25 Temmuz 2013 Perşembe

Arif olan anlar

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış:
“Selamünaleyküm ey pir'i fani...”
“Aleykümselâm ey serdar'ı cihan...”
Padişah sormuş:
“Altılarda ne yaptın?”
“Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...”
Padişah gene sormuş:
“Geceleri kalkmadın mı?”
“Kalktık... Lakin ellere yaradı...”
Padişah gülmüş:
“Bir kaz göndersem yolar mısın?”
“Hem de ciyaklatmadan...”
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş:
“Ne konuştuğumuzu anladın mı?”
“Hayır padişahım...”
Padişah sinirlenmiş:
“Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.”
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
“Ne konuştunuz siz padişahla?'
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
“Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.”
Baş vezir, yüz altın vermiş.
“Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.”
“Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.'
Vezir kafasını kaşımış.
“Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...”
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
“Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. (32 ise ağızdaki dişten kinaye, boğaz)”
Vezir bir soru daha sormuş...
“Geceleri kalkmadın mı ne demek?”
Adam bir yüz altın daha almış.
“Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...”
Vezir gene kafasını sallamış.
“Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…”
Adam gülmüş.
“Onu da sen bul...”

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Müzik Aşkı

Küçüklüğümden beri bende müziği karşı bir ilgi alaka var nedenini bilemesem de. Hem dinlemeyi hem de söylemeyi çok seviyorum. Derse çalışırken bile radyo ya da telefon bi taraftan çalar. Bana coşku ve heyecan veriyor, mutluluk hormonu salgılıyor vücudum adeta. Nefesim kuvvetli ve sesim daha güzel olsaydı belki de ben de albüm çıkartırdım. Ama nasip…
Yıllardır dinlediğim ve dinlemekten de usanmayacağım Mustafa Demirci abimizin müthiş sesinden çok sevdiğim “Sultanım” ilahisini sizinle paylaşıyorum.


SULTANIM

Tut elimden kaldır beni
Aşkın ile yandır beni
Haber gönder aldır beni
Derde ferman ey sultanım

Yol yürürüm yollar çamur
Ha dolu yağmış ha yağmur
Sana varmak bana onur
Derde ferman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanım sultanım

Yollarımı sana getir
Her sonucu sende bitir
Yiteceksem sende yitir
Derde derman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanımDerde derman ey sultanım

Aşkın ile kıl derbeder
Gönül bu derde sabreder
Aşktan gelen aşka gider
Derde ferman ey sultanım

Yola düştüm yarda kaldım
Güle düştüm harda kaldım
Dile düştüm darda kaldım
Dile ferman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanım sultanım

Yollarımı sana getir
Her sonucu sende bitir
Yiteceksem sende yitir
Derde derman ey sultanım

Sultanım sultanım sultanım
Derde derman ey sultanım

12 Temmuz 2013 Cuma

Bilgisayar ve İman

İmam Abdullah Hoca, resmi işlerini yaptırmak için kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakın internet-cafenin yolunu tutmak zorunda kalır.  Kafenin kapısından girerken levhada yazılı isim 'fesuphânallah'lar, estagfirullah'lar çektirir hoca efendiye, hem de peş peşe.
Cafe işleten delikanlıya:
- Evlâdım TC kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin?
- Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim.
Abdullah Hoca başlar beklemeye. Böylelikle bulunduğu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline.
Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır.
Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer. Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler nasıl kapandan çıkamıyorlarsa, ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de buradan çıkamadıklarını düşünür.
Bir 'fesuphânallah' daha çeker ve:
- Ahir zaman fitneleri işte canım der kendi kendine.
Hoca Efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı bir çay söyleyince, kendisine çay ikram edilmesinden memnun olur. En azından bu da bir hürmet ifadesidir. 'Aferin' derken içinden hayıflanır, istemeden:
- Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar.
Boşa hayıflanmanın, ah vah demenin bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbihal etmeye karar verir:
- Delikanlı sana bir şey soracağım ama bilmem ne düşünürsün?
- Buyurun amca, ne soracaktınız?
- Sen Allah'ı bilir misin?
Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği jöleli saçları, her baktığında bir 'fesuphanallah' daha çektiği sakal şekliyle bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır. Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak:
- Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca?
Hayretle sormaktan alamaz kendisini:
- Biliyor musun? Peki, neyle biliyorsun Allah'ı, bana bir anlatır mısın?
Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir:
- Bu bilgisayarla biliyorum amca.
- Bunlarla mı? Pek anlayamadım.
- Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah'ın varlığının en açık delillerinden biridir. Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca, böyle bir makine ancak bir mühendis ve üstün bir teknoloji ile var olabilir. Ateistin en önde gidenine sorsan, bu zımbırtının tesadüf eseri oluşmayacağını, mutlaka birisi tarafından yapılmış olduğunu söyler sana. Meselâ Darwin kalkıp dirilse, şu laptopu göstersen, desen ki:
'Bu alet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir. Darwin bile 'çüş lan deve' der.
Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir:
- Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam, onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince kıvırıveriyor değil mi evlâdım?
- Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlı, hepsi bir program tarafından idare ediliyor. Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur; yani bir anlamda da farzi muhal buranın tanrısı benim.
Bazen oyun oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor. Hemen yakalıyorum onları. 'Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle? Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz? 'Paramız yok abi! ' derlerse; 'Yok öyle yağma! ' deyip cezalandırıyorum. Internet-cafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum. Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana? Bir cafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatı kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı? Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi?
- Vallahi evlâdım pek takdir ettim seni. Peki, Allah'ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin?
- Ben Allah'ı hiçbir şeye benzetmeden bilirim amca.
- Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım?
Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti:
- Yine bunlar sağolsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır. Birbirlerine benzemezler. Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka. Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır. Kamerası vardır, ses düzeni vardır ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır.
Abdullah Hoca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti.
Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu.
Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama muhabbete devam etmek istedi.
- Peki, varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun?
- Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda kendimi yeterli görmüyorum.
- Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardımcı olabilirim belki evlâdım.
- Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca: Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş. Ben de gönlümde sadece O'na ve sevdiklerine yer vermeliyim, O'nun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım. İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman O'nu söylemeli, O'nu anlatmalıyım. Son olarak bana verdiği bu bedeni onun razı olacağı şekilde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu O'nun yolunda eskitmeliyim. Benim bildiğim bundan ibaret.
- Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki!
- Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama bal demekle ağız tatlanmıyor ki! Gidilecek yolu bilmek ayrı, usulüyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey! Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse, Şeytan denilen mel'un HACKER, benim sistemimde ki NEFS virüsünü aktif hale getiriyor. Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir antivirüs programı bulmam lazım belki de…
- Ben biliyorum dedi Abdullah Hoca ve ekledi: NAMAZ!
- Eveeet amca, NAMAZ anti-virus programlarından birisidir. Hayat sistemine kurup, günde beş kere de bağlanırız, böylece sürekli güncellenir.


Harun Kırkıl/Genç Dergi

11 Temmuz 2013 Perşembe

Yönetmelikler-2

v  4857 sayılı İş Kanunu
v  İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu
v  Biyolojik Etkenlere Maruziyet Risklerinin Önlenmesi Hakkında Yönetmelik
v  Çalışanların İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimlerinin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik
v  Elektrik ile ilgili Fen Adamlarının Yetki, Görev ve Sorumlulukları Hakkında Yönetmelik

İndirme Linki: Yönetmelikler-2