25 Ocak 2013 Cuma

Haftanın Sohbeti: Son Pişmanlık Fayda Vermez

Mevlânâ Hazretleri, dünyevî ve nefsânî tuzaklardan büyük bir firâsetle kendisini koruyabilen ve bunun aksine basîretsizce bu tuzaklara düşerek âhiretini hebâ eden insanoğlunun hâlini, mecâzî bir üslupla şöyle hikâye eder:
Birkaç balıkçı, bir gölün yanından geçiyordu. Gölde neşe içinde yüzmekte olan iri balıkları görünce, hemen ağ getirmek için büyük bir sevinçle koştular. Balıklar da onların bu koşuşturmalarını seyrediyorlardı.
Onlardan en akıllı olanı, kendi kendine diyordu ki:
"(Bu balıkçıların kendi aralarında büyük bir heyecanla konuşmaları ve etrafımızda pervâne olmaları, muhakkak ki bizim hayrımıza değil. Bunların büyük bir telâşla hareket etmeleri, neticede bizim hayatımıza mâl olabilir. Bu sebeple, diğer yarım akıllı veya akıldan mahrum balıklarla) istişâre ederek çok değerli olan vaktimi kaybetmemeliyim. Zira bunlar, gücümü kuvvetimi gevşetir, beni zayıf düşürürler. Bunların boğazlarına düşkün olmaları, oburlukları, tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirâyet eder. Bu sebeple de onların fikirlerini almadan, onlara danışmadan denize bir yol bulayım da kendimi kurtarayım."
O firâsetli balık, gövdesini ayak edindi de, o güç, zor aşılır yolu, büyük bir aşk ile aştı, o tehlikeli duraktan nur denizine kadar gitti; sanki ardına aslan düşmüş olan bir ceylan gibi... O ceylan ki, can korkusundan, bedeninde tek damla güç kalana kadar koşar durur.
O firâsetli balık, gölden yüzdü gitti. Uzak bir yola, geniş bir yola düştü, deryanın yolunu tuttu. Çok zahmetler çekti, fakat neticede kendisini, balıkçı ağlarına düşmekten ve oltaların ucundaki yarım solucana yem olmaktan kurtardı, sonunda eminlik yurduna, selâmet diyarına kavuştu. Kendini uçsuz bucaksız deryaya attı. O, öyle bir denizdi ki, onun kenar ve kıyısını bu gözle görmeye imkân dahî yoktu.
Derken, balıkçılar ağı getirdiler. Yarım akıllı balık bunu görünce, ağzının tadı birdenbire kaçtı. "Eyvah!" dedi. "Ben fırsatı kaçırdım; nasıl oldu da basîret ve firâsetle davranan o akıllı arkadaşa yoldaş olamadım! O, ansızın gidiverdi ama, o gidince benim de hızla ardına düşüp gitmem gerekirdi. O iyi ve firâsetli arkadaş deryaya kavuştu, gamdan kurtuldu; bense, onun gibi iyi bir dostu kaybetmenin fecî neticesiyle baş başa kaldım! Ama şu anda onu düşünmeyi bırakayım da, kendi kendime bir kurtuluş çâresi bulayım. Hem denilmiştir ki:
"Denizin suyu, sadece ölüyü başında taşır, (sen de nefsânî hâllerden vazgeç ki, selâmete çıkasın. Yoksa) diri olan, denizin elinden nasıl kurtulur?"
En iyisi ben, şimdi kendimi ölü göstereyim! Suyun üstüne çıkayım; karnımı yukarı döndürüp sırtımı suya çevireyim de öyle hareketsiz durayım! Su üstünde saman çöpü nasıl akar giderse, ben de öyle akıp gideyim; yüzme bilen balık gibi yüzmeyeyim! Kendimi ölmüş göstererek suya bırakıvereyim; zira ölümden önce ölmek, azaptan emin olmaktır!"
Balık dediği gibi yaptı; sanki ölmüş gibi karnını yukarıya çevirdi. Su, onu bâzen aşağıya alıyordu, bâzen da yukarıya atıyordu.
Balıkları yakalamak isteyenlerin hepsi de hayıflanıyor; "Yazık!" diyorlardı. "İstifâde edebileceğimiz en büyük balık ölmüş!"
Onların hayıflanmalarını duyan balık ise içten içe seviniyor:
"Firâset ne büyük bir nimet! Bu vesileyle boynumu kılıçtan kurtardım!" diyordu.
Bir balıkçı, canlı olup olmadığını kontrol etmek için tereddütle onu eline aldı ve akabinden de; "Tüh, ne yazık ki ölmüş!" diyerek onu yere attı. Balık ise, kimse görmeden sıçraya sıçraya gitti, gizlice kendini suya bıraktı. O da ilk balık gibi saâdet yolunun yolcusu oldu.  
Balıkçılar, kalan son balığı yakalamak için büyük bir gayret sarf ediyorlardı. Düşeceği sıkıntıyı firâset ve basîretle önceden görerek tedbir almamış olan o aptal balık ise, her tarafını saran ecel ağından kurtulabileceği ümidiyle durmadan sağa sola sıçrıyordu. Lâkin bütün çırpınışları boşuna idi. Nihâyetinde balıkçıların attığı ağın içinde kaldı. Böylece ahmaklık, onu ateşin üstüne attı.
O, yakıp kavuran ateşin harareti ile tavanın içerisinde yanıp yakılırken aklı ona:
"Sana bir haberci ve îkaz edici gelmedi mi? " diyordu.
Ahmak balık; o işkencenin, o belânın içinde, âhirette kâfirlerin diyecekleri gibi; "Evet, geldi!" diyordu.
Yine o devamla, binbir pişmanlık içinde diyordu ki:
"Bu acı felâketten, bu işkenceden, yani tava içinde kızarmak azâbından bir kurtulsam da, uçsuz bucaksız olan nur denizini gitsem. Böylece selâmete ulaşsam; orada ebedî olarak sağlık ve âfiyetle ömür sürsem."
Hazret-i Mevlânâ'nın, bizlere naklettiği bu hâdisedeki üç balık, günümüzdeki üç grup insanın mânevî durumunu temsil etmektedir:
Bunlardan birincisi; kalbini Allâh'a râm etmiş, emirlerine cân u gönülden ittibâ ederek, men ettiklerinden titizlikle sakınan sâlih bir kuldur. Böylesi bir kul, nefsânî arzularını bertaraf ederek, rûhânî istidatlarını inkişâf ettirmiş, gönlünü Allah'tan uzaklaştıran her türlü menfî ve kötü tuzaklardan muhafaza ederek mârifetullâha ermiş olan bir kimsedir.Mevlânâ Hazretleri'nin ifâdesiyle o kimse; "Aklını ve gönlünü hiç bir şeye muhtaç olmayan, Allah sevgisine verdiği için, Allah da ona, o aklın on mislini yahut yedi yüz mislini ihsân etmiştir." Böylecebakışı firâsetli, davranışı güzel, sözü tatlı, gayreti hep Allah rızâsını tahsil olmuştur.
Kalbi, hakikî bir îman ile huzur, sükûn ve itmi'nâna kavuşmuştur.  Âhiretin goncasını elde etmek için, dünya dikenlerinin verdiği eziyete katlanmış, neticede Cenâb-ı Hakk'ın şu ilâhî hitâbına mazhar olmuştur:
"Ey, Rabbine itaat edip itmi'nâna (huzûra) eren nefis! Sen O'ndan râzı (hoşnut), O da senden râzı (hoşnut) olarak Rabb'ine dön.(Seçkin) kullarım arasına katıl ve Cennet'ime gir!" (el-Fecr, 27-30)
Mevlânâ Hazretleri, gönüllere hayat veren bir diğer nasihatinde, insanoğlunun bu hitâba liyâkat kazanabilmesi için nasıl hareket etmesi gerektiğini de şöyle bildirir:
"Yalnız kaldığın ve danışacak bir akıl sahibi bulamadığın için ümitsizliğe düşersen, hakîkat güneşine mensup bir Hak dostunun gölgesi altına gir. Yürü, çabucak kendine bir Hak dostu ara. Böyle yaparsan, Allah senin dostun olur, yardımcın olur.
Zira selim akıl, bir başka selim akılla, yani vahiyle terbiye edilmiş akılla birleşince güçlenir, nûru çoğalır, yolunu iyi görür."                                
"Sen ey gâfil insan, şu başında bulunan fânî akılla, dünyalık elde edersin, rızık kazanırsın; lâkin selîm bir kalbe bağlı olan öteki akılla, göklerde kendine bir makam edinirsin."
Unutulmamalıdır ki, dünya mü'min için âhiret sermâyesi olacak kıymetli bir yıldız, kâfir ve gafil için ise sadece bir yaldızdır. Yani aldatıcı bir seraptır.
İkinci grup insan ise, Allâh'ın lûtfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebilme dirâyetine kavuşmuş, nefsin menfî isteklerine karşı durarak, aklını kalbinin istikâmetinde kullanabilen kimselerdir. Zira yine Mevlânâ Hazretleri'nin buyurduğu gibi:
"Süleyman peygamber gibi bir pâdişahla, Âsaf misâli bir vezirin birlikte bulunması, nûr üstüne nûr, anber üstüne anber olur.
Fakat hükümdar zâlim Firavun, veziri de Hâmân gibi olursa her ikisi de kötü bahttan kurtulamaz."
Hiç şüphesiz, insanın şahsiyetine tesir eden en mühim müessirlerden biri de, beraberinde bulunduğun insanlardır. Sâlih arkadaşla beraber bulunmak, kişiyi selâmete; gâfil insanlarla beraberlik insanı felâkete götürür. Nitekim Gazâlî Hazretleri, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberliğin, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberliğin de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüştüğünü bildirmektedir. Bu sebeple insan, beraberindeki insanı sâlihlerden seçmeye mecburdur.
Zira "Akıl vardır, nûr saçar, güneş kadar parlaktır. Akıl vardır, nefsinin esiri olduğundan sarhoş kandili gibidir. Akıl vardır, ateşe benzer (kişiyi cehennem yolculuğuna çıkartır. Kimisi de) parıl parıl parlayan bir yıldız gibidir (ki, milyonlarca kilometre uzaktan sana doğru yolu gösterir)."
Üçüncü grup insan ise, şu fânî rüyâ âleminin anlık sahte lezzetleri ve aldatıcı serapları uğruna, hakîkî saâdeti ve ebedî âhiret saltanatını terk eden, onu âdeta yok sayan nefs-i emmârenin misâlidir.
Gönül dünyası Hak'tan uzak olan böylesi bir insanın basîret ve firâseti kapalı olduğundan, ömür sermayesini sadece dünyevî hevesler ve fânî zevkler uğruna tüketir. Kendi âciz aklı ile karşılaştığı sıkıntıların üstesinden gelebileceğini zanneder. Ama onun bu hâli, gerçekte büyük bir aldanıştan başka bir şey değildir. Şu bir hakikattir ki;dünyaya karşı beslenen şiddetli arzu, insanı ebedî saâdetten mahrum bırakır.
Nitekim Allâh'ın hükümlerine icâbet etmeyenlerin yüzüne dünya semâsı bir defa gülmemiş ve uğradıkları musibetlere aslâ ağlamamıştır.
Tarih mezarlığı; dinsizlikleri ve ahlâksızlıkları yüzünden ilâhî intikamlara uğramış fert ve milletlerin ibretli cesetler mezbeleliği ile doludur.
Nefsinin zebûnu olmuş ve gaflet perdesi altında hayat macerasının hakîkatini idrâk edememiş bir kimsenin dünya ile âhirete meyil husûsundaki iştiyâkını Mevlânâ Hazretleri ne güzel ifâde etmektedir:
"Dünyaya âit heveslerde, isteklerde onların gafil kalpleri güneş gibi parlar, fakat ibadet ve takvâ vaktinde sabırları ve tahammülleri (bir mum ışığı gibidir. Yani yok hükmündedir.)"
Önlerindeki nûrlu hakîkati görmezler. Fecî bir son ile karşı karşıya geldiklerinde de pişmanlık gösterisinde bulunurlar. Ama son pişmanlık fayda vermez. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmaktadır:
"Onlar cehennemde, «Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, sâlih ameller işleyelim!» diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) «Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azâbı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.»" (Fâtır, 37)
Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde Rasûlullah r Efendimiz de, ümmetini böyle bir pişmanlığa düşmekten şu ifâdelerle îkaz buyurmaktadır:
"Allâh'a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin de önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum." (Buhârî, Rikâk, 7; Müslim, Zühd, 6)
Velhâsıl, Mevlânâ Hazretleri'nin ifâdesiyle:
"Akıllı kişiler önceden ağlarlar; bilgisizler ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de, kıyâmet gününde pişman olma!"
Yani bütün gayretini bu dünya gölünden, âhiret denizine ulaşabilmek için sarf et. Zira bu cihan, bir perdedir; asıl gerçek dünya, hakikî âlem o cihandır! Nitekim kabristanlardaki bütün insanlar, her ne kadar dudaklarını kapatmış olsalar da, hâl dili ile baştan başa söz kesilmişler ve bu hakîkati bütün insanlığa haykırmaktadırlar.
Cenâb-ı Hak cümlemizi, hayatını Kur'ân ve Sünnet'in irşâdıyla istikâmetlendirerek Rabb'inin huzuruna rızâ ve hoşnutluğunu kazanmış hâlde çıkabilen bahtiyar kullar zümresine ilhâk eylesin.
Âmîn!..

