu hâli gördüğünde:
“-Efendimiz edeb
üzere yaşadı; edep üzere vefat etti!..” demişti…
Efendi Hazretleri’nin
son zamanlarından da biraz bahseder misiniz?
Dedem kerâmetlere çok
önem vermez, kendisi de gizli hâlleri, mânevî durumları izhar etmezdi.
Yalnız son
zamanlarda, Abdullah bin Mes’ud -radıyallahu anh-’ın, Veysel Karânî
Hazretleri’nin, İbrahim -aleyhisselam-’ın, Cebrail -aleyhisselam-’ın kendisini
ziyarete geldiklerini söylemiş ve onların durduğu yeri işaret ederek:
“-Beni oraya indirin,
namaz kılacağım!..” demişti.
İşaret ettiği yere
seccâdesini yaymış, biz de orada namaz kılışını ve uzun uzun dua edişini
haşyetle seyretmiştik. Sonra ev halkı olarak bizler de aynı yerde teberrüken
namaz kıldık.
İbrahim
-aleyhisselâm- teşrif ettiğinde, kendini:
“-Ben Allâh’ın
Halîli’yim.” diye takdim etmiş.
Cebrail
-aleyhisselâm- da:
“-Ben, Allâh’ın
Cibriliyim!” buyurmuş.
Veysel Karânî
hazretleri ise:
“-Ben Veysel
Karânîyimmm!..” diyerek “mim”i vurgulayarak selamlamış.
Yine son rahatsızlık
günleri idi. Dedeme çorba içirecektik. Arkasına yastıklar koyarak onu rahat bir
şekilde oturtmak istedik. Her yastık ilavemizde, az daha öne geliyor ve bir
türlü yastığa dayanmıyordu. Ben de:
“-Dedeciğim; lütfen
dayanın, rahat edin, çorbanızı içirmeye ben yardımcı olacağım.” diye dayanması
için ısrar ediyordum. Sonunda gözlerime bakarak:
“-Ben kulum, kul gibi
yerim.” dedi.
Bu bile nasihat
olarak yeter! Tam bir nebevî ahlâk...
Meğer o günler,
dedemin son günleriymiş. Son ânına kadar kulluk bilincinden taviz vermedi.
Medine’deki rahatsızlık döneminde zaman zaman doktorlar eve gelir,
kontrollerini yapardı. Biz hanımlar dışarıda endişe ile duâlar ederek
beklerdik. Doktor ayrıldıktan sonra içeriye girdiğimizde kendisini pırıl pırıl
parlayan gözlerle:
“-Elhamdülillah,
hâlime şükrediyorum.” diyerek Rabbine şükreder vaziyette bulurduk. Onun bu
hâli, bizleri de rahatlatırdı…
Kıymetli torunları,
Melâhat Akça ve Şeyma Yalçıntaş hanımlara, bu güzel hâtıraları bizimle
paylaştıkları ve bizi de o mes’ud günlere götürdükleri için çok teşekkür
ederiz. O kadar hissederek anlattılar ki, sanki o ânları yaşamış gibi olduk.
Rabbim, cümlemizi Efendi Babamıza lâyık evlâtlar eylesin. Âmin.
Biz de size teşekkür ederiz. Bu vesileyle, dedemi ve o
mesud günleri bir defa daha yâd etmiş olduk. Okuyucularımızdan istirhamımız,
muhterem dedemi de duâ ve Fâtiha-i Şerifeler ile anmaları… Cenâb-ı Hak, hepimize,
bu güzel hayattan ve örnek ahlâktan hisseler nasip etsin. Âmin.
Şebnem Dergisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder