Allah Teâlâ, en sevgili kulu ve Rasûlü
olan Efendimiz (s.a.v.) hakkında; “(Rasûlüm!) Biz
Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)
buyuruyor. Hakîkaten O’nun bütün âlemleri kuşatan “rahmet” vasfını kâmil mânâda idrâk edebilmek de, ifâde
edebilmek de beşer tâkatiyle mümkün değil.
Zira Efendimiz (s.a.v.), ilâhî rahmetin
müstesnâ bir feyz ve bereket menbaı olarak insanlığa armağan edildi. O,
insanlığın kurtuluşu için âdeta çırpınış hâlindeydi. Taşlanmayı göze alarak
Tâif’e kadar gitti. Zira bütün insanlığı kendisine zimmetli ve kendisini de
bütün insanlıktan mes’ûl gördü. Ümmetinin dertleriyle dertlendi. Mazlumları
huzura kavuşturan müşfik bir sığınak ve barınak; muzdarip ve yorgun gönülleri
ferahlatan bir rahmet esintisi oldu… Bütün bunlar, Allah Rasûlü (s.a.v.)’in
rahmet ufkunu gösteren fazîlet tablolarından sadece birkaçı…
Yine O’nun, ümmetine olan merhametini
Rabbimiz şöyle beyân ediyor:
“Andolsun
size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız
O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı raûf (çok
şefkatli), rahîm (çok merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128)
Efendimiz (s.a.v.)’in ümmetine duyduğu
muhabbet, şefkat ve merhamet, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok daha
fazla idi. O, dünyayı şereflendirmesinden evvel de rahmetti, hâl-i hayâtında da
rahmetti, kabir âleminde de rahmettir, kıyâmet gününde de rahmet olacaktır.
Nitekim O Rahmet Peygamberi (s.a.v.)
şöyle buyuruyor:
“Sağlığım
sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum!
Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arz olunur, hayırlı
amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim; kötü amellerinizi
gördüğümde ise sizin için Allah’tan mağfiret dilerim.”(Heysemî, IX, 24)
“Dikkat
edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise,
kabrimde: «Yâ Rabbi! Ümmetim, ümmetim!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ
edeceğim…” (Ali el-Müttakî,Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
Yani ümmetini çok seven Efendimiz
(s.a.v.), kabir âleminde bile kıyâmete kadar duâ ve niyazlarıyla ümmetine
yardım hâlinde olduğunu bildiriyor. Demek ki Efendimiz (s.a.v.), bugün zâhiren
ve bedenen olmasa bile, rûhâniyetiyle dâimâ aramızda bulunuyor. Rabbimiz, O’nun
hürmetine ümmet-i Muhammed’e nice lûtuflarda bulunuyor.
Yakın zaman önce yaşanmış olan şu hâdise,
Efendimiz (s.a.v.)’in “rahmet” vasfının
her an cârî olduğuna ve O’na tevessül ile yapılan duânın Hak katındaki
makbûliyetine dâir, ne kadar da ibretli bir misaldir:
1988 senesinde, Medîne-i Münevvere’deki
Cuma Câmii’nin inşâsı sırasında yaşadığı ibretli bir hâtırayı, Mimar Mahmud Sâmi Kirazoğlu kardeşimiz
şöyle naklediyor:
Malzeme deposu sorumlularımızdan Yemenli
Ahmed Efendi’nin uzun bir müddettir Perşembe günleri işe gelmediğini tespit
ederek, hafta başında kendisini çağırttım. Ona:
“–Burası Cuma Mescidi’nin inşaatıdır.
Bizim gâyemiz, rızâ-yı ilâhîye uygun amellerle herkesin helâl kazanmasıdır. Bu
hayırlı işi, samimiyet, ciddiyet ve bir ibadet heyecanıyla sürdürmek
durumundayız.
Kıymetli Ahmed Efendi, seni üzgün
görüyorum. Bir sıkıntın mı var? Senin her problemin için hizmete hazırım,
derdin neyse anlat!” dedim.
Yaşlı gözler, boğaza düğümlenen kısık
sesli cümleler ve çaresizlikten dertli bir gönülle, yavaş yavaş anlatmaya
başladı:
“–Benim 14 yaşında, anadan doğma kötürüm
bir kızım var; adı Ümmügülsüm. Çok küçükken hastalığının farkına vardık. Sonra,
gitmediğimiz hoca, doktor, çıkıkçı, hastahane, kaplıca, fizik tedavi uzmanı ve
kullanmadığımız ilâç, bitki kalmadı. Başka ülkeler de dâhil, pek çok yeri
dolaşarak, imkânsızlıklar içinde, her türlü çâreye başvurduk; ancak nâfile. Bir
arpa boyu bile yol alamadık. Kızım, yaşı ilerledikçe şekilden şekle giriyordu.
Hem kendisi hem de biz, bu hâli kabullenemiyorduk, alışamıyorduk bir türlü.
Riyad’da, yabancıların kurduğu, ancak
özel zevâtın girebildiği, tam teşekküllü bir ihtisas hastahanesi var. Allah
(c.c.) nasîb etti, bir hayır sahibi vâsıtasıyla girebildik elhamdülillâh. Altı
aydır orada her türlü tedavi yapıldı, ancak yine de bir gelişme olmadı. Annesi
şu an yanında refâkatçi kalıyor. Ben de her Çarşamba, akşam uçağı ile gidip
Cumaları gece vakti dönerek, Cumartesi iş başı yapıyorum. Size gelip durumu
bildirerek özür dileyecek, helâllik alıp izin isteyecektim. Lâkin ilk zamanlar
çekindim, sonra da gelemedim, affedin.”
Bir an Ahmed Efendi’nin hâlini düşündüm.
Üç gidiş-geliş uçak bileti, 2 aylık maaşı kadardı. Daha önce yapmış olduğu
masrafları da düşünürsek, epey bir borç altına girdiği belliydi garibin.
Seneler önce bir mevlid esnâsında rastlamıştım kendisine. Kasîde okunurken
ağlıyordu. “Nerede ağlayacağını bilen, ağlamanın bu denli yakıştığı, ne güzel,
gönül ehli bir insan.” diye geçirmiştim içimden. Bunları düşünürken, bir yandan
da nasıl yardımcı olabileceğimi sordum, borcunu da Allâh’ın izniyle
hâlledebileceğimizi söyledim. Duâ edip sevinirken, yaşlı gözleri uzaklara,
sanki Riyad’a bakıyordu.
“–Şimdi farklı bir durum var, onu arz
edeyim.” dedi ve şöyle devam etti:
“–Evvelki gün, altı aydır kızımı birçok
testlerle, şoklarla, her türlü tedaviye çalışan bölüm başkanı, gayr-i müslim,
ecnebî bir profesör, beni odasına götürerek karşısına aldı, üzgün ve mahzun bir
ifâdeyle dedi ki:
«–Sizleri aylardır izliyorum. Bir
anne-baba olarak, maddî-mânevî yapılabilecek her şeyi yaptınız, gücünüzün
üzerinde bir fedâkârlık gösterdiniz. Biz de elimizden gelen, tıbbın
ulaşabildiği bütün teknikleri denedik. Sonradan olma bir rahatsızlık olmadığı
için, baştan beri imkânsız görünmesine rağmen, sizin gözlerinizdeki ümit
ışıltısına, gönlünüzdeki engin şefkate duyarsız kalamayarak samimiyetle
çalıştık. Maalesef başaramadık. Tıp şu noktadan sonra artık çaresiz, tıbbın
verebileceği bir şey kalmadı. Şifâ bulması için Amerika’da, hattâ Ay’da bile
bir ihtimal zerresi olsa, size “alın götürün, onu da deneyin” diyeceğim ama
artık yok. Ancak, bütün bu yoklara rağmen bir şey var! O da şu:
Senin Peygamber’inin Allâh’ın Sevgilisi
olduğunu ve O’nun çok merhametli bir Peygamber olduğunu söylüyorlar. O’na gidip
niçin bir cân u gönülden yalvarmıyorsun? O isterse, Allah O’nu kırmaz, dileğini
kabul eder. Unutma bu, senin son ve tek çâren artık.»
Ecnebî doktor yine devamla:
«–Sizleri kardeşim gibi sevdim, insânî
duyguların, mâneviyâtın, inancın, şefkatin, azmin, aşkın ne olduğunu sizde
gördüm. Kızınızı, kızım gibi sevdim. Her gün ziyaretimde, bana tam teslim olmuş
bir durumda, beni içimden ağlatan, her şeye rağmen ümitle ışıldayan gözlerini,
o melek gibi mâsum sîmâsını unutmayacağım. Resmini çektim, iznin olursa
cüzdanımda taşıyacağım. Bu vak’a benim meslek hayatımda ve yaşantımda bir dönüm
noktasıdır.
Zaman zaman senin elinde gördüğüm ipe
dizili boncuk taneleri ile -ki sonra adının “Sübha” yani tesbih olduğunu
öğrendim- ne yaptığını sorduğumda:
“–Allâh’ımın ismini binlerce defa tekrar ediyorum.
Peygamber’ime selâm ediyorum.” demiştin. İnsan neyi severse onu çok söyler! Bu
samimî sevginin boşa çıkmayacağına bütün kalbimle inanıyorum. Bir gün ülkeme
dönsem bile arada bir sizi arayacağım, sesinizi bana duyurun. Yolunuz açık
olsun, güzel haberlerinizi bekleyeceğim.» diyerek beni uğurladı.
O an, bambaşka bir hâlet-i rûhiye içine
girdim. Üzüntülüyüm, mutluyum, şaşkınım, ümitliyim, zıt duyguları aynı anda
yaşıyorum.”
Ahmed Efendi sözlerine şöyle devam etti:
“–Mahmud Ağabey, kızımı Pazartesi sabahı
taburcu edecekler, müsâade ederseniz, Pazar günü erkenden gidip, muâmeleleri
tamamlayıp, evrak, filim, rapor vs. ne varsa toparlayıp Medîne-i Münevvere’ye
geleceğiz inşâallah.” dedi. Ben de:
“–O hâlde hemen harekete geçelim; senin
gidiş, üçünüzün de dönüş biletlerini ayarlayalım. Seni havaalanına götürecek ve
karşılayacak araba da hazır, başka bir ihtiyaç olursa, onu da hâllederiz
bi-iznillâh.
Fakat profesörün sözleri çok mânidar.
Döner dönmez bu ikâzı en iyi şekilde değerlendirmemiz gerekir. Kendisiyle
tanışmak isterim.” dedim.
Ertesi sabah kendilerini uğurladık.
Pazartesi günü, şoför karşılamaya gitti, sonra yanıma tekmil vermeye geldi.
Şoföre:
“–Ne yaptın, evlerine teslim ettin mi,
öğlene de yemek ayarlayalım.” dedim. Şoför ise:
“–Ahmet Efendi ve âilesi doğrudan Harem-i
Şerîf’e gitmek istediler. Kızı tekerlekli sandalyesine bindirdik, üçü de
ağlıyordu. Benim de içim parçalandı. Kız, ufacık, sanki on yaşında gibi. Bu
zamana kadar belinden aşağısı hiç tutmamış, dayanmadan oturamıyor bile. Ancak
yüzüstü, kollarını dikerek sürünebiliyormuş, çok acı!” dedi.
“–Biliyorum, babası bana birçok resmini
gösterdi. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” dedim.
Aradan takriben yarım saat geçti, bir
gürültü patırtı koptu, dışarı çıktım. Ahmed Efendi karşımda, feryâd ü figân
ağlayarak koştu, boynuma sımsıkı sarıldı, yapıştı, bırakmıyor. Ne dediğini
anlamıyorum.
