9 Mart 2014 Pazar

"Kibâr-ı Evliyâ, İşte Bu" - Mahmud Sami Ramazanoğlu

“Hakîkatte Allah dostlarının insanlar tarafından övülmeye, senâ edilmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü yüce Rabbimiz onları sevmiş, derecelerini âlî eylemiş; onları seveni de kendisini seviyor saymış. Bu sevilenlerden bir tanesi de Sultânü’l-Ârifîn Adanalı Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’dir.
Her türlü fazîlet ve kemâlâtı üzerinde cemeden bu zâtta, Allah ve Peygamber aşkı o derece kuvvetli tecellî etmişti ki, Rabbimizin izni ile her türlü hâl ve hareketi, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet ahkâmına uygundu.
Bu bakımdan bu büyük velînin hâllerini abdestli olarak, büyük bir saygı ve itinâ ile okuyan veya dinleyen mü’minlerin, mânen istifade edecekleri muhakkaktır.
Zaten onun hayatını dinleyen, yazan ve okuyan herkes, ister istemez büyük bir edep hâline bürünür. İnşâallâh, bu röportajımız da Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri’nin özellikle edep hâlinden örnekler almamıza vesile olur. 
 O mübârek Allah dostunu, şimdiye kadar hep sevdiği müridlerinden ve onların hâtıralarından dinledik, tanımaya çalıştık.
Şimdi de Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’ni, en yakınlarından kendi âile efradından dinleyelim. Onun kıymetli torunları Melâhat ve Şeyma hanımlar, Mahmud Sâmî Efendi’mizin yanlarında bulundukları dönemleri ve geçirdikleri güzel günleri, Medîne-i Münevvere’ye hicretlerini ve ömrünün son anlarını bizimle paylaştılar.
Muhterem Sâmî Efendimizi daha yakından tanımak, sene-i devriyesinde hasretle yâd etmek, iki cihanda himmetlerinden istifade etmek niyâzı ile…

Sâmi Efendimiz, nasıl bir âilede yetişmişler, biraz bahseder misiniz?
Sâmî Dedem Adana’da, 1892 yılında dünyaya gelir. Doğmadan evvel şöyle bir hadise cereyan eder: Büyük ninemiz Ümmü Gülsüm Hanım, dedeme hâmileyken kapılarına yaşlı bir zât gelir. Evdeki yardımcı, kapıyı açınca, bu yaşlı zât, evin hanımı olan Ümmü Gülsüm ninemizi kapıya ister.
Büyük ninemiz, mahremiyete îtina gösterdiği için yardımcı hanıma:
“-Kızım, ne istiyorsa veriniz!..” der.
 Fakat kapıdaki zât:
“-Hayır, mutlaka kendisi ile görüşmem lâzım!” diye ısrar eder. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm ninemiz, kapının arkasından, ne istediklerini sorar. O yaşlı zât:
“-Kızım, çok büyük bir insana hâmile olduğunuzu biliyor musunuz? İnşâallah dünyaya geldiğinde ismini Mahmud Sâmî koyunuz! Sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben’i olacak.” der ve ardından bir gömlek ister. Gömleği getirdiklerinde o yaşlı zâtı kapıda bulamazlar. (Allâhu â’lem, bu zât Hızır –aleyhisselâm-’dır.)
Dedemin babası Müctebâ Ramazanoğlu, Adana’nın mâruf eşrafından, çok zekî, âlim, mükrim ve nüktedân bir zâttır. Zamanın padişahı, devlet erkânı ve gelen konuklar, Kervansarayında misafir edilip ikramlanır.
Dedemiz, lise tahsilini Adana’da tamamlar. Sonra babası üniversite için İstanbul’a yollar. O günkü ismiyle, “Dâru’l-Fünûn” yani Hukuk Fakültesini birincilikle bitirir. Hocası Ebu’l-Ulâ Mardin kendisine:
“-Senin nâsiyen, ahlâkın, ilmin ne güzel!..” diyerek takdirlerini belirtir. Askerliğini de İstanbul’da tamamlayan dedem, bir müddet Gümüşhanevî dergâhına devam edip sonra mânevî bir işâretle Pirimiz Es’ad Erbili Hazretleri’nin Kelâmî dergâhına intisab eder. Sonra da icâzetini alarak Adana’ya döner.

Mahmud Sâmî Efendimizle Râbia Annemizin izdivaçları, hangi vesile ile ve nasıl olmuş?
Mücteba dedemiz, oğlunu evlendirmek ister. Münâsib olabilecek üç isim tavsiye edilir. Dedem de, pîri Es’ad Erbilî Hazretleri’ne danıştığında; Efendi Hazretleri, Râbia Hacı Annemizi uygun görür. 
O zaman büyük konaklarda oğullar ve gelinler ile hep beraber yaşanmaktadır. Fakat dedemiz, aynı evde oturmayı, mahremiyeti muhafaza açısından, uygun bulmadığı için ayrı bir evde oturmak istediğini söyler. Babası ise; bu işi zamana bırakıp, oğlunun aynı evde oturmaya zamanla râzı olacağını düşünür ve böylece tam beş sene, Râbia Hacı Annemle nişanlı kalırlar. Müctebâ Dedemiz, sonunda Sâmî Efendi Dedemizin kararından vazgeçmeyeceğini anlayarak, bahçeye onlar için müstakil bir ev yaptırır. Yemekler konakta pişip, Hacıannemlerin evine de sini ile yollanır. Adana’nın bu meşhur lezîz yemeklerinden dedemiz yemez; bulgur pilavı ve birkaç zeytinle iktifâ eder. Hattâ Râbia Hacı Annem de, efendisi yemediği için, kendisi de yiyemez, her defasında sini geldiği gibi konağa geri döner.. Bunu gören (Ümmü Gülsüm) Ninemiz yanlarına gelip:
“-Oğlum, niye yemiyorsunuz? Babanın kazancının helâl olduğunu bilmiyor musun, çok üzülüyorum, benim de boğazımdan geçmiyor!..” der. Dedem de:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” diyerek annesinin gönlünü almaya çalışır.
Bu şükür ifadesi, vefat edinceye kadar hep böyle sürer. Özellikle yemesi için ısrar ettiğimizde; yine mûtâdı üzere:
“-Yediğime şükür elhamdülillâh!..” derdi.
İcazetini alıp Adana’ya dönmüş olan dedem, insanları irşad etmek üzere yurt içi seyahatlerine çıkar. Ve Kayseri’ye gelir. Kayseri ulemasından Ahmet Kirazoğlu, dedemin evine misafir olur. Babam Ömer Kirazoğlu, o zaman küçük bir çocuktur; mevsimlerden kış, her yer karlarla kaplıdır. Dedemin kapı önünde çıkardığı pabuçların üzerinde biriken karları muhabbetle yer. Yıllar sonra da Rabbim onu, o büyük zâta damat eder.
Çok kıymetli babam da dedem gibi yüksek tahsilini İstanbul’da yapar. Teknik Üniversite’den yüksek mimar ve mühendis olarak mezun olur. Ve bütün talebelik hayatı boyunca da genç arkadaşlarını irşada uğraşır. Kayseri’ye döndüğünde evlendirmek isterler. Vâsıtalarla şeyhinin kızına tâlip olunur. Hacıannem, uzak memleket diye tek evladını vermeye gönlü râzı olmaz. Ancak Hacı Sâmî Dedem, bütün ağırlığını koyarak münâsib gördüğünü ve kızını, bu hayırlı namzede vermek istediğini söyler. Bu arada Ahmet Kirazoğlu dedemler, uzak mesafe konusunu hassasiyetle düşünerek:
“-Bin oğlumuz olsa Efendi Hazretlerine fedâ olsun, Ömer Adana’ya gitsin.” derler. Ve böylelikle Hacı Annemin de gönlü olur ve biricik kızlarını, babamla evlendirirler.
Babacığımın da ömrü dedeme, Hacı Anneme ve ihvâna hizmetle geçmiştir. Zaman zaman dedemin, sebebini çözemediğimiz maddî veya mânevî üzgün hâllerinde Hacı Annem, babamı çağırtıp, onu neş’elendirmesini isterdi. O da eski-yeni, güzel havâdislerden anlatarak ihvandan getirdiği iyi haberler ve okuduğu ilahilerle dedemi mesrur ederdi. Bu vazife de babama has bir durumdur!..

Rabia annemizle Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile hayatı nasıldı? 
Dedem, Hacı Anneme karşı son derece saygılı ve kibardı. Muhabbetini her hâliyle izhar eder, ona kendini hep özel hissettirdi. Odasına dahî girerken kapıyı tıklatırdı. Biz de onu örnek alır; hatta kapı açıkken bile tıklatıp girerdik. Geceleri yatağına geçerken, Hacı Annemin yanına gelir, elini eline alır, tebessümle gözlerinin içine bakarak musâfaha ederdi.
“-Allah, gecenizi, gecemizi hayırlı etsin.” diyerek duâlar ederdi. Bu her gece böyle olurdu! Onların bu sürûr tablosu, bizlere de mutluluk verir, hayatımıza ışık tutardı. Dedemin böylesi muâmelelerinden son derece hoşnut olan Hacı Annem:
“-Kibâr-ı evliyâ işte bu!..” derdi.

Kızına, torunlarına nasıl bir terbiye metodu uygulardı?
Dedem çok ehl-i tertipti. Düzensizlikten rahatsız olur, ancak hiçbir zaman bizi üzerek kırarak ikaz etmez; nazik bir şekilde uyarırdı. Yapılan hata ve olumsuzlukları kesinlikle yüze vurmaz; neden ve niçin kelimelerini aslâ kullanmazdı.
Küçük yaşta anneme, öğretmek istediği her şeyi güzel bir misalle örneklendirerek, yalnız bir defa söylerdi. Annem de, babasından gördüğü ve öğrendiği her şeyi küçük yaşından itibaren hayat boyu kendine düstur edinir.

Bunu herkes yapamaz. Bu da bir sanat… Allah dostları, ahlâklarıyla da sanat harikası gerçekten… Hem uyaracaksınız, hem kırmayacaksınız. Rabbim, bize de bu güzel hâllerle hâllenmeyi nasip buyursun!..
Âmin. Evet, tam ifade ettiğiniz gibi, bu Allah dostlarına has bir durum…

Namaz husûsunda tavsiyeleri nelerdi?
Onun bütün hayatı, ibadet üzre tanzim edilmişti. Namaz hususunda çok hassastı. Namaza vaktinden evvel hazırlanır, ezân okunmadan evvel abdestini almış olurdu. Mutlaka her namaz için abdest tazeler:
“-Nûrun alâ nûr!..” buyururdu.
Kışın biz kıyamaz, içeriye leğen-ibrik getirir, ılık su ile abdest aldırırdık. Ona ibrikle su dökerken bile bilinçli ve mu’tedil bir şekilde olmanız gerekirdi. Eğer hızlı ve bolca dökecek olursak, eliyle ibriğin ağzını kaldırır ve suyun fazla dökülmesinden rahatsız olurdu. Her hâli, tam bir sünnet üzereydi. Ve bu hâli hiç zorlanmadan yaşardı, âdeta artık onun fıtrat-ı tabiîyyesi hâline gelmişti.