Osman Nuri Topbaş

http://www.sebnemdergisi.com/Dergi.php?Islem=Makale&No=d095s020m1

23 Ocak 2013 Çarşamba

Naat


Seccaden kumlardı...
Devirlerden, diyarlardan
Gelip göklerde buluşan
Ezanların vardı!

Mescit mü’min, minber mü’min...
Taşardı kubbelerden Tekbîr,
Dolardı kubbelere “âmin!”

Ve mübarek geceler, dualarımız,
Geri gelmeyen dualardı...
Geceler, ki pırıl pırıl,
Kandillerin yanardı.

Kapına gelenler, yâ Muhammed,
-Uzaktan, yakından-
Mü’min döndüler kapından!

Besmele, ekmeğimizin bereketiydi,
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.

Konsun –yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!

Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi...
Nerde kaldın ey Resûl,
Nerde kaldın ey Nebi?

Günler, ne günlerdi, yâ Muhammed,
Çağlar ne çağlardı:
Daha dünyaya gelmeden
Mü’minlerin vardı...
Ve bir gün ki gaflet
Çöller kadardı,
Halîme’nin kucağında
Abdullah’ın yetimi
Âmine’nin emaneti ağlardı.
Hatice’nin goncası,
Aişe’nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği
Göklerin resûlüydün...

Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah’a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke’de bunalırsan
Medine’ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, yâ Muhammed?

Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar
“Ebu Leheb öldü” diyorlar.
Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed
Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor!

Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi, ey Nebî,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır, yâ Muhammed
Bugünkü kadar!

Hased gururla savaşta;
Gurur, Kafdağı’nda derebeyi...
Onu da yaralarlar kanadından,
Gelse bir şefkat meleği...
İyiliğin türbesine
Türbedâr oldu iyi.

Vicdanlar sakat
Çıkmadan yarına,
İyilikler getir, güzellikler getir
Âdemoğullarına!

Şu gördüğün duvarlar ki
Kimi Tâif’tir, kimi Hayber’dir...
Fethedemedik, yâ Muhammed,
Senelerdir.

Ne doğruluk, ne doğru;
Ne iyilik, ne iyi...
Bahçende en güzel dal,
Unuttu yemiş vermeyi...
Günahın kursağında
Haramların peteği!

Bayram yaptı yapanlar;
Semâve’yi boşaltıp
Sâve’yi dolduranlar...
Atını hendeklerden -bir atlayışta-
Aşırdı aşıranlar...
Ağlasın Yesrib,
Ağlasın Selman’lar!

