23 Nisan 2013 Salı

Büyük Taşlar


Aşağıdaki gerçek hikâye Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi) İş İdaresi mastır öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer...
Profesör sınıfa girip karsısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, "Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız" dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar. Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Bir öğrenci "Dolmadı herhâlde" diye cevap verdi. Doğru" dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taslarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar. "Güzel" dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacı neydi?" diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır" diye atladı. "Hayır" dedi profesör, "bu deneyin esas anlatmak istediği eğer büyük taşları bastan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsınız" gerçeğidir". Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: "Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir" Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti...

19 Nisan 2013 Cuma

Aşk bitti, mesai başladı


Modern Batı düşüncesi ile İslam arasındaki en derin uçurumlardan biri, kadın erkek ilişkilerinde ve bunların özel/kamusal tanımlarındadır. Türk modernizm düşüncesinde, kadınların hem özel hem de kamusal alandaki tanımları, gayri medeni ve medeni hayatlar arasında, sınırların belirleyicisi olarak görülür. Kamusal hayata katılan kadınların, özel hayatın dini veya kültürel kısıtlamalarından kurtulduğu kabul edilir. En azından Türk modernleşmesi bu şekilde işler. Böylece kadın bir seçimle baş başa kalır: Ya batılı değerleri benimseyeceksin ya da İslamî değerleri.
Böyle bir seçime zorlanan Müslüman dindar kadın, İslam’ın değerlerini, sistemin kıyısından merkezine taşımak için kendine yeni bir rol biçti. Bu yeni anlayış, modernliğin kontrolüne sahip olmayı arzuluyor; sistemin reddinden ziyade sisteme katılma mantığını meslekî kimlik ve sosyal görünümü, hem modern laik eğitim sistemine, hem de ait olduğu İslamî kimliğe borçlu görüyor.
Sınır tanımayan, meraklı, mal, mülk gibi dünya nimetlerini ele geçirmek isteyen kadın tipine karşı, nefsine yenik düşmemiş, ayrıcalık istemeyen kadın tipini temsil eden muhafazakar kadın kulvar değiştirdi. Muhafazakâr kadın eğitim aldı, meslek edindi, şimdi çalışıyor; hem kazanıp, tüketip, statü sahibi olmak istiyor. Bugüne ait olan bilincin bileylenmesi demek olan modernizm, münzevî ve mütevazı hayatları olan kadınları, hazcı liberalizme kaydırdı. Hazcı liberalizmin eline düşmüş, çalışan muhafazakâr kadın, geleneksel Müslüman kadından ziyade laik ve iddialı modern kadını hatırlatıyor. Kadınlık daha çok saygınlığı ve analığı çağrıştıran ağırbaşlılık ve müşfiklik gibi sıfatlarla tanımlanırken, okumuş, meslek sahibi kadın “cinsiyetsiz” bir kimliğe, hatta biraz da erkek kimliğine büründürüldü.
İslam’da kadın geçim derdinden, düşüncesinden muaf tutulmuştur. Annelik ve eş rolü her türlü dünyalık kazanımdan, rolden daha üstündür. Bizzat çocuk sahibi olmak, kadının varlığını ispatlamasının, moda deyimle kendini gerçekleştirmesinin yegâne yoludur. Paraya, statüye tamah, gönüllerin hoş edildiği, çocukların terbiye edildiği, eşlerin sükûn bulduğu evleri; konaklanan sabahları erkenden terk edilip gidilen, ruhsuz yığınaklar haline dönüştürdü. Artık kadın erkeğin yanında basit süs takısı görünümündedir. Eşini seven, çocuklarını şefkatle kucaklayan kadın, hayat mücadelesini kucaklayan biri oldu çıktı.
Eskiden karşılıklı romantik aşkın, kalıcı bir evliliğin yegâne temeli olduğu varsayılırdı. Dindar Müslüman erkekler arasında yapılan, evlilik dava ile mi sevda ile mi kurulur tartışmasında ibre hep sevdayı gösterirdi. Kadınlar için eşini evde beklemek, onu muhabbetle beklemek, çocuklarını büyütmek, onlarla ilgilenmek bir onur nişanı gibi sayılırdı. Evde kalmış kızlara merhametsizliğiyle tanınan bir dünyada, bir erkeğin korumasında olmak büyük bir şerefti. Artık o kadınlar evde kalmaya razı çünkü paraları var. Ekonomik destek sağlamak, bir ev paylaşmak için kocaya ihtiyaç yok; böyle olunca niçin evlenmek için çaba sarf edilsin ki?
Kadın çalışmazdan önce nikâh yüzüğünün kendisi kadının değerinin ölçüsüydü. Kadın, çocuklarının eşler arasında kalıcı bağ yaratabileceğini bilir, bizzat aşkların meyvesi olan çocuklar, evli çifti geleceği planlamaya yöneltirdi. Eşler her zaman birbirlerini aynı şiddette sevmeseler bile, çocuklara duyulan sevgi genellikle paylaşılır, gelecek kaygısı bu yolla giderilirdi. Çiftler artık her iki tarafında da aile gelirine katkı koymasını bekleyerek evleniyorlar, gelecek kaygısını bu yolla gideriyorlar. Erkeğin maaşıyla geçinilmesi mümkün ailelerde bile iki kişinin çalışması norm haline gelmiş durumda. Kadının çalışmasında erkeğin daha çok kazanma hırsının etkisi de unutulmamalıdır. Eskiden evliliği canlandırma, diri tutma kaygısı taşıyan kadın, bugün evlilik hayatının can sıkıntısından, tek düzeliğinden bahsedebilme cesaretini kendinde bulabilmektedir.
Ekonomik bir yarışın yaşandığı dünyada, eşlerin birbirine olan aşkı, muhabbeti, sevgisi azaldı. Eve maaşlarını getiren kadınlar ve bebeklerin altını değiştiren erkekler bir rol kargaşası yaşıyor. Evli bir kadının kendi adına bir banka hesabı açtırması ender görülen bir şey olmaktan çıktı. Aşkın kanununda yazan, eşlerden birinin karşı tarafa olan hayranlığı, masumiyetini yitirdi. Her konuda kocasıyla aynı eğitimi alma ve aynı mesleği yapma hakkına sahip kadın, evlilik ilişkisine kocasıyla aynı imkânlara sahip olarak girdiğini biliyor. Erkeklerde artık âşık olacakları, çocuk sahibi olacakları kadınlar yerine aynı zamanda para kazanacak eşler arıyorlar.
Kadın önceden kocası için “beni mutlu edecek, beni özel hissettirecek, ihtiyaçlarımı karşılayacak” duygusu taşırken, para kazanmaya başlamasıyla, duygu rolünü “Ben senin olmamı istediğin kişiyi oynayacağım sen de benim olmanı istediğim kişiyi oynayacaksın” suflesiyle seslendirmeye başladı. Çalışan kadın evde eşiyle uzlaşmayı, öğrenmeyi, hoşgörü geliştirmeyi düşünmüyor bile. Çünkü o artık homo economicus. Hayatın getirdiği kaçınılmaz imtihanlarla yüzleşirken yanında huzur ve destekten ziyade cüzdanında para arıyor. Evin hisseli ortağı kadın; kocanın aşkını, umudunu, neşesini, korkusunu, paylaşmadan önce parasını paylaşıyor. Yalnızca ev kadınlığını aşağılayıcı bir etiket kabul ediyor, nikâhta keramet görüyor, ama itaat etme sözü vermiyor.