Siz, en yakınıydınız. Birinci dereceden hizmet etme imkânı buldunuz.
Elhamdülillah, bütün ev halkı hizmetine büyük bir iştiyakla koşardık. Yapılan her hizmette rahmeti sezer, yorulmaz, hatta güç kazanırdık. Elhamdülillah tırnaklarını kesme hizmeti bana nasip olurdu. Bu, bana özel bir vazifeydi. Ona mahsus takımları alıp gelir, incitmeden dikkatle yapmaya çalışırdım. Her defasında dedeciğim, memnuniyetle gözlerime bakarak:
“-Esteıynu fî külli san’atin bi sâlihi ehlihâ: Her sanatta, o işe ehil olan salih kimseden yardım isteyiniz.” diye beni taltif ederdi.

Cenâb-ı Hak, size çok büyük nimetler vermiş, inşâallah iki cihanda bu nimetlerini arttırarak devam ettirsin.
Elhamdülillah, bunun farkındayız ve şükründen âciziz.

Râbia Annemiz, Sâmî Efendimize çok yardımcı olmuş, değil mi? Biraz da Râbia Annemizden bahsedebilir misiniz?
Hakikaten Hacı Annem, dedeme Allâh’ın ikramı idi. Her hâliyle ona uygun bir hanımdı. Âdeta birbirleri için yaratılmış, birbirlerine nîmet olmuşlardı.
Hacı Annem çok güzel bir müslümandı, hayatı boyunca hiç namaz borcu yoktu, nâmahrem günahı yoktu ve bir defa dahî çarşıya gitmemişti. Son derece temiz, tertipli, cömert; onca ihvana kapısını açmış, köyden, kentten gelen her türlü misafiri yedirmiş, yatırmış, gönüllerini hoş etmişti.
Ramazanlarda ve diğer günlerde evimizde hep dâvetler olurdu. Hacı Annem, mutlaka yemeklerin başına geçer ve çok bol yapılmasını isterdi. Yemekler bolca ikram edilmeli, yenmeli ve de artmalı ki; misafirlere paketlenerek evlerine yollanmalıydı. Hacı Annemin içi ancak böyle mutmain olurdu.
Yola gidenlere, yoldan gelenlere, hastalara tepsilerle yemek yollardı. Muharrem ayında aşûre çok büyük tencerelerle pişirilir ve büyük çorba kaseleriyle dağıtılırdı. Aşurenin üzerine konan yemişler, özenle kavrulur ve bolca kullanılırdı. Herkes onun aşuresini beklerdi.

Siz Râbia Annemizin, Efendisine desteğini anlatırken aklıma Hazret-i Hatice Annemizin Peygamber Efendimiz’e her hâlükârda yapmaya çalıştığı maddî-mânevî yardımları geldi.
Gerçekten aynen onun gibiydi. Şefkatle vakar, bir insana bu kadar mı yakışır?! Dînî hususlarda tavizsiz, sevgi ve ikramda akar su gibiydi.

Râbia Annemiz, Sâmi Efendi Hazretlerinden sonra vefat etmiş, değil mi?
Evet, iki sene sonra… Zaten dedem de arkasından çok gecikmeyeceğini işaret etmişti. Hacı Annemin vefatı da hayatı gibi ibretliydi. Ölüme çok hazırdı ve hiç korkmazdı. Hacı Annem çok güzel yaşadı ve imrenilecek bir şekilde Rabbine kavuştu.
Sene 1986, Kasım ayı, günlerden Perşembe…. Hacı Annem kalkıyor, evin mû’tad temizliği yapılıyor. Çeşitli yemekler hazırlanıyor, kendisi de banyosunu yapıp saçlarını tarıyor, tırnaklarını kesiyor. Tertemiz giyinip, beyaz örtüsünü örtüyor. Sanki her hâliyle gidişe hazırlanıyor. Ve ikindiden sonra bir hasta ziyaretine gidiyorlar. Akşamüstü eve dönüldüğünde sofrayı hazırlatıp, hepimizi yemeğe çağırıyor. Biz de yatsı namazlarımızı kılıp Hacı Annemin yer sofrasının etrafına diziliyoruz. Kendisi de yatsı namazını ezanla kıldığı için son vaktini de edâ etmiş oluyor.
Sofrada Hacı Annem tam karşımda oturuyordu. Daha bir lokma almıştık ki; Hacı Annem gözlerini kapamış, sessiz sedâsız, sağ yana doğru yavaş yavaş eğiliyordu.
“-Hacı Anneme bakın! Bir şey oluyor!..” dememle hepimiz yerimizden fırladık ve onu hemen oradaki yer minderine uzattık.
“-Hak!” dedi ve her şey bitti! Ama inanmak istemiyor; bir şeyler yapmak için çırpınıyorduk. Daha erkekler Harem-i Şerif’ten, yatsı namazından çıkmamışlardı. Kimseye ulaşamıyorduk. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. İkindide hasta ziyaretine gittiği eve, bu acı haber ulaştığında kat’iyen inanmamışlar:
“-İmkânsız, başka Hacı Annedir; Rabia Hacıanne daha ikindi vakti bizdeydi!..” diye bir türlü kabullenememişler.
İşte böyle… Hacı Annem, çok güzel yaşadı ve çok daha güzel bir şekilde Rabbine kavuştu. Allah rahmet eylesin, şefaatlerine nail eylesin.