Gözleri perdeleyen toprak,
Yüzlere serptiğin topraktı...
Yere dökülmeyecekti, ey Nebî,
Yabanların gözünde kalacaktı!

Konsun -yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!

Ne oldu, ey bulut,
Gölgelediğin başlar?
Hatırında mı, ey yol,
Bir aziz yolcuyla
Aşarak dağlar, taşlar,
Kafile kafile, kervan kervan
Şimale giden yoldaşlar!

Uçsuz bucaksız çöllerde,
Yine, izler gelenlerin,
Yollar gideceklerindir.

Şu tekbir getiren mağara,
Örümceklerin değil;
Peygamberlerindir, meleklerindir...
Örümcek ne havada,
Ne suda, ne yerdeydi;
Hakkı göremeyen
Gözlerdeydi!

Şu kuytu cinlerin mi;
Perilerin yurdu mu?
Şu yuva -ki, bilinmez-
Kuşları Hüdhüd müdür, güvercin mi, kumru mu?
Kuşlarını, bir sabah,
Medine’ye uçurdu mu?

Ey Abvâ’da yatan ölü,
Bahçende açtı dünyanın
En güzel gülü;
Hâtıran, uyusun çöllerin
Ilık kumlarıyla örtülü!

Dinleyene, hâlâ,
Çöller ses verir;
“Yaleyl!” susar,
Uğultular gelir.
Mersiye okur Uhud,
Kaside söyler Bedir.
Sen de bir hac günü,
Başta Muhammed, yanında Ebû Bekir;
Gidenlerin yüz bin olup dönüşünü
Destan yap, ey şehir!

Ebû Bekir’de nûr, Osman’da nûrlar...
Kureyş uluları, karşılarında
Meydan okuyan bir Ömer bulurlar;
Ali’nin önünde kapılar açılır,
Ali’nin önünde eğilir surlar,
Bedir’de, Uhud’da, Hayber’de
Hakk’ın yiğitleri, şehîd olurlar...
Bir mutlu günde, ki ölüm tatlıydı,
Yerde kalmazdı ruh... kanatlıydı.

Konsun –yine- pervazlara güvercinler
“Hû hû”lara karışsın âminler.
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!
 
Vicdanlar, sakat çıkmadan,
Yâ Muhammed, yarına;
İyiliklerle gel, güzelliklerle gel
Âdemoğullarına!

Yüreklerden taşsın
Yine, imanlar!
Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;
Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!
Ve Kur’ân-ı göz nûruyla çoğaltsın
Kayışzâde Osman’lar
Na’tını Galip yazsın,
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!
Çarpılsın, hakikat niyetine
Cenaze namazı kıldıranlar!

Gel, ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı
Âminlerimiz vardır...
Hacdan döner gibi gel;
Mi’râc’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!

Bulutlar kanat, rüzgâr kanat;
Hızır kanad, Cibril kanad;
Nisan kanad, bahar kanad;
Âyetlerini ezber bilen
Yapraklar kanad...
Açılsın göklerin kapıları,
Açılsın perdeler, kat kat!
Çöllere dökülsün yıldızlar;
Dizilsin yollarına
Yetimler, günahsızlar!
Çöl gecelerinden, yanık
Türküler yapan kızlar
Sancağını saçlarıyla dokusun;
Bilâl-i Habeşî sustuysa
Ezânlarını Dâvûd okusun!

Konsun –yine- pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!

Arif Nihat Asya

19 Ocak 2013 Cumartesi

Kamil İnsan Olmanın Reçetesi


ü  Emanete hıyanet etmeyin.
ü  Halinizden şikâyet etmeyin.
ü  Büyüğüne emretmeyin.
ü  Boş şeylerde ısrar etmeyin.
ü  Cahillerle sohbet etmeyin.
ü  Nefesinizi boşa tüketmeyin.
ü  İnsanları bekletmeyin.
ü  Etrafınızı kirletmeyin.
ü  Kimseye lânet etmeyin.
ü  İmanınızdan şüphe etmeyin.
ü  İnsanları katletmeyin.
ü  Hayatınızı mahvetmeyin.
ü  Kimseye minnet etmeyin.
ü  İnsanları yüzüne karşı methetmeyin.
ü  Kimseye küfretmeyin.
ü  Kötülüğe meyil etmeyin.
ü  Malınızı boşa sarf etmeyin.
ü  Kimseye beddua etmeyin.
ü  Sırrınızı açık etmeyin.
ü  Herşeyi merak etmeyin.
ü  Suçunuzu inkâr etmeyin.
ü  Şerefinizi kaybetmeyin.
ü  Vatanınızı terk etmeyin.
ü  Bayrağınızı sahiplenin.
ü  İyiliğe niyet edin.
ü  Büyüklere hürmet edin.
ü  Sıkıntıya sabredin.
ü  Aza kanaat edin.
ü  Sözünüzde sebat edin.
ü  İlminizi artırın.
ü  Bildiğinizle amel edin.
ü  Hatanızı kabul edin.
ü  Daima ibadet edin.
ü  Yaramaz ise def edin.
ü  Varken tasarruf edin.
ü  Âlimlerle sohbet edin.
ü  Salihlerle ve sadıklarla beraber olun.
ü  Nefsinize inat edin.
ü  Sofranıza davet edin.
ü  Zararlıysa men edin.
ü  Seviyorsanız ifade edin.
ü  Kalpleri fethedin.
ü  Misafire ikram edin.
ü  Muhtaca yardım edin.
ü  Bilseniz de istişare edin.
ü  Tehlikeye dikkat edin.
ü  Hakkı teslim edin.
ü  Unutacaksanız kaydedin.
ü  Esirgemeyin lütfedin.
ü  Gariplere merhamet edin.
ü  Cömertlikte yarış edin.
ü  Kazanmaya gayret edin.
ü  Müminlere dua edin
ü  Çalışanı takdir edin.
ü  Başarıyı tebrik edin.
ü  Meşru mazereti kabul edin.
ü  Her an tevekkül edin.
ü  Namazlarınızı cemaatle eda edin.
ü  Hastaları ziyaret edin.
ü  Çocuğunuzu terbiye edin.
ü  Herkese tebessüm edin.
ü  Güvenseniz de kontrol edin.
ü  İnanmayana ispat edin.
ü  Fakirleri gözetin.
ü  Hayır için sarf edin.
ü  Hakkı tebliğ edin.
ü  Allah’a ve Resülüne itaat edin.
ü  BİZE DE DUA EDİN.

18 Ocak 2013 Cuma

Yolumuzdaki Engeller

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye başlamış beklemeye.
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelmişler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirmiş. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.        
Sonunda bir köylü çıkagelmiş. Saraya meyve ve sebze getiriyormuş. Sırtındaki küfeyi yere indirip iki eli ile kayaya sarılmış ve ıkına sıkına itmeye başlamış. Sonunda kan ter içinde kalmış ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görmüş. Açmış ki bir de ne görsün, kese altın doluydu. Bir de kralın notu varmış içinde.
"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders vermişti.
"Her engel, hayat şartlarımızı daha iyileştirecek bir fırsattır." 

Haftanın sohbeti: Evlilikte Saâdet Alâmetleri

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyuruyor:
“Âdemoğlunun bahtiyarlığına medâr olan şeyler üçtür. Ademoğlunun bahtsızlığına sebep olanlar da üçtür. Bahtiyarlığına sebep olanlar: İyi, mü’mine ve iffetli (sâliha) bir zevce; iyi, sühûletli ve sür’atli binek; geniş ve rahat evdir. Bahtsızlığına sebep olanlar: Kötü, dar ve sıkıntılı ev; fena kadın, kötü binektir.” (Ebû Dâvud)
Binek denilince üzerine binilen her türlü hayvan ve vasıtaya şâmildir. Bir evin kötü, dar ve sıkıntılı olmadığı keyfiyeti şahısların halleriyle takdir edilmek lâzımdır. Öyle dar evler vardır ki, bazı kimseler için geniş ve diğerleri için sıkıntılı sayılır.
* * *
Evlenin, çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin (çoğalmanız)la iftihar edeceğim.” (Taberânî)
* * *
Evlenin, boşanmayın; çünkü Allah, ne zevkine ve keyfine düşkün erkekleri, ne de zevkine ve keyfine düşkün kadınları sever.
* * *
İnsanların en kötüsü ehli (âilesi) üzerinde çok baskı yapandır.” (Taberânî)
Menâvî diyor ki, bu hadîsin tamamı meâlen şöyledir:
Ashâb dediler:
- Yâ Rasûlallah! Kişi ehli üzerinde nasıl tazyik yapar?
Buyurdu ki:
Adam evine girince karısı korkusundan titrer, evladı kaçar, evden çıkınca ise karısının yüzü güler. Âilesi ferahlığa ve sevgiye kavuşur.
* * *
Ey gençler topluluğu! İçinizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Zîra bu, gözü haramdan pek çok men eden, nâmusa kale olan bir çaredir. Kim evlenmeye muktedir olmazsa farz oruçlardan başka nafile orucuna sarılsın. Çünkü o oruç, kendisi için koruyucu mahfazadır. Nefsi kıran, şehveti kesen bir ameliye gibidir.” (Buhârî, Müslim)
* * *
Kadının bereketçe en büyüğü yükü diğerlerinden daha hafif olandır.” (Ahmed b. Hanbel)
Gerek düğünlerde ve gerekse evlendikten sonra türlü türlü fuzûlî masraf kapıları açan, bu yüzden hem kendi âilesini hem de cemiyetini iktisâden yıpratan ve bu sebeple geçimsizliklere, ayrılıklara ve hatta boşanmalara sebep olan kadınlarımız eğer müslümanlıkta sâdık iseler sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bu mübârek hadîsinden ibret almalıdırlar.
* * *
Allah, bir kimsenin kalbinde bir kızı veya kadını nikah ile istemek temayülünü uyandırırsa onun o kızı, yahut kadını görmesinde bir beis yoktur.” (İbn Mâce)
Nikah ile istemek kaydı, şehvet şevkiyle bakmaya mânî olduğu gibi “küfv”ü (dengi) olmayana bakmayı da men eder. Bu hadîsin şerhlerinden anlaşıldığına göre nikah ile istenecek kız veya kadının yalnız yüzüne ve ellerine bakmakla iktifâ edilir. Bu bakmayı bir kaç defâ tekrarlamak da câizdir.
* * *
Nikahın (evlenmenin) hayırlısı kolay ve külfetsiz olanıdır.” (Ebû Dâvud)
* * *
Kadın, sırf kocasından başkasının (faydalanması ve zevk alması) için kokulanır, güzel koku sürünürse o fiili ancak bir ateş ve bir âr olur.” (Taberânî)

Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî, Musahabe-5, s. 169-174

Altınoluk Dergisi - 2012 - Ocak, Sayı: 311, Sayfa: 030

17 Ocak 2013 Perşembe

Bir seni güneşim...

Medine’de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz, işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Resulullah’ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve Cennetül Bakiye defnedildi. Tabii ailesi mecburi istikamet Türkiye’ye döndü. O zaman 7 yaşında olan oğlu Nebi Doğanay bugün ortaokul öğrencisi. Kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve birincilik almış. İşte o peygamber aşkını en derinden yaşayan bir yüreğin yansımaları. Vehbi Akşit (Kütahya Müftülüğü Kur'an Kursları Müdürü)

Biliriz ki dil kalpten geçen her şeyi ifade edemez. Allah bize de bu kardeşimiz gibi Resulullah sevgisi nasip etsin. Amin.

16 Ocak 2013 Çarşamba

Başlarken...

Kıymetli Dostlar,

Epeydir planlayıp da yapamadığımı gerçekleştirdim şu anda, Allah'a hamdolsun. 

Bu bloğumdan siz değerli dostlarıma faydalı olmak adına paylaşımlarda bulunacağım. Umarım az da olsa faydalı olurum.

En yakın zamanda görüşmek üzere, Allah'a emanet olun.