“–Yâhu ne oldu? Hayırdır inşâallah, gel
şuraya otur, bir şeyler iç. Bu ne hâl?” diye sordum. Kendini yere attı; secde
ediyor…
Sübhânallah!.. Ortada iyi bir şey
olduğunu hissediyordum ama ne olduğunu anlayamıyordum.
“–Dur bir dakika! Şu işin, arabadan
indikten sonraki safhalarını anbean anlat bakalım. Oraya kadarını takriben
biliyorum.” dedim.
Yaşlı gözlerle anlatmaya başladı:
“–Kızı tekerlekli sandalyesine bindirip
annesiyle beraber Bâb-ı Nisâ’ya (Hanımlar Kapısı’na) bırakıp doğrudan, Bâb-ı
Cibrîl’den huzur-i Rasûlullâh’a vardım. Şebeke-i Saâdet’e yapıştım, kimseyi
gözüm görmedi. Kimse de beni görmedi. Ben ellerimi kaldırdım; «Yâ Rab! Ben
kızımın şifâsı için 13 senedir duâ ettim. Özellikle onun için hac ve umreler
yaptım. Gözyaşlarımla şebeke-i Rasûlullâh’a yapışarak yalvarıp yakardım.
Gecelerim gündüzlerim duâlarla, ibadetlerle geçti. Gücümün üstünde sadakalar
verdim. İyi niyetinden şüphe etmesem de, gayr-i müslim bir kulunun; “Niye
Peygamber’ine gidip candan bir duâ etmiyorsun?” îkâzı bana çok ağır geldi.»
diyerek Rabbime uzun uzun duâ ettim.
Sonra Efendimiz (s.a.v.)’e yöneldim:
«Yâ Rasûlâllah, Sen Rahmeten
li’l-Âlemîn’sin, Sen’in huzuruna geldim, ama maddî-mânevî tükenmiş olarak
geldim. Artık mecâlim ve tâkatim kalmadı. Bundan sonra kızımı Sana teslim
ediyorum. Ben artık çâresizlikler içerisinde ne yapacağımı bilemiyorum...» diye
naz ve niyâz içinde hıçkırarak, yalın ayak dışarı attım kendimi.
Bu mânevî sekir hâlindeyken, yavrum
Ümmügülsüm’ün «BABAA, BABAA!» diye haykıran sesi kulağımda çınladı. Bir de
arkama baktım ki, doğru dürüst sürünemeyen kızım, hanımlar tarafından koşarak
geliyor. Arkasında annesi de ona yetişmeye çalışıyor. Kızımla kucaklaşıp
ağlaştık. «Yâ Rabbi, bu ne tecellîdir!?» dedim. Hemen tekrar Harem-i Şerîf’e
girip Efendimiz’e şükran duyguları içerisinde salât ü selâmlarda bulundum,
Mevlâ’ma şükrettim. Sonra da sana müjde vermeye geldik. Mahmud ağabey, işte
arabadalar, gel kendi gözlerinle gör!..”
Efendimiz (s.a.v.)’in rahmet ve şefaatine
mazhar olan yeğenimiz, elimi öpmeye gelmişti. Şaşkın ve mutlu bir vaziyette
gözyaşlarımızla ağzımızdan; «سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ بِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ» hadîs-i şerîfi döküldü.
“–Bugün bayram oldu!” dedim. “İş paydos!
Şükür kurbanları kesip, fakirleri de toplayıp akşama ziyafet verelim, Hatm-i
Kur’ân cemiyeti yapalım. Harem-i Şerîf’te yatsıyı edâ ettikten sonra
buluşalım.” dedim.
Onları eve gönderip arkalarından da giderek,
fakir ama gönlü zengin bu güzel insanların evinde gerekli ihtiyaçları tespit
edip akşam için hazırlık yaptık. Akrabalar, eş-dost toplanmıştı. Önceleri şifâ
dilemek için kalkan eller, şimdi şükür için kalkıyordu. Her tarafı huzur
kaplamıştı. Îmânın, teslîmiyetin, ümit kesmemenin, saf bir gönülle ve usûlüne
uygun, hattâ naz ile edilen tevessül ve duânın neticesiydi bu. Tıbben imkânsız
denilen bir vak’ada; kulun, Efendimiz (s.a.v.) vesîlesiyle Allâh’a niyâzı
neticesinde, ikrâm-ı ilâhîye mazhar oluşunun, çok açık ve net bir tablosuydu
bu.