Sâmi Efendi Hazretleri, Medîne’ye hicrete nasıl karar vermişler? Âilece hep beraber hicret edildi, değil mi? Hicretiniz nasıl oldu?
Hicret!… Âni verilmiş bir karar değildi! Âilemizin bütün fertlerinde Medîne’de yaşama aşkı vardı. Hicret, sürekli konuşulur, hiç gündemimizden düşmezdi. Herkesin hayali, orada yaşamak idi.
Sene 1977 Nisan ayı; hicretten önceki son umreydi. Yine bütün âile fertleri ve ihvanın ileri gelenleri ile Medine-i Münevvere’ye gidilmişti.
Annem:
“-Giderken hazırlıklı olun. Biz büyüklere ve zuhûrâta tâbîyiz. Kalın derlerse, kalırız!..” diye bizi uyarmıştı.
 Ama o sene, umre ve Medine ziyaretimizden sonra İstanbul’a geri dönüldü.
 Fakat o sefer esnasında çok değişik bir hadise yaşanmıştı. Dedem, büyük bir ihvan grubu ile Medine-i Münevvere’de ikamet eden, Pakistanlı Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretleri’nin evine ziyarete gidiyorlar. Misafirleri, oğlu Fadlurrahman Efendi karşılıyor. Ayakta sarılıp musafahalaşıldıktan sonra oturuluyor ve 45 dakika süresince hiçbir kelime konuşulmadan boyunlar bükülü, gözler kapalı, sükût sohbeti yapılıyor. Kimi sessiz ağlıyor, kimileri kendinden geçmiş vecd hâlinde... Gönülleri çok farklı boyutlara götüren bir âlem yaşanıyor. Sâmî Efendi Hazretlerinden gelen bir sinyalle, herkes bir anda ayağa kalkıp vedâlaşılıp dağılınıyor.
Yıl 1979, 11 Ekim… Günlerden Perşembe... Hüzünlü bir sonbahar günü… İhvan ağlıyor. Bizler çok heyecanlıyız. 12 kişi âile efrâdımız ve yakın ihvan grubu, hava limanına ulaşıyoruz. Uçağa bindiğimizde en önde; Dedem ve Hacı Annem oturuyorlar. Arkasında bizler ve daha sonra da ihvanlar… Koridorun sağındaki en önde ise; Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, âilesi ve arkada da ihvanı oturuyor. Bu nasıl bir tertib-i İlâhîdir?! …..
 Dedem, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla iki kaşının ortasını tutarak yol boyu gözyaşı döküyor. Onu daha önce hiç böyle görmediğimiz için, hepimiz üzülüyor ve bir şey de yapamıyoruz. Hacı Annem, annem ve hatta babam, bir türlü gözyaşını dindiremiyorlar. Herhâlde ihvandan ve vatandan son ayrılığın gözyaşları diye yorumluyoruz….