Ali Can

GENÇ DERGİSİ

14 Nisan 2013 Pazar

5 Akçelik Kumaş

         
Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:
- “Hangi kumaştan sattın?”
- “Şu kumaştan efendim.”
- “Metresini kaça verdin?”
- “On akçeye.”
- “Nasıl olur?” diye hayret etti,
- “Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?”
Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.
Ne demekti hakkını helâl et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
- “Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?”
- “Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.”
Kral;
-  “İslâm nedir, Müslümanlık nedir?” gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.
250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı.
Efendimizin müjdesi herkese açık: “Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir.” Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

5 Nisan 2013 Cuma

Mona Roza


Monna Rosa, siyah güller, ak güller; 
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben bir deliyim
Açma pencereni, perdeleri çek…

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

Sezai Karakoç

2 Nisan 2013 Salı

Evrenin Kaçınılmaz Aykırı Yasaları


1. Mekanik Tamir Yasası: Ellerin bir tamir sürecinde fena halde yağlandıysa, burnun kaşınmaya başlar.
2. Atölye Yasası: Elinden önemli bir şey düşüp yuvarlandığında, en zor ulaşabilecek köşeye kadar ilerler.
3. İzlenirlik Yasası: İzleniyor olma olasılığın hareketinin ne kadar aptal olduğuyla doğru orantılıdır.
4. Telefon Yasası: Yanlış bir numara çevirdiğinde, hat asla meşgul çalmaz, mutlaka telefonu açan biri olur.
5. Mazeret Yasası: Patronuna işe geç kalışına mazeret olarak evde yangın çıktığını söylersen, ertesi gün evinde gerçekten yangın çıkar.
6. Varyasyon Yasası: Beklediğin bilet kuyruğunu bırakıp daha az kişi olan yandaki kuyruğa geçtiğinde, bir önceki kuyruk daha hızlı ilerlemeye, yeni geçtiğin ise yavaşlamaya başlar.
7. Banyo Teoremi: Banyoya girdiğinde, gün boyu çalmayan telefonun çalmaya başlar.
8. Karşılaşma Yasası: Birlikte görünmek istemediğin biriyleyken, bir tanıdığınla karşılaşma olasılığı artar.
9. Bozuk Makine Yasası: Bir makinenin çalışmadığını birine ispatlamaya çalıştığında makinenin çalışacağı tutar.
10. Biyokimya Yasası: Kaşınmanın şiddeti, kaşınan yerin elinle ulaşabileceğin yerde olma ihtimaliyle ters orantılıdır. Ne kadar çok kaşınıyorsan, kaşınan yere ulaşma ihtimalin o kadar azdır.
11. Tiyatro Yasası: Koridorun en uzağında oturan kişiler salona en geç gelen kişilerdir.
12. Kahve Yasası: Bir fincan sıcak kahve içmek için oturduğunda, patronun acilen yapman gereken bir iş verir ve bu iş tamamlanıncaya kadar kahven buz gibi olmuştur.
13. Kirli Halılar Yasası: Halın ne kadar yeni, değerli ve pahalıysa; dondurmanın, yağlı bir yemeğin ya da ketçaplı makarnanın halının üzerine dökülme olasılığı da o oranda yükselir.
14. Mantıklı Argüman Yasası: Ne hakkında konuştuğunu bilmiyorsan, her şey mümkündür.