Yemenli Ahmed Efendi ile sabah
buluştuğumuzda kendisine:
“–Şimdi bizi bekleyen, bir büyük hizmet
daha var. Hadi bakalım, bu işe sebep olan doktor beye teşekkür borçluyuz. Bu
iş, telefonla da olmaz. Sizlerde zihnî bir problem olduğunu düşünebilir. Birkaç
gün istirahat ettikten sonra, Ümmügülsüm’ü de alarak yine üçünüz, doğru Riyad’a
gideceksiniz. Bilet ve otel masraflarını biz inşâallah ayarlarız. Doktorun, o
güzel düşüncesinin bu kadar çabuk tahakkuk ettiğini kendi gözleriyle görmesi
lâzım. Hattâ sırf o değil, altı aydır kızının hizmetinde bulunan diğer
doktorlar, hasta bakıcılar, hizmetkârlar, idârî personel vs. hepsi görmeli. Tıp
literatürüne geçecek bu hâdise, nice hidâyetlere vesîle olabilir…” dedim.
Bir hafta sonra üçünü uğurladık. Doktor
beyin yanından beni aramalarını ricâ etmiştim. Mutluluk gözyaşları içinde
doktorla aramızda şu telefon konuşması geçti.
Doktor dedi ki:
“–Mesleğimizin gâyesi, işte böyle hizmet
olmalı.”
Ben de mukâbeleten:
“–Her insanın gâyesi, aslında
«Yaratan’dan ötürü yaratılanlara hizmet» olmalı.” dedim. Doktor:
“–Sizinle nasıl görüşebilirim?” diye
sorunca:
“–Müsâit zamanınızda gelirim.” dedim.
“–Öyleyse hemen bekliyorum.” dedi.
Ben de ertesi gün gittim. Tanıştık,
sarıldık. Medîne gülü ve hakkında hadîs-i şerîf olan Acve hurması götürdüm.
Özelliklerini anlattım, sevindi. Ümmügülsüm’le de ilgili çok şeyler söyledi:
“–Telefonla müjdeyi aldıktan sonra
teşekkür için gelmelerini bekliyordum, çok duygulandım.” dedi.
“–Takdir etmek, kıymet bilmek, kadirşinaslıktır.
Bundan yoksun olan, hamd etmeyi de, şükretmeyi de bilmez.” dedim ve devamla:
“–Buradan hareketle ben de bir şey
düşünüyorum. Senin, «O, Allâh’ın Sevgilisi’dir, Allah O’nun arzusunu kırmaz.»
dediğin Zât da senin arzunu kırmadı. Acaba O da senden bir teşekkür bekler mi,
ne dersin?” dedim.
“–Beni oraya kabul etmeleri için ne
yapmam lâzımsa hazırım. Borcumu ödemeliyim.” dedi. Ben de hemen:
“–Bir tek cümle; «Kelime-i Tevhîd»!”
dedim.
“–Öğret!” dedi ve ayağa kalktı. Kelime-i
Tevhîdi tekrarlayınca sevinçle boynuma sarıldı. Başladık beraberce ağlamaya.
“–Ben bu kelime-i tevhîdi çok sevdim, bir
defa ile kalmayıp hep söylemek istiyorum. Ahmed Efendi’nin elindeki tesbihle
Allâh’ın güzel isimlerini tekrar tekrar zikretmesini şimdi daha iyi anlıyorum.
Ben asıl şimdi doğdum, ilk nefes ve ilk anne sütü ile yeni bir hayata başladım.
Çok açım, susuzum, beslemeye devam et beni, ne olur bırakma!” dedi.