Hicret etmek kolay değil!.. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Medîne’ye hicret ederken Mekke’ye dönerek gözyaşları içinde, “Ey Allah katında, Beldelerin en güzeli!.. Vallâhi, senden zorla çıkarılmış olmasaydım, aslâ çıkmaz, başka bir yeri yurt edinmezdim.” buyuruyor. Belki Efendi Hazretleri de bir hicret mahzunluğu yaşamıştır. İhvânlarından, vatanından ayrılıyordu tabiî... Mahmud Sâmî Efendimizle seyahatleriniz nasıl olurdu?
Yurtiçi seyahatlerimiz, genellikle Afyon Sandıklı Kaplıcaları ya da Bursa’ya olurdu. Arabayı, Hacı Musa Topbaş Bey Amca veya şoförü kullanırdı. Musa Efendi, çok güzel araba kullanırdı. Yollar şimdiki gibi düzgün ve asfalt değil; stablize, çakıl taşlı idi. O, büyük bir dikkat ile yolcularını sarsmadan menzile ulaştırırdı. Büyük Chavrole arabaya babam ortaya oturur; dedem de cam kenarında olurdu. Arkasında Hacı Annem, yanına da annemle ben otururduk. Arabanın içinde çıtımız çıkmazdı. Öksürmek, hapşırmaktan dahî haya ederdik, ama bu bize açıkça tembih edilmemişti. Öyle olması gerekirdi ki; öyle de olurdu! Dedeciğim, seyahatlerde yanında akide şekeri ve küçük nane şekerleri bulundururdu. Babama verir; o da önce araba kullanana ikram eder, sonra bize, arkaya uzatırdı. Biz de sessizce alır ve yerdik. 

Mûsâ Efendimiz, Râbia annemizi anlatırken, “O kadar hizmetlerinde bulundum, Hacı Râbia Annemin sesini duymadım.”demişlerdi.
Doğrudur. Evimizde misafir olduğunda, bırakın ses duyurmayı, mutfaktan tabak-kaşık sesi dahî çıkmamasına dikkat edilirdi.

Mahmud Sâmî Efendi Hazretleri ile Mûsâ Topbaş Efendimizin muhabbetleri nasıldı?
Musa Efendi, çok özel bir insandı. Kibar ve zarifdi. Her hafta Dedemle mû’tad görüşmeleri olurdu. Dedeme ihvandan haberler getirirdi. O da büyük bir ilgiyle dinler, gerekli tavsiyelerde bulunurdu. Musa Efendi, ikramı çok sever, getirdiği hediyeleri beyaz kâğıtlara özenle kendisi ambalajlardı. Medine’ye âilemizin bütün fertlerine hediyeler yollar, paketlerin zarâfetinden kendisinin yaptığı anlaşılırdı. Üzerindeki etiketlerde yine onun inci gibi yazısı ile hepimize hitabı olurdu.

Sâmî Efendi Hazretleri’nin âile efradına özel sohbetleri olur muydu? Nelerden bahsederlerdi?
Tabiî olurdu. Zaten onun bütün konuşmaları sohbetti. Her yanına girdiğimizde, özellikle de nefsi tezkiye ve kalbi tasfiyenin zarurî gerekliliğini vurgulardı.
Bunun için de:
1- Namazı huşû ve huzur ile kılmalı,
2- Teheccüde kalkmalı,
3- Zikrullâha devam etmeli,
4- Oruç tutmalı ve az yemeli,
5- Sâlihlerle beraber olmalı.
Ancak bu beş şeye devam ile nefsi tezkiye, kalbi tasfiye etmek mümkün olur, nefis kademe atlar buyururlar:
“Boşuna yaratıldığınızı mı zannediyorsunuz?!” âyet-i kerîmesini de çok okurlardı.

Mahmud Sâmî Efendi’nin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetleri nasıldı?
Muazzam bir sevgisi vardı. Mübarek Medine’de yaşadığı süre boyunca hiç ayaklarını uzatmadı. Hep ayaklarını kıvırarak oturup yattığından, dizleri bükülü bir şekilde kireçlenmişti. Vefatında da sağ yanına dönük, dizleri büküktü. Hacı Musa Efendi gelip bu hâli gördüğünde:
“-Efendimiz edeb üzere yaşadı; edep üzere vefat etti!..” demişti…

Efendi Hazretleri’nin son zamanlarından da biraz bahseder misiniz?
Dedem kerâmetlere çok önem vermez, kendisi de gizli hâlleri, mânevî durumları izhar etmezdi.
Yalnız son zamanlarda, Abdullah bin Mes’ud -radıyallahu anh-’ın, Veysel Karânî Hazretleri’nin, İbrahim -aleyhisselam-’ın, Cebrail -aleyhisselam-’ın kendisini ziyarete geldiklerini söylemiş ve onların durduğu yeri işaret ederek:
“-Beni oraya indirin, namaz kılacağım!..” demişti.
İşaret ettiği yere seccâdesini yaymış, biz de orada namaz kılışını ve uzun uzun dua edişini haşyetle seyretmiştik. Sonra ev halkı olarak bizler de aynı yerde teberrüken namaz kıldık.
İbrahim -aleyhisselâm- teşrif ettiğinde, kendini:
“-Ben Allâh’ın Halîli’yim.” diye takdim etmiş.
Cebrail -aleyhisselâm- da:
“-Ben, Allâh’ın Cibriliyim!” buyurmuş.
Veysel Karânî hazretleri ise:
“-Ben Veysel Karânîyimmm!..” diyerek “mim”i vurgulayarak selamlamış.
Yine son rahatsızlık günleri idi. Dedeme çorba içirecektik. Arkasına yastıklar koyarak onu rahat bir şekilde oturtmak istedik. Her yastık ilavemizde, az daha öne geliyor ve bir türlü yastığa dayanmıyordu. Ben de:
“-Dedeciğim; lütfen dayanın, rahat edin, çorbanızı içirmeye ben yardımcı olacağım.” diye dayanması için ısrar ediyordum. Sonunda gözlerime bakarak:
“-Ben kulum, kul gibi yerim.” dedi.

Bu bile nasihat olarak yeter! Tam bir nebevî ahlâk...
Meğer o günler, dedemin son günleriymiş. Son ânına kadar kulluk bilincinden taviz vermedi. Medine’deki rahatsızlık döneminde zaman zaman doktorlar eve gelir, kontrollerini yapardı. Biz hanımlar dışarıda endişe ile duâlar ederek beklerdik. Doktor ayrıldıktan sonra içeriye girdiğimizde kendisini pırıl pırıl parlayan gözlerle:
“-Elhamdülillah, hâlime şükrediyorum.” diyerek Rabbine şükreder vaziyette bulurduk. Onun bu hâli, bizleri de rahatlatırdı… 

Kıymetli torunları, Melâhat Akça ve Şeyma Yalçıntaş hanımlara, bu güzel hâtıraları bizimle paylaştıkları ve bizi de o mes’ud günlere götürdükleri için çok teşekkür ederiz. O kadar hissederek anlattılar ki, sanki o ânları yaşamış gibi olduk. Rabbim, cümlemizi Efendi Babamıza lâyık evlâtlar eylesin. Âmin.
Biz de size teşekkür ederiz. Bu vesileyle, dedemi ve o mesud günleri bir defa daha yâd etmiş olduk. Okuyucularımızdan istirhamımız, muhterem dedemi de duâ ve Fâtiha-i Şerifeler ile anmaları… Cenâb-ı Hak, hepimize, bu güzel hayattan ve örnek ahlâktan hisseler nasip etsin. Âmin.

Şebnem Dergisi