Mevlânâ Hazretleri, dünyevî ve nefsânî tuzaklardan büyük bir firâsetle
kendisini koruyabilen ve bunun aksine basîretsizce bu tuzaklara düşerek
âhiretini hebâ eden insanoğlunun hâlini, mecâzî bir üslupla şöyle hikâye eder:
Birkaç balıkçı, bir gölün yanından
geçiyordu. Gölde neşe içinde yüzmekte olan iri balıkları görünce, hemen ağ
getirmek için büyük bir sevinçle koştular. Balıklar da onların bu
koşuşturmalarını seyrediyorlardı.
Onlardan en akıllı olanı, kendi kendine
diyordu ki:
"(Bu balıkçıların kendi aralarında
büyük bir heyecanla konuşmaları ve etrafımızda pervâne olmaları, muhakkak ki
bizim hayrımıza değil. Bunların büyük bir telâşla hareket etmeleri, neticede
bizim hayatımıza mâl olabilir. Bu sebeple, diğer yarım akıllı veya akıldan
mahrum balıklarla) istişâre ederek çok değerli olan vaktimi kaybetmemeliyim.
Zira bunlar, gücümü kuvvetimi gevşetir, beni zayıf düşürürler. Bunların
boğazlarına düşkün olmaları, oburlukları, tembellikleri, bilgisizlikleri bana
da sirâyet eder. Bu sebeple de onların fikirlerini almadan, onlara danışmadan
denize bir yol bulayım da kendimi kurtarayım."
O firâsetli balık, gövdesini ayak edindi
de, o güç, zor aşılır yolu, büyük bir aşk ile aştı, o tehlikeli duraktan nur
denizine kadar gitti; sanki ardına aslan düşmüş olan bir ceylan gibi... O
ceylan ki, can korkusundan, bedeninde tek damla güç kalana kadar koşar durur.
O firâsetli balık, gölden yüzdü gitti.
Uzak bir yola, geniş bir yola düştü, deryanın yolunu tuttu. Çok zahmetler
çekti, fakat neticede kendisini, balıkçı ağlarına düşmekten ve oltaların
ucundaki yarım solucana yem olmaktan kurtardı, sonunda eminlik yurduna, selâmet
diyarına kavuştu. Kendini uçsuz bucaksız deryaya attı. O, öyle bir denizdi ki,
onun kenar ve kıyısını bu gözle görmeye imkân dahî yoktu.
Derken, balıkçılar ağı getirdiler. Yarım
akıllı balık bunu görünce, ağzının tadı birdenbire kaçtı. "Eyvah!"
dedi. "Ben fırsatı kaçırdım; nasıl oldu da basîret ve firâsetle davranan o
akıllı arkadaşa yoldaş olamadım! O, ansızın gidiverdi ama, o gidince benim de
hızla ardına düşüp gitmem gerekirdi. O iyi ve firâsetli arkadaş
deryaya kavuştu, gamdan kurtuldu; bense, onun gibi iyi bir dostu kaybetmenin
fecî neticesiyle baş başa kaldım! Ama şu anda onu düşünmeyi bırakayım da, kendi
kendime bir kurtuluş çâresi bulayım. Hem denilmiştir ki:
"Denizin suyu, sadece ölüyü başında
taşır, (sen de nefsânî hâllerden vazgeç ki, selâmete çıkasın. Yoksa) diri olan,
denizin elinden nasıl kurtulur?"
En iyisi ben, şimdi kendimi ölü
göstereyim! Suyun üstüne çıkayım; karnımı yukarı döndürüp sırtımı suya
çevireyim de öyle hareketsiz durayım! Su üstünde saman çöpü nasıl akar giderse,
ben de öyle akıp gideyim; yüzme bilen balık gibi yüzmeyeyim! Kendimi ölmüş
göstererek suya bırakıvereyim; zira ölümden önce ölmek, azaptan emin
olmaktır!"
Balık dediği gibi yaptı; sanki ölmüş
gibi karnını yukarıya çevirdi. Su, onu bâzen aşağıya alıyordu, bâzen da
yukarıya atıyordu.
Balıkları yakalamak isteyenlerin hepsi
de hayıflanıyor; "Yazık!" diyorlardı. "İstifâde edebileceğimiz
en büyük balık ölmüş!"
Onların hayıflanmalarını duyan balık ise
içten içe seviniyor:
"Firâset ne büyük bir nimet! Bu
vesileyle boynumu kılıçtan kurtardım!" diyordu.
Bir balıkçı, canlı olup olmadığını
kontrol etmek için tereddütle onu eline aldı ve akabinden de; "Tüh, ne
yazık ki ölmüş!" diyerek onu yere attı. Balık ise, kimse görmeden sıçraya
sıçraya gitti, gizlice kendini suya bıraktı. O da ilk balık gibi saâdet yolunun
yolcusu oldu.
Balıkçılar, kalan son balığı yakalamak
için büyük bir gayret sarf ediyorlardı. Düşeceği sıkıntıyı firâset ve basîretle
önceden görerek tedbir almamış olan o aptal balık ise, her tarafını saran ecel
ağından kurtulabileceği ümidiyle durmadan sağa sola sıçrıyordu. Lâkin bütün
çırpınışları boşuna idi. Nihâyetinde balıkçıların attığı ağın içinde kaldı. Böylece
ahmaklık, onu ateşin üstüne attı.
O, yakıp kavuran ateşin harareti ile
tavanın içerisinde yanıp yakılırken aklı ona:
Ahmak balık; o işkencenin, o belânın
içinde, âhirette kâfirlerin diyecekleri gibi; "Evet, geldi!" diyordu.
Yine o devamla, binbir pişmanlık içinde
diyordu ki:
"Bu acı felâketten, bu işkenceden,
yani tava içinde kızarmak azâbından bir kurtulsam da, uçsuz bucaksız olan nur
denizini gitsem. Böylece selâmete ulaşsam; orada ebedî olarak sağlık ve
âfiyetle ömür sürsem."
Hazret-i Mevlânâ'nın, bizlere naklettiği bu hâdisedeki üç balık,
günümüzdeki üç grup insanın mânevî durumunu temsil etmektedir:
Bunlardan birincisi; kalbini Allâh'a râm etmiş, emirlerine cân u gönülden
ittibâ ederek, men ettiklerinden titizlikle sakınan sâlih bir kuldur. Böylesi
bir kul, nefsânî arzularını bertaraf ederek, rûhânî istidatlarını inkişâf
ettirmiş, gönlünü Allah'tan uzaklaştıran her türlü menfî ve kötü tuzaklardan
muhafaza ederek mârifetullâha ermiş olan bir kimsedir.Mevlânâ Hazretleri'nin
ifâdesiyle o kimse; "Aklını ve gönlünü hiç bir şeye muhtaç olmayan,
Allah sevgisine verdiği için, Allah da ona, o aklın on mislini yahut yedi yüz
mislini ihsân etmiştir." Böylecebakışı firâsetli, davranışı
güzel, sözü tatlı, gayreti hep Allah rızâsını tahsil olmuştur.
Kalbi, hakikî bir îman ile huzur, sükûn
ve itmi'nâna kavuşmuştur. Âhiretin goncasını elde etmek için, dünya
dikenlerinin verdiği eziyete katlanmış, neticede Cenâb-ı Hakk'ın şu ilâhî
hitâbına mazhar olmuştur:
"Ey, Rabbine itaat edip
itmi'nâna (huzûra) eren nefis! Sen O'ndan
râzı (hoşnut), O da senden râzı (hoşnut) olarak
Rabb'ine dön.(Seçkin) kullarım arasına katıl ve Cennet'ime
gir!" (el-Fecr, 27-30)
Mevlânâ Hazretleri, gönüllere hayat veren bir diğer nasihatinde,
insanoğlunun bu hitâba liyâkat kazanabilmesi için nasıl hareket etmesi
gerektiğini de şöyle bildirir:
"Yalnız kaldığın ve danışacak bir
akıl sahibi bulamadığın için ümitsizliğe düşersen, hakîkat güneşine mensup bir
Hak dostunun gölgesi altına gir. Yürü, çabucak kendine bir Hak dostu ara. Böyle
yaparsan, Allah senin dostun olur, yardımcın olur.
Zira selim akıl, bir başka selim akılla,
yani vahiyle terbiye edilmiş akılla birleşince güçlenir, nûru çoğalır, yolunu
iyi
görür."
"Sen ey gâfil insan, şu başında
bulunan fânî akılla, dünyalık elde edersin, rızık kazanırsın; lâkin selîm bir
kalbe bağlı olan öteki akılla, göklerde kendine bir makam edinirsin."
Unutulmamalıdır ki, dünya mü'min için
âhiret sermâyesi olacak kıymetli bir yıldız, kâfir ve gafil için ise sadece bir
yaldızdır. Yani aldatıcı bir seraptır.
İkinci grup insan ise, Allâh'ın lûtfuyla hayır ve şerri hassas bir
sûrette ayırt edebilme dirâyetine kavuşmuş, nefsin menfî isteklerine karşı
durarak, aklını kalbinin istikâmetinde kullanabilen kimselerdir. Zira yine Mevlânâ
Hazretleri'nin buyurduğu gibi:
"Süleyman peygamber gibi bir
pâdişahla, Âsaf misâli bir vezirin birlikte bulunması, nûr üstüne nûr, anber
üstüne anber olur.
Fakat hükümdar zâlim Firavun, veziri de
Hâmân gibi olursa her ikisi de kötü bahttan kurtulamaz."
Hiç şüphesiz, insanın şahsiyetine tesir
eden en mühim müessirlerden biri de, beraberinde bulunduğun insanlardır. Sâlih
arkadaşla beraber bulunmak, kişiyi selâmete; gâfil insanlarla beraberlik insanı
felâkete götürür. Nitekim Gazâlî Hazretleri, fâsıklar ve gâfillerle
zâhirî beraberliğin, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberliğin de bir
müddet sonra kalbî beraberliğe dönüştüğünü bildirmektedir. Bu sebeple insan,
beraberindeki insanı sâlihlerden seçmeye mecburdur.
Zira "Akıl vardır, nûr
saçar, güneş kadar parlaktır. Akıl vardır, nefsinin esiri olduğundan sarhoş
kandili gibidir. Akıl vardır, ateşe benzer (kişiyi cehennem yolculuğuna
çıkartır. Kimisi de) parıl parıl parlayan bir yıldız gibidir (ki, milyonlarca
kilometre uzaktan sana doğru yolu gösterir)."
Üçüncü grup insan ise, şu fânî rüyâ âleminin anlık sahte
lezzetleri ve aldatıcı serapları uğruna, hakîkî saâdeti ve ebedî âhiret
saltanatını terk eden, onu âdeta yok sayan nefs-i emmârenin misâlidir.
Gönül dünyası Hak'tan uzak olan böylesi
bir insanın basîret ve firâseti kapalı olduğundan, ömür sermayesini sadece
dünyevî hevesler ve fânî zevkler uğruna tüketir. Kendi âciz aklı ile
karşılaştığı sıkıntıların üstesinden gelebileceğini zanneder. Ama onun bu hâli,
gerçekte büyük bir aldanıştan başka bir şey değildir. Şu bir hakikattir
ki;dünyaya karşı beslenen şiddetli arzu, insanı ebedî saâdetten mahrum bırakır.
Nitekim Allâh'ın hükümlerine icâbet
etmeyenlerin yüzüne dünya semâsı bir defa gülmemiş ve uğradıkları musibetlere
aslâ ağlamamıştır.
Tarih mezarlığı; dinsizlikleri ve
ahlâksızlıkları yüzünden ilâhî intikamlara uğramış fert ve milletlerin ibretli
cesetler mezbeleliği ile doludur.
Nefsinin zebûnu olmuş ve gaflet perdesi
altında hayat macerasının hakîkatini idrâk edememiş bir kimsenin dünya ile
âhirete meyil husûsundaki iştiyâkını Mevlânâ Hazretleri ne
güzel ifâde etmektedir:
"Dünyaya âit heveslerde, isteklerde
onların gafil kalpleri güneş gibi parlar, fakat ibadet ve takvâ vaktinde
sabırları ve tahammülleri (bir mum ışığı gibidir. Yani yok hükmündedir.)"
Önlerindeki nûrlu hakîkati görmezler.
Fecî bir son ile karşı karşıya geldiklerinde de pişmanlık gösterisinde
bulunurlar. Ama son pişmanlık fayda vermez. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle
ifâde buyrulmaktadır:
"Onlar cehennemde, «Ey Rabbimiz!
Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, sâlih
ameller işleyelim!» diye bağrışırlar. (Onlara
şöyle denilir:) «Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt
alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın
azâbı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.»" (Fâtır, 37)
Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde
Rasûlullah r Efendimiz de, ümmetini böyle bir pişmanlığa düşmekten şu
ifâdelerle îkaz buyurmaktadır:
"Allâh'a yemin ederim ki, sizler
için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği
gibi dünyanın sizin de önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları
gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de
helâk etmesinden korkuyorum." (Buhârî,
Rikâk, 7; Müslim, Zühd, 6)
Velhâsıl, Mevlânâ Hazretleri'nin
ifâdesiyle:
"Akıllı kişiler önceden ağlarlar;
bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin
başlangıcında sonunu gör de, kıyâmet gününde pişman olma!"
Yani bütün gayretini bu dünya gölünden,
âhiret denizine ulaşabilmek için sarf et. Zira bu cihan, bir perdedir; asıl
gerçek dünya, hakikî âlem o cihandır! Nitekim kabristanlardaki bütün insanlar,
her ne kadar dudaklarını kapatmış olsalar da, hâl dili ile baştan başa söz kesilmişler
ve bu hakîkati bütün insanlığa haykırmaktadırlar.
Cenâb-ı Hak cümlemizi, hayatını Kur'ân
ve Sünnet'in irşâdıyla istikâmetlendirerek Rabb'inin huzuruna rızâ ve
hoşnutluğunu kazanmış hâlde çıkabilen bahtiyar kullar zümresine ilhâk eylesin.
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş
http://www.sebnemdergisi.com/Dergi.php?Islem=Makale&No=d095s020m1