“–Sen istesen de bırakmam. Bu bir lûtf-i
ilâhîdir. İçeri ilk girdiğimde yüzündeki îman nûrunu görmüştüm. Peygamber Efendimiz’in
en sevdiği, Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz’dir. Senin ismin de Ebû Bekir olsun mu?”
dediğimde, gözyaşları daha da çoğaldı. Ben devamla:
“–İşte şimdi «nûrun alâ nûr» oldu.”
dedim. Hemen bir câmiye gidip, imam efendiden işi resmîleştirip ikâmesine, hüviyetine
ve pasaportuna «Dîni: İslâm» olarak işletmek üzere muâmelelere başladık. İşler
tamamlandıktan sonra Medîne-i Münevvere’ye beklediğimi söyleyerek vedâlaştık.
Doktor, birkaç gün sonra Medîne-i
Münevvere’ye geldi. Havaalanına karşılamaya gittim, yanında iki doktor asistanı
da vardı. Tanıştırdı, kucaklaştık. Yeni müslüman olmasına rağmen onların da
hidâyetlerine vesîle olmuştu. Büyük bir sevinç içinde:
“–Allâh’ın izniyle bu hidâyet zinciri
böyle devam edip gider inşâallah!” dedim.
Otele uğrayıp abdest tazeledikten sonra
ziyaretlere başladık. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in huzûr-i âlîlerinden
ayrılamadılar.
“–Hayatımızda secde kadar zevk aldığımız
bir şey yaşamadık.” dediler. Kendilerine namazla ilgili kısa bilgiler verdim.
Hazret-i Hamza Efendimiz’i, Uhud’u, Kuba, Kıbleteyn ve Yedi Mescidleri,
Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret ettik.
Ahmed Efendi ve kızı ile akşam yemeğini
birlikte yedik. Eski günleri yâd ettik. Cuma namazını Kâbe-i Müşerrefe’de
kılmak üzere umre niyetiyle sabah namazından sonra hareket ettik. Yolda belli
noktaları anlatarak ve sohbet ederek gittik. Kâbe’yi görünce ilk duânın
makbûliyetini anlattım. Efendimiz (s.a.v.)’in en çok namaz kıldıkları yeri,
kâinâta teşrif ettikleri evi, Cebel-i Nûr’u, hac güzergâhını vs. ziyaret ettik
elhamdülillâh. Gece Medîne-i Münevvere’ye döndük. Sabah da Riyad’a uğurladık.
“–Çok ihtiyacımız var, sık sık buluşalım.
Biz de geliriz, sen de gel.” dediler. Soru-cevap ve sohbet ihtiyacı had
safhadaydı. İslâmiyetle müşerref olduktan sonraki ilk haclarını birlikte
yaptık. Kalabalıklaşmışlardı, sayıları giderek artıyordu. Hattâ ülkelerinde de
yakın çevrelerinde bulunanların hidâyetlerine vesîle oluyorlardı çok şükür.
Bildikleri lisanlarda dînî kitaplar temin ediyorlardı. Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri’ne yeni ümmetler arz ediyorduk elhamdülillâh. Rabbime sonsuz
şükürler olsun.
Bu güzelliklerin müsebbibi olan -Allah
(c.c.) ondan râzı olsun- Ümmügülsüm kızımızın zamanla boyu ve kilosu
normalleşti, 1995’te evlendi. Evinin eşyaları ve diğer masraflarla ilgili,
nasîbi olanlar hizmet etti. Şu anda iki oğlu, iki kızı var, mutlular.
Yemenli Ahmed Efendi’nin yaşadıkları,
kendi ağzından üç kişi tarafından dinlenerek tercüme edilip, fakirin şâhit
olduklarıyla birlikte aynen tarafımdan kaleme alınmıştır.
Mahmud
Sâmi Kirazoğlu
15/1/2011
Şüphesiz ki bu hâdise de, duâlarda
Efendimiz (s.a.v.) ile tevessül etmenin, yani O’nun hürmetine Allah’tan yardım
talebinde bulunmanın kıyâmete kadar mümkün olduğuna dâir, inkâr edilemeyecek,
yaşanmış bir misâldir. Allah Rasûlü (s.a.v.), zâhiren vefât etmiş olsa da
rûhâniyeti devam etmektedir.
Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm târihî bir kitap
değil ve hükmü kıyâmete kadar bâkî ise; Allah Rasûlü (s.a.v.) de şâhit,
müjdeleyici ve irşâd ediciliğiyle dipdiri ve aramızdadır. Allah Teâlâ, kendi
uğrunda öldürülen şehîdlere bile “ölüler” denilmemesini emretmektedir.1
Efendimiz (s.a.v.)’in makâmı ise şehîdlerle kıyaslanamayacak derecede ulvîdir.
Dolayısıyla O’nu “ölü” saymak uygun düşmez. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), beşer
olarak vefât etmiştir ama risâleti ve rehberliğiyle aramızda yaşamaktadır.
O’nun asıl vazîfe, salâhiyet ve tasarrufu da zâten bu yönüyledir.
Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Bir
kimse bana salât ü selâm getirdiği zaman, onun selâmına karşılık vermem için
Allah Teâlâ rûhumu iâde eder.”
(Ebû Dâvud, Menâsik, 96)
“Kim
kabrimin yanında bana salât ederse ben onu işitirim. Kim de uzaktan salât
ederse o bana ulaştırılır.” (Beyhakî, Şuab, II,
215)
Sahâbeden Ebu’d-Derdâ (r.a.) da şöyle anlatır:
Bir gün Rasûlullah (s.a.v.):
“–Cuma
günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir
gündür. O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlaka bana arz
edilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder.” buyurdular. Ben:
“–Vefâtınızdan sonra da mı?” diye sordum.
Efendimiz (s.a.v.):
“–Evet,
vefâtımdan sonra da! Allah Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne
haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır.” buyurdular. (İbn-i Mâce, Cenâiz,
65. Bkz. Ebû Dâvûd, Salât 201/1047, Vitir 26)
Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın “insan”da
tecellî eden bir sanat hârikası olan Peygamber Efendimiz(s.a.v.),
ilâhî kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm gibi kıyâmete kadar devam edecek bir mûcizedir.
O, nasipli gönüllere rûhâniyetini bugün bile hissettirdiği gibi, kıyâmette de
yanık yürekleri Âb-ı Kevser’iyle serinletecek, o çetin ve dehşetli günde
Livâu’l-Hamd Sancağı altında ümmetine huzur tevzî edecek, Şefaat-i Uzmâ’sıyla
ümmetinin günahkârlarının affına vesîle olacaktır.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede Efendimiz
(s.a.v.)’in bizler için ne büyük bir rahmet ve nîmet olduğunu şöyle haber
vermektedir:
“Andolsun
ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan,
onları (kötülüklerden) temizleyen, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir
Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lûtufta
bulunmuştur...” (Âl-i İmrân, 164)
Rabbimiz, Sevgili Rasûlü’nü yakından
tanıyıp O’nun kıymetini bilmeyi ve O’na ümmet olma şerefinin şükrünü lâyıkıyla
îfâ edebilmeyi cümlemize nasîb ve müyesser eylesin.
Bizleri Zât-ı İlâhîsine sâlih bir kul,
Habîb-i Ekrem’ine lâyık bir ümmet kılsın!
Efendimiz (s.a.v.) hürmetine
bizlere ilâhî rahmet, mağfiret, nusret ve inâyetini lûtfeylesin!
Sırât-ı müstakîme en büyük rehberimiz
olan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in mânâ iklîminden kalplerimize ulvî nasipler,
engin rûhâniyetinden ruhlarımıza rahmet esintileri ihsan buyursun!
Dünyada Kur’ân ve Sünnet üzere yaşayıp
ukbâda şefâat-i Rasûlullâh’a erebilmeyi cümlemize nasîb eylesin!
Âmîn…
Dipnot: 1. Bkz.
el-Bakara, 154.
Osman
Nûri Topbaş
Altınoluk
- 2011 - Nisan, Sayı: 302, Sayfa